10 Ağustos 2018 Cuma

Yeni Rejim ve ‘Kalkınmacı Devlet’

Geçen haftaki yazıda, ekonomideki güncel sorunlarına çözüm olarak hazırlanan bir istikrar programının çözüm değil, benzer sorunları yaratan bir kısırdöngüye dönüş anlamına gelebileceğinin altını çizmiştim. Gerçekten de, son dönemde sıklıkla dile getirilen ‘IMF programı’ seçeneği, Türkiye ekonomisindeki birikim modeli krizini aşmaktan çok, zaten krizde olan mevcut birikim modelinin devamını sağlamaya yönelik olacaktır. 

Geçen hafta kaldığım yerden devam ederek, bu yazıda şu soruyu ele alacağım: 24 Haziran sonrasındaki siyasi rejim değişikliğini, yapısal krizi aşmaya dönük ve ‘kalkınmacı devlet’ modeline yönelen bir devlet-kurma girişimi olarak görebilir miyiz? 

Kalkınmacı Devlet 

Kalkınmacı devlet konusu, özellikle yakın dönem kalkınma iktisadı literatüründe uzun süre tartışıldı. Tartışmanın temel başlıklarını şu sorular oluşturuyordu: Neden Güney Kore sanayileşme sürecinde başarılı oldu da Hindistan olamadı? Latin Amerika ile Güney Asya deneyimlerinin farkları ve benzerlikleri neler? Toprak reformu sanayileşme süreçlerinde ne kadar etkili oldu? Demokrasi ile kalkınma ne kadar ilişkili? Sanayileşme sürecinde devletin rolü nedir? Devlet ve sermaye ilişkisi nasıl kurulduğunda başarılı örnekler ortaya çıkabilir? 

Yukarıdaki sorulardan anlaşılacağı gibi, konu oldukça kapsamlı. O nedenle, şematik olmak pahasına ve her birinin tartışmalı olduğu rezervini de koyarak, kalkınmacı devletin temel özelliklerini sıralayıp, ardından Türkiye’deki mevcut rejim inşası sürecinin bu tanıma uyup uymadığını tartışacağım.[1]

Kalkınmacı bir devletin var olabilmesi için gerekli olan ilk koşul, buna uygun bir devlet kapasitesinin mevcut olmasıdır. Devlet kapasitesinin ise üç tipik bileşeni var: 
- Rasyonel bürokrasinin varlığı,
- Bürokrasi içinde pilot bir kurumun mevcudiyeti,
- Bürokrasi ile sermaye arasında, devletin yönlendiriciliğindeki kuvvetli ilişkilerin varlığı. (Chibber, 2003: 20-23) 
Kalkınmacı devlet modelinin ikinci koşulu, izlenen sermaye birikim modelinin ne olduğunun tespit edilmiş olmasıdır. Hatta sadece birikim modelinin tespiti yeterli değil. Zira farklı sermaye birikim modelleri, aktörler için farklı teşvik mekanizmaları yaratığından, ‘başarılı’ sonuçlar için ya belirli tip birikim modellerinin izlenmesi gerekir, ya da standart modellerin ülkelere uygun hale getirilmesi gerekir. 

Örneğin ithal ikameci modeller, ‘milli burjuvazinin’ dış rekabetten yalıtılmasını içerdiği için, sermaye, devletin kalkınmacı devlet kurma girişimine karşı çıkabilmek için gerekli zemini kolaylıkla bulur. Diğer yandan ihracata dayalı modellerde, sermaye uluslararası rekabetin baskısına maruz kalacağı için, devletin yönlendiriciliğini kabul etmek, önemli sermaye grupları için rasyonel olabilir. 

Ancak hükümetler, birikim modelini serbest bir şekilde tespit edemez. Belirli bir konjonktürdeki sermaye birikim modelinin ne olacağı üç bileşene bağlıdır: 
- O ülkedeki üretici güçlerin gelişkinliği ve üretim ilişkilerindeki güç dengesi;
- Devlet kapasitesi;
- Ülkenin uluslararası işbölümü içerisindeki konumu. 
Kısacası, devlet kapasitesi, bunun bileşenleri ve birikim modeli, kalkınmacı devlet tartışmasının kritik üç unsurudur. Tekrar etmek gerekirse, bu kavramların her biri tartışmalıdır. Bu yazıda, kalkınmacı devlet çerçevesini savunduğum için değil, bu tartışmanın kriz ve yeni rejim bağlamında tüketilmesi gerektiğini düşündüğüm için dile getiriyorum. 

Yerli ve Milli Kalkınmacı Devlet Mi? 

Yukarıdaki tanımı takip edersek, yeni kurulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CHS) bir kalkınmacı devlet olup olmadığını inceleyebiliriz. Esasında bu tartışma yeni de değil. Örneğin Fuat Keyman, 2015 yılında, kurulacak başkanlık sisteminin ‘… yetkinin başkanda toplandığı, başkanın, yürütme ve yasamanın başkanı olduğu, ve, özellikle yargısal denge ve denetimden muaf hareket ettiği, bu yolla da, hızlı karar alabildiği, kalkınmacı bir yönetim modeli’ olarak görülebileceğini ifade etmişti. 

Yukarıdaki sıra ile devam edeyim. 

İlk olarak yeni rejim inşasının, rasyonel bir bürokrasi yaratacağını iddia etmek oldukça zor. Burada rasyonel bürokrasi ile Weberyan anlamda kural takip eden ve siyaset kurumundan görece özerk bir yapıdan bahsediyoruz. Bu anlamda ne liyakatin ne de siyasi iradeden göreli özerkliğin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. 

İkinci olarak yeni rejimde, bürokrasi içerisinde bilgi akışının merkezileştiği ve yönlendirici konumda olan bir kurumun varlığını tespit etmek de oldukça zor. En iyi ihtimalle bu kurumun bizzat Cumhurbaşkanlığının kendisi olduğu söylenebilir. Ancak bu makam da yetkilerinin çoğunu delege ederek kullanmak zorunda olduğu için, pilot kurumun hangisi olduğu net değil. Aradığımız netlik şuna benziyor: 1960-1980 arasında Devlet Planlama Teşkilatı’nın ya da 2001-2013 arasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın konumu. Yeni dönemde bu konum için en yakın aday Hazine ve Maliye Bakanlığı, ancak bu konuda bir karara varabilmek için bu bakanlığın, Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile nasıl ilişkileneceğini görmek gerekiyor. 

Son olarak devlet ve sermaye ilişkileri açısından baktığımızda, yeni rejimin belki de en avantajlı olduğu alanın bu olduğu söylemeliyiz. Yeni rejim, gerek Türkiye’nin geleneksel büyük sermayesiyle, gerekse son dönemde gelişen yeni sermaye kesimleri ile güçlü ve ‘gömülü’ ilişkilere sahip. 

Sonuç olarak, yukarıdaki tanımdan yola çıkarak analiz ettiğimizde, yeni kurulan rejimin bir kalkınmacı devlet olabilmesi uzak bir ihtimal. Bu sonuçta, yukarıda sıraladığım devlet kapasitesindeki zaaflar yanında, izlenecek olan birikim modelindeki muğlaklığın sürmesi de etkili.

Ara Sonuç 

Geçtiğimiz iki haftadaki yazıları birlikte değerlendirirsek şu sonuçlar çıkıyor: 
1. Tasarlandığı ilan edilen ve büyük olasılıkla Orta Vadeli Program ile ilan edilecek olan bir istikrar programı, ne 2019 seçimleri öncesinde uygulanabilir ne de yeni rejimin doğuşunu damgalayan birikim modeli krizini çözmeye yeterli. 
Bu durumda şu soru gündeme gelebilir: Birikim rejimi krizi, eğer istikrar programı ile çözülmeyecekse, bunun yerine krizin aşılması için bir kalkınmacı devlet modeli mi kuruluyor? Bu sorunun yanıtını da yukarıda verdim ama özeti şu: 

2. CHS’nin, bir kalkınmacı devlet modeline yönelebilmesi uzak bir ihtimal. 

Önümüzdeki hafta, ne ana akım istikrar programının uygulanabildiği ne de kalkınmacı devlet modeline geçilebildiği günümüz yapısal kriz koşullarında yeni kurulan rejimin ekonomik yönelimini nasıl tanımlayabileceğimiz üzerinde duracağım. 

****

Bu yazı 07.08.2018 tarihinde Gazete Duvar'da yer aldı.

[1] Kalkınmacı devlet tartışmasını New York Üniversitesi’nden sosyolog Vivek Chibber’ın yorumuyla aktarıyorum. Bu yorum ile ilgili daha detaylı bir analiz için dileyenler şu kitabına bakabilir: Vivek Chibber (2003) Locked in Place: State Building and Late Industrialization in India, Princeton: Princeton University Press.