30 Temmuz 2018 Pazartesi

Yeni Rejim'in Türkiye'si: Kopuş ve Süreklilikler

24 Haziran seçimleri, şüphesiz ki, siyaseten ve özellikle hukuken öncesiyle bir kopuş anını temsil ediyor. Ancak ekonomik açıdan böyle olduğunu söylemek zor. Her ne kadar, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS), “eski Türkiye’ye” ait “bürokratik oligarşiyi” sona erdirerek, hızlı ve etkin bir bürokrasi vaat etse de, ekonomi yönetiminin eski sorunları, yeni Türkiye’de de sürecek. 

Bunların başında, ekonomi yönetiminin doğrultusunun ne olacağı geliyor. Doğrultu sorunu, birikim rejimi krizi ile yani yapısal krizle ilişkili. Hali hazırda süren rejim inşası ile ortadan kaldırılan ya da yeni kurulan kurumlar, yapısal kriz çözülmeden işlevsiz olmaya mahkûm. Kısacası, rejim değişikliği ile değişmeyen tek şey, ekonomi yönetimindeki kargaşa. 

Stratejik Muğlaklık Mı? Yönelim Karmaşası Mı? 

CHS’ye geçiş, bir yapısal kriz konjonktüründe, 2001 krizi sonrasındaki birikim rejiminin sürdürülmesinde tıkanıklıklar ortaya çıktığında gündeme geldi ve adım adım uygulamaya geçiyor. Yeni rejimin doğuş sancılarını damgalayan bu özellik, yeni yönetimin bir ekonomi doğrultu tespit edebilmekten çok, kriz yönetimi ile meşgul olması zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Yani 24 Haziran sonrasının ayırt edici özelliği, yeni bir ekonomi programının formüle edilmesi değil, böyle bir programın olmaması olacak. 

Geçtiğimiz hafta Gazete Duvar’da Ahmet Murat Aytaç, başka bir bağlamda da olsa, benzer bir noktaya işaret etmişti. Aytaç'a göre “iktidarın, kazançlı çıkmak için belirsizliği kasıtlı olarak yarattığı ve yönettiği” süreçleri “stratejik muğlaklık” olarak adlandırabiliriz. Buna göre 
“stratejik muğlaklığın kazanımlarının başında, bağdaşmayan politikaları bir arada yürütmeyi, sorun alanlarını tanımlanamayacak kadar belirsizleştirmeyi, hızlı ve zahmetsiz bir ideolojik dönüşümü mümkün kılması gelir.” 
Aytaç, ideolojik muğlaklığın iktidara daha fazla hareket alanı sağlaması nedeniyle, ideolojik netliğe göre daha fazla tercih edildiğini ileri sürüyor ve bunu bir strateji olarak tanımlıyor. Son dönemde ekonomi politikalarındaki bocalamaya baktığımızda, Aytaç’ın ideoloji alanına ait yaratıldığını ileri sürdüğü stratejik muğlaklığın, ekonomi alanında da geçerli olduğunu düşünebiliriz. Sonuçları itibariyle, ekonomi politikasında böyle bir muğlaklığın, hatta çoğu zaman ikilemlerin ortaya çıktığını kolayca gözlemleyebiliriz. 

Ancak bu bilinçli bir stratejiden çok, yapısal krizin bir yansımasıdır. Türkiye’de 2001 sonrası oluşan birikim modeli 2013 sonrasında tıkanmıştır. 2013’ten bu yana geçen beş yılda yaşanan üç ekonomik darboğaz, yapısal krizin her seferinde derinleştiğini gösteriyor. Siyasi rejim değişiminin, yapısal krizle baş etmekte ne kadar işlevli olduğunu yakında göreceğiz. Ancak, Gazete Duvar’dan Bahadır Özgür’ün işaret ettiği gibi, yeni rejim “krizle değil, krizin muhtemel sonuçlarıyla mücadele etmeye” hazırlanıyor olabilir. 

Konumuza dönersek, ekonomi politikasında bir bocalama olduğu doğru. Ancak bu, bilinçli bir tercih ya da bir stratejin dolayı değil; yönetici sınıfın, mevcudu sürdürmenin zorluğu ile yeniyi formüle etmenin imkansızlığı arasında sıkışmasından kaynaklanıyor. 

Yapısal Kriz Konjonktürü 

Bu aşamada, kriz kavramını gelişigüzel kullanmak yerine karamı daha incelterek iki anlamda kullanmak, yaşananları anlamak açısından işimizi kolaylaştırabilir. Bu kullanımlardan ilki, krizin teknik tanımı olacaktır. Buna göre iki çeyrek üst üste, yani altı ay ekonomik daralmanın yaşanması durumuna ekonomik resesyon deniliyor. Bu tanıma göre Türkiye’de en son ekonomik kriz 2008-9 sırasında gerçekleşti. 2016’nın üçüncü çeyreğinde kısa süreli bir ekonomik daralma yaşandı, ancak sonrasında uygulanan “geleceğe kaçış programı” ile resesyon ertelenmiş oldu. 

İkinci tanım ise, ilk kriz tanımındaki ekonomik daralmanın neden ve nasıl oluştuğunu açıklayabilmemiz için ihtiyacımız olan konjonktür analizini sunuyor. Yapısal kriz, belirli bir konjonktürde, sermaye birikim sürecinde karşılaşılan tıkanıklıklara ve daha önemlisi, bu tıkanıklıkların sistematik hale geldiğine işaret ediyor. Bu anlamda yapısal kriz, birikim rejiminin krizidir. Ancak burada, birikim rejimi krizi ile genellikle Düzenleme Okulu’na yakın kuramcılarca kullanıldığı şekliyle neoliberalizmin krizini değil, özel olarak, neoliberal birikim rejiminin belirli bir konjonktürde aldığı özgün biçim olan “neoliberal popülizmi” kastediyorum. 

Her iki kriz tanımını birlikte düşündüğümüzde, yapısal krizlerin, teknik anlamdaki krizler ile eşleşebildiğini ancak, teknik anlamdaki krizlerin yapısal krizler olmadan da görülebildiğini vurgulamalıyız. Daha da somutlaştırırsak, Türkiye ekonomisi güncel olarak 2013’ten beri yapısal kriz konjonktüründe ve bu süreçte üçüncü kez ekonomik darboğazdan geçiyor. Bu darboğazlar, 2001 krizi sonrasındaki birikim rejimi nedeniyle, stagflasyonist nitelikli ve ekonominin döviz – faiz kıskacına sıkıştırılması şeklinde açığa çıkıyor. Henüz teknik tanımı ile kriz gerçekleşmedi ancak, yapısal kriz, teknik anlamda krizin gerçekleşmesi için gerekli koşulları hazırlıyor. 

“Güven Krizi” Sürüyor 

Seçimlerin hemen öncesinde, Mayıs ayında kurda yaşanan sert dalgalanmayı önlemek üzere Mehmet Şimşek ve Murat Çetinkaya’nın Londra’da uluslararası finans çevreleriyle yaptıkları toplantıda, faiz artışı karşılığında sermaye girişlerinin sürebileceği ve bu sayede kurun en azından seçimlere kadar istikrar kazanabileceği yönünde bir mutabakata varılmıştı. Ancak seçim sonrasında AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın atadığı bakanlar arasında Şimşek olmayınca, bizzat Şimşek tarafından formüle edilen ve açıklanan “yeniden dengelenme” programı sahipsiz kaldı. 

Şimşek’in yerine Berat Albayrak'ın atanması sonrasında, liranın bir günde yüzde 3'ten fazla değer kaybetmesi, Londra Mutabakatı’nın akıbeti ile ilgili kuşkulardan kaynaklanıyordu. Ardından merkez bankası başkanının görev süresinin kısaltılması, başkan yardımcıları için aranan "meslekleriyle ilgili en az 10 yıl çalışma ve başkanın önerisi ile müşterek kararla 5 yıl süreyle atanma" ibaresinin kaldırılması ve para politikası kurulu üyelerinin Cumhurbaşkanı tarafından atanacağının ilan edilmesi gibi değişiklikler sonucu, liranın dolar karşısındaki değer kaybı, tüm zamanların rekorunu kırdı. Bu rekor sonrasında kameralar karşısına geçen Albayrak’ın, merkez bankasının “hiç olmadığı kadar etkin” olacağını açıklaması ise, hemen hemen hiç etkili olmadı. 

2013 sonrasındaki yapısal konjonktüründe AKP yönetimi bir ekonomik program oluşturmaktan çok, ekonomik krizi sürekli erteleyecek bir kriz yönetimi uyguladı. Yönelim karmaşası ve güven krizinin temelinde, mevcut iktidarın temsil ettiği sınıfsal kompozisyonun çıkarları ile uluslararasılaşmış sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkiler yatıyor. Mevcut yönetim, 2013’e kadar olumlu ekonomik konjonktür sayesinde sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimleri yönetebilmişti. 

Ancak yapısal kriz konjonktürünün en önemli özelliği, iktidar bloku içindeki çelişkilerin yoğunlaşması ve siyasi iktidar açısından bu çelişkileri yönetmenin zorlaşmasıdır. Buna bir de, neoliberal popülizm modelinin bir sonucu olarak siyasetin yapısının değişmesini, siyasetin giderek üst sınıflar arasında geçen bir meşgaleye dönüşmesini ve tam da bu nedenle egemen sınıf içindeki iktidar mücadelelerinin daha da yoğunlaşmasını eklemeliyiz. 

Toparlamak gerekirse, “güven krizi” olarak kodlanan sorun, Türkiye’de sermaye birikim sürecinin hangi aktör, koalisyon ya da sınıf fraksiyonu tarafından denetleneceği konusundaki belirsizliğe verilen addır. Bir başka ifadeyle, küresel finans kapital ve Türkiye’deki uluslararasılaşmış sermaye fraksiyonları ile mevcut iktidarın temsil ettiği küçük ölçekli üretim yapan sermaye fraksiyonları arasındaki mücadele, ekonomi yönetiminin sürekli yalpalamasının gerisindeki dinamiktir. 

Yeni Rejimin Eski İkilemi 

İktidarın ikilemi şudur: Konjonktürel çıkarları büyük sermaye ile çelişen kesimlerin desteği olmasa iktidarda kalması giderek zorlaşacaktır. Gazete Duvar’dan Bahadır Özgür’ün “AKP'nin omurgası çatladı!” başlıklı yazısında işaret ettiği gibi, AKP’nin geleneksel tabanını oluşturan, ancak 24 Haziran’da en çok oy kaybettiği Konya, Kayseri ya da Malatya gibi illerin arasında olduğu yerlere daha yakından baktığımızda, buralarda yakın dönemde batık kredi oranlarının yükseldiğini ve özellikle küçük ölçekli sermaye kesimlerinin krediye erişimlerinin giderek zorlaştığını görebiliriz. Dolayısıyla, başta ucuz krediye ulaşmak olmak üzere, ekonomi politikalarının bu kesimin taleplerine uygun şekilde oluşturulması yönünde iktidar üzerindeki baskı her geçen gün artmaktadır. 

Ancak, ikilemin diğer yanında küresel finans kapital ve uluslararasılaşmış sermaye kesimlerinin, fiyat istikrarı ve finansal istikrar talepleri yer alıyor. Türkiye’deki birikim süreci, büyük ölçüde bu sermaye kesimlerinin yatırımlarının sürmesine bağlı olduğu ölçüde, mevcut yönetimin “istikrar programı” taleplerini reddetmesi, kendisi için çok maliyetli olabilir. Özellikle Haziran ayında açıklanan enflasyon rakamının % 15’i aşması ve daha da kötüsü, bu artışın süreceği ile ilgili güçlü beklentilerin olması, yeni bir istikrar programı için, mevcut yönetimi sıkıştırıyor. 

İlginç bir karşılaştırma yaparsak, yeni rejimin karşılaştığı bu ikilemin yeni olmadığını, ancak ikilemde yaptığı tercihin farklılaşma ihtimalinin “güven krizini” körüklediğini söyleyebiliriz. Buna göre 2002’de iktidara geldiğinde AKP’nin önünde bir TÜSİAD’ın, bir de MÜSİAD’ın programı vardı. AKP, ilk kez karşılaştığı bu ikilemde tereddütsüz bir şekilde ilkini seçerek, iktidarda kalmanın koşullarını sağlamış oldu. 2013 sonrasında yaşanan “yönelim karmaşası”, mevcut yönetimin 2002’de karşılaştığına benzer ikilemlerde, bu sefer 2002’deki kadar hızlı bir şekilde hareket edememesinin bir yansıması aynı zamanda. 

“Hepsi Bana Bağlı” 

Erdoğan geçtiğimiz yeni rejim inşası ile ilgili olarak gazetecilerin “kurullar, ofisler, bakanlar arasında bir yetki karmaşası olur mu?” sorusuna, “yok olmaz, o konuda hiçbir endişem yok. Kurullar ve kurumların hepsi bana bağlı” yanıtını verdi. Erdoğan’ın yanıtının aksine, bu kadar kapsamlı bir inşa sürecinde, gerek bakanlıklar ile kurulacak ofis ve kurulların, gerekse ofis ve kurulların bizzat kendilerinin arasında pek çok yetki sorununun ortaya çıkması ihtimali yüksek. Kurumların tek kişiye bağlı olması ise, işlevsel olarak, mevcut sorunları çözebilecek bir yöntem değil. 

Gücün aşırı merkezileşmesinin organizasyonel açıdan iki etkisi olabilir. Bunlardan ilki, merkezileştirilen işlevlerin yeniden delege edilmesi zorunluluğu. Pratik olarak, Cumhurbaşkanlığına bağlanan her kurum ile ilgili kararları bizzat Cumhurbaşkanı alamayacağına göre, yapacağı görevlendirmeler ile merkezileştirilen güç yeniden dağıtılmak zorunda. Ancak bu delegasyonun özelliği, güçler ayrılığı değil, güçler birliği altında yapılmış olması olacak. 

Gücün merkezileştirilmesinin ikinci olası etkisi ise, güçle birlikte çelişkilerin de merkezileşmesidir. Bunun anlamı, farklı birimlerin kendi görev alanlarını ilgilendiren konularda yönetmekle yükümlü oldukları çelişkilerin doğrudan Cumhurbaşkanlığına taşınacak olmasıdır. Bunun sonucunda Cumhurbaşkanlığı bürokrasisi kısa zaman içinde, bir yandan “Toptancı Hal Konseyi” ile tarımsal lojistik sorunlarla, diğer yandan “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” ile emek sermaye ilişkilerini düzenlemekle, diğer yandan da “Yatırım Ofisi”, “Finans Ofisi” ve “Ekonomi Politikaları Kurulu” ile makroekonomik sorunlarla baş etmeye çalışan dev bir aygıt haline gelecektir. 

İstikrar Programı Sıkıntısı 

Tüm bu yapısal ve kurumsal sorunlara ek olarak, ekonomik gidişat açısından müdahale edilmeyi bekleyen sorunlar her geçen gün daha da büyüyor. En son Mayıs ayına ait açıklanan sanayi üretimi verisine baktığımızda, özellikle mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış verinin negatif olması, beklenen ekonomik yavaşlamanın başladığı gösteriyor. Sanayi üretimindeki daralma eğilimlerini zaten İmalat Satın Alma Yöneticisinin Listesi (PMI) verisinden görüyorduk. 

Özellikle üçüncü çeyrekten sonra bu eğilim daha da yoğunlaşacak. Bu aşamada bütün mesele, M. Şimşek'in formüle ettiği “yeniden dengelenme” planında öngörülen "yumuşak iniş" senaryosunun hayata geçip geçmeyeceği. Zira, bu senaryonun alternatifi, ekonominin hızla ve sert bir şekilde daralması yani “çakılma”. İkinci senaryoyu daha da içinden çıkılmaz kılan unsur ise, ekonomik daralmanın yüksek enflasyon ortamında gerçekleşmesi riski, yanı stagflasyonist kriz. 

Bu anlamda, yeni rejimin önünde eski ikilem duruyor: Ya ekonomik sorunları 2019’un ikinci yarısına erteleyebilecek yeni bir “geleceğe kaçış” programının formüle edilmesi ya da IMF’siz IMF programı anlamına gelen bir istikrar programının ilan edilmesi. İktidarın bu ikilem ile nasıl baş edeceğini yakın zamanda açıklanacağı ilan edilen yeni Orta Vadeli Program’da göreceğiz. Şimdilik kesin olan, herhangi bir değişiklik olmazsa, Mart 2019’da yapılması öngörülen yerel seçimlerin arifesinde ekonomik sorunların iktidarı daha da sıkıştıracağı bir konjonktüre girdiğimiz.

***

Bu yazı, 19.07.2018 tarihinde 1+1 Forum sitesinde yayımlandı.