PATLAMAYA HAZIR
Yeni arayışlar kadar sert siyasi manevralara da boğulduk. Nedenleri elbette krizin toplumsal etkilerinin görülmeye devam etmesinde yatıyor.
Youtube kanallarında döviz kurunun ne olacağına dair ahkâm kesen bazı kendinden menkul şahısların videolarının yüz binler izlenmesi Türkiye’deki kaygı seviyesini iyi özetliyor. Hanelerin dövizle borçlanmasına izin verilmese dahi, şirketlerin yüklü döviz borçları ve ithal girdilerin ekonomideki önemi dolayısıyla hayat standartlarının kur seyrine bağlı olduğunun farkında olan milyonlar halen ne oluyor sorusunu birbirlerine soruyor, alternatif kanallardan bilgi almaya çalışıyor, birikim sahibi haneler ise yabancı para mevduatlarını tutmaya devam ediyorlar.
Bu kaygı Türkiye’deki eşitsizliklerle de doğrudan ilgili. Burası düşenin o kadar zor kalkabildiği bir ülke ki, herkes diğerinin tepesine basarak konumunu korumakta mahir.
TÜİK verilerine göre en zengin yüzde 20’lik grubun en düşük gelirli yüzde 20’lik grubun 7,8 katı fazla kazandığı görülüyor. Gelir adaletsizliğini ölçen Gini katsayısı 2018 yılı için 0,408 olarak tahmin ediliyor Söz konusu verilere göre Türkiye OECD’de en derin gelir adaletsizliğinin görüldüğü ülkeler sıralamasında yine Meksika ile ikinciliğe güreşecek. Şili’yi koltuğundan indirmek zor, ama bu gidişle “yeni Türkiye” için o da imkânsız değil.
Vergi öncesi gelir üzerinden tahmin yürüten Dünya Eşitsizlik Veri Tabanı, Türkiye’de toplumun en tepesindeki yüzde 1’lik kesimin gelirin yüzde 23,6’sını aldığını belirtiyor. Dağıtılmamış şirket kârları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’deki eşitsizliğin mevcut Gini katsayısının ima ettiğinin fersah fersah ötesinde olduğu biliniyor.
Çok yoğun bir adaletsizliğin hüküm sürdüğü ve piyasacılığın derin kök saldığı çeşitli ülkelerde emek piyasasından dışlanma ya da sınırlı birikimini yitirme korkusu çok önemli bir yer kaplıyor. Türkiye farklı bir konumda değil. Bunun siyasi anlamı da açık: Sert değişimlere açık bir toplumsal ortamdayız.
TAKSİTTEN TAKSİTE
Ancak kaynayan toplum 2018-19 krizine kadar (bazı gruplar açısından 2013-15’e kadar) daha fazla tüketme trendi de sergiliyordu denilebilir. Kriz ortamında harcamalarını kısan hanelerle eğilimin tersine döndüğünü biliyoruz. Ancak son on yıldaki değişim daha alacalı bir resim sunuyor. TÜİK’in yaşam koşulları verileri esasen yıldan yıla radikal değişiklikler sergilemiyor. Ancak eğilimi ve dönüm noktalarını göstermesi için 2008-18 arasında dört yılı seçerek bir tablo hazırladım.
Aşağıdaki tabloda ilk tespit ev sahipliği oranının azalıyor olması. Ne TOKİ’nin sözde hedef grubuna yönelik projeleri ne de 2010-11’deki kredi çılgınlığı kâr etmiş duruyor. Bu arada TÜİK’in başka verilerini işleyen çalışmalar uzun dönemde ev sahipliği oranında daha sert bir düşüş olduğunu belirtiyor.
Gayrimenkul gelirlerinin neredeyse bütünüyle en tepedeki yüzde 20’lik gruba gittiği bu ortamda, en başta kiracılar olmak üzere ve konut borcunun altında ezilen çeşitli kesimler halen sağlıksız koşullarda hayatlarını sürdürüyorlar. 2018’de nüfusun yüzde 36’sı halen sızdıran çatılar altında, nemli duvarlar arasında yaşıyor. Kabaca her 10 kişiden biri yoğun bir şekilde suç ve şiddet altında yaşadığını beyan ediyor. Kuşaklar boyunca her 10 kişiden birinin yoğun suç ve şiddet altında olduğu bir ortamda toplumsal barışın inşa edilmesinin çok daha zor olduğunu eklemeye lüzum olmamalı.
Bir kısmı ev sahiplerinin fiili kölesi haline gelmiş, hatırı sayılır bölümü kötü koşullarda yaşayan nüfusun aynı zamanda borç altında inlediğini görüyoruz. Önceki yıllara göre yüksek faiz ve sonrasında da kriz nedeniyle hane borçluluğunun oransal olarak artışı durmuş olsa da Türkiye’de nüfusun en az üçte ikisinin borç çevirdiğini, taksitten taksite koştuğunu görmek gerekiyor.
Yaşam koşullarına odaklanıldığında bazı tüketim göstergelerinin son on yıl içinde iyileştiği düşünülebilir. Ancak burada da ayrıntılara dikkat: Türkiye’de evinin ısınma ihtiyacını karşılayamayanların oranı son on yılda yüzde 40’lardan yüzde 20 altına düştü. Fakat bu oranın son yıllarda yükselişe geçtiğini, halen kabaca her beş kişiden birisinin ısınamadığını bilmek gerekiyor. Otomobil sahipliği oranının yüzde 46’ya fırlamış olması muazzam varlık içinde yüzmeyi ifade etmiyor. Borç ve harçla alınan otomobiller servet niteliği taşımıyor. Ancak akaryakıt fiyatı ve vergi düzenlemelerinin gösterdiği üzere hem devlet için önemli bir gelir kaynağı hem de muazzam bir siyasi söylem alanı oluşturuyorlar.
Daha fazla dayanıklı mal sahibi olmaya daha iyi beslenmenin eşlik ettiğini söylemekse pek uygun değil. Gelir ve yaşam koşulları istatistikleri bu alanda et, tavuk, balık içeren yemek masrafının karşılanabilmesine bakıyor. Karşılayamayanların oranı hızla düşüyor diyebilirsiniz. Fakat yemek şovları gibi bu verilere de dikkatli yaklaşmalı: Artık etten anladığımız esasen tavuk. Et tüketimi içinde kırmızı etin ağırlığı 1990’larda yüzde 60’lardan AKP döneminde yüzde 40’a geriledi. Üstelik tavuk eti fiyatı yıllar boyunca reel olarak geriledi, ancak tavuk eti, 2019’un ilk altı ayında ortalama yüzde 38 zam gördü.
Kısacası taksitten taksite koşan, büyük oranda borç çevirme telaşındaki milyonlar halen 10-15 yıl öncesine göre bazı dayanıklı tüketim mallarına daha fazla sahipler. Ama bu değişim, toplumun üçte birinden fazlasının sağlıklı olmayan koşullarda yaşadığını, söz konusu kesimlerin beklenmedik bir gelişme karşısında borç kapanına savrulduklarını, toplumun yüzde 70’inin de borçlu olduğunu unutturmamalı.
BUNA TUTUNMAK MI DENİR?
Oğuz Atay hayatın istatistiklere sığmayacağını, ama ısrarla rakamlara başvurarak trajedileri anlattığımızı ima ederken çok acı bir dil kullanıyordu:
“Parklar, bahçeler ve kırlar genel müdürlüğüne göre de, altmış bin papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı yirmi sekiz bin metrekarelik bir sahanın çimleri ezilmiş. Tahmini zarar, yarım milyon lira civarında. Uzun sözün kısası, nefes alışın bile izleniyor Selim. Manastıra çekilmekten başka çare yok. Onun istatistiği henüz tutulmamış. Yalnız, geleneklerimize uygun görülmüyor. Medreseye çekilseydin, daha milli olurdu.”
Gelir ve yaşam koşulları istatistiklerinin başka birçok veri gibi borçlunun trajedisini, yoksulun acısını, toplumdaki bölünmüşlüğü tarif etmek için yetersiz kaldığı söylenebilir. Ancak post-hakikat çağı olduğu iddia edilen günümüzde bizzat resmi veriler üzerinden iktidar politikalarının sonuçlarını göstermeye çalışmak anlamlı.
1000 TL’nin altında emekli maaşı kalmayacak vaadini marifet gibi savuran, anket dağıtarak sorun tespiti yapan ve sosyal devleti ayağa kaldırdığını sananların bakanlık yaptığı bir dönemdeyiz. Oğuz Atay kadar acı bir dil geliştiremiyorsak, daha vaat ederken tabaktaki iki lokmanın birisini alan yönetim anlayışını teşhir etmek iyi olabilir. Sonuçta bu veriler bizleri sarmalayan kaygı ve gerginliğin nedenlerinden bazılarını doğrudan ele veriyor.