4 Aralık 2016 Pazar

Dövizdeki Hareketin Faturasını Kim Ödeyecek?

Son haftalarda TL’nin hızlı değersizleşmesi ile Türkiye ekonomisinde 2000’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının çelişkili yönleri daha da belirginleşti. Dövizin hızlı yükselişi, diğer etkilerinin yanında özel sektörün döviz borcunun çevrilmesi sorunlarını gündeme getirdi. O zaman soralım: Özel sektör neden bu kadar borçlu? Bu artan borcun 2000’li yıllarda izlenen ekonomi politikası ile bağlantıları nelerdir? Yanıtlar aşağıda. Geldiğimiz noktayı baştan söyleyeyim: Türkiye’de 2000’li yıllar boyunca izlenen birikim modelinin sonuna geliyoruz.

Dış Borcun “Özelleştirilmesi”
Uluslararası kurumların verilerine göre Türkiye, reel sektör şirketlerinin borçları/GSYH oranı Çin hariç tutulduğunda gelişen dünya ortalamasının üzerinde. 2016’nın ilk çeyreğinde bu oran % 56,3'e ulaştı. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) son açıklanan Finansal İstikrar Raporu’na göre (FİR) firmaların döviz açık pozisyonunun “TCMB döviz rezervlerine oranı yüzde 200 ve bir yıllık toplam mal ve hizmet ihracatına oranı yüzde 100’e yaklaşmıştır” (s. 26). Kamunun dış borcu ise özel firma borçluluğunun çok altında. Raporda değinilmiyor ama firma borçlarının, özellikle de döviz biçimindeki borçlarının artmasının temelinde 2000’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının bir sonucu olarak “dış borçların özelleştirilmesi” süreci yatmaktadır. Yani bu sorun, uygulanan ekonomi politikasının dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Para Politikası
Bildiğiniz gibi TCMB’nin yasal olarak görevi fiyat istikrarını sağlamak yani enflasyonu kontrol altında tutmak. Politika faizi ise, bu amaca ulaşmak için kullanılan araçların başında geliyor. Enflasyonu kontrol etmek için faiz aracının kullanılması, uluslararası fon girişi ile sonuçlanıyor. Yani Türkiye’de döviz bollaşıyor ve fiyatı düşüyor. Ulusal paranın değerlenmesi anlamına gelen bu sürecin iki temel sonucu var: (i) ithalatın kolaylaşması, (ii) döviz biçiminde gerçekleşen borçların artması.
İthalatı kolaylaştıran bu ekonomi politikası, bir yandan ekonomik büyümenin sağlanmasına diğer yandan da cari açığın artmasına neden oluyor. Bunun nedeni, Türkiye’deki üretim yapısının ithalata bağımlı olması. Gerek iç tüketim gerekse ihracat için yapılan üretim için ithal malların kullanılması bir zorunluluk. Bu politikanın ikinci sonucu firmaların döviz biçiminde borçlarının artması. Enflasyonu kontrol altına almada kullanılan faiz politikasının ulusal paranın değerlenmesi ile sonuçlanması, firmalar için döviz biçiminde borçlanmayı cazip hale getiren bir işlev gördü. Gerek bankalar aracılığıyla, gerekse doğrudan yurt dışından borçlanan firmalar, izlenilen para politikası sonucunda daha ucuza finansman sağlama olanağına kavuştular.

Uluslararası Konjonktür
Bu ekonomi politikasını mümkün kılan ise küresel ekonomik konjonktür. Türkiye ekonomisi 2008 krizine kadar küresel kredi genişlemesinden yararlandı. 2009 sonrasında merkez kapitalist ülkelerde krizden çıkış için uygulanan politikalar ise Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının ortaya çıkmasını bir süre daha erteledi. Ancak 2012 sonrasında küresel kredi olanaklarının sıkılaşması, özellikle son yıllarda da net çıkışların yaşandığı ayların çoğalması, sorunların açığa çıkmasına neden oluyor. Önümüzdeki dönemde ise küresel konjonktür, Türkiye ekonomisinin mevcut yapısını sürdürerek yüksek tempolu bir büyüme eğilimini yakalamasını giderek zorlaştıracak bir yolda şekilleniyor. 



Hazine Garantili Firma Borçları
Özel sektör borcunun hızla artması, uygulanan ekonomi politikası yanında, son yıllarda sayısı artan büyük ölçekli kamu yatırımları (esasında Kamu Özel İşbirliği – KOİ) ile de ilgili. TCMB’nin açıkladığı son FİR’de bu eğilim şöyle dile getirilmiş: “Uzun vadeli ve büyük miktarlı finansman gerektiren KÖİ yatırımlarının neredeyse tamamının YP cinsi kaynakla finanse ediliyor olması da açık pozisyondaki artış eğilimine önemli katkı yapmıştır” (s. 26).
Yani son dönemde artan büyük yatırımlar ve bunlarla ilgili anlaşmaların döviz üzerinden yürütülmesi, firma borçlarının artmasına neden olmuş. Ancak hükümetin dolardaki artıştan çok rahatsız olmaması, kur riskinin büyük oranda KÖİ projelerinden kaynaklanmasına ve bu yatırımların kamu garantisi kapsamında olmasından kaynaklanıyor. Bunun anlamı şu: firmalar kur riski nedeniyle zorlandığında, bunu kamu yani hepimiz üstlenmiş olacağız. Firmalar kar etmeye devam edecek, potansiyel zararları bize aktarılacak. Yani karşılaştığımız tablo, bir yanıyla bu tip yatırımların neden özel sektör eliyle yapılmaması gerektiği ile ilgili bir örnek niteliğinde. Yine FİR’e dönersek bu husus şu şekilde ifade edilmiş:
“Genel olarak enerji, ulaştırma, sağlık ve inşaat sektörleri yatırımlarının dövize endeksli fiyatlar üzerinden kamu hizmet alım garantisi olan yenilenebilir enerji santralleri ve dağıtımı, havalimanları, köprü, otoyol ve şehir hastaneleri gibi projelerde yoğunlaşması yüklenici firmaları uzun vadede kredi ve kur risklerine karşı korumaktadır” (s. 27)
“Örneğin yenilenebilir elektrik enerjisi santrallerinde satılamayan veya beklenmedik durumlarda kapasite altı kalan üretim miktarı kamu tarafından önceden anlaşılan ve dövize endekslenmiş fiyatlar üzerinden satın alınmaktadır. Benzer şekilde, köprü ve otoyollardan geçen araç sayısı ve havaalanlarını kullanan yolcu adetinin belli değerlerin altında olması durumlarında kamu sektörü eksik kalan miktarı dövize endeksli fiyat üzerinden şirketlere ödemeyi taahhüt etmektedir. Böyle bir garanti, firmalara talep şoklarına karşı koruma sağladığı gibi YP kredi geri ödemelerinde de yüklenici firmaların döviz riskini azaltmaktadır”. (35)



Kar Firmanın, Zarar Halkın
Toparlayalım. Dövizdeki hareket, Türkiye ekonomisinin 2000’li yıllarda küresel konjonktürün elverişli olması sayesinde sürdürebildiği ekonomik modelin sonuna gelmemizin neticesinde yaşanıyor. Riskin en çok özel sektörün döviz borçları üzerine yoğunlaşması, şans eseri ortaya çıkmış bir sonuç değil. Uygulanan ekonomi politikalarının dolaysız bir sonucu.
Bu politikalar arasında para politikasının payı var. Ancak son dönemdeki artış, doğrudan KÖİ projeleri ile yapılan büyük yatırımlardan kaynaklanıyor. TL’nin değersizleşmesi, bu projelerde bir sorun yaratırsa Hazine garantisi devreye gireceğine göre, artık bu payı bütçeye yazarak hesaplama yapmalıyız. Yani kamu borcunun düşük olarak görünmesinde, Hazine garantilerinin buna dahil edilmemesi de etkili. Bundan sonra garantilerin devreye girmesi durumunda Hazine’nin borcu artacak. Kısacası, dövizdeki hareketin yaratacağı olumsuzluklar ile yaşanacak olan, kar garantisi verilen firmaların karlarına devam etmesine karşın, zararların halkın sırtına yüklenmesi olacak.




[1] Bu yazı, 02.12.2016 tarihinde Gazete Duvar’da yer almıştır. Erişim: