Son haftalarda TL’nin hızlı değersizleşmesi
ile Türkiye ekonomisinde 2000’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının
çelişkili yönleri daha da belirginleşti. Dövizin hızlı yükselişi, diğer
etkilerinin yanında özel sektörün döviz borcunun çevrilmesi sorunlarını gündeme
getirdi. O zaman soralım: Özel sektör neden bu kadar borçlu? Bu artan borcun
2000’li yıllarda izlenen ekonomi politikası ile bağlantıları nelerdir? Yanıtlar
aşağıda. Geldiğimiz noktayı baştan söyleyeyim: Türkiye’de 2000’li yıllar
boyunca izlenen birikim modelinin sonuna geliyoruz.
Dış Borcun “Özelleştirilmesi”
Uluslararası kurumların verilerine göre Türkiye, reel sektör şirketlerinin
borçları/GSYH oranı Çin hariç tutulduğunda gelişen dünya ortalamasının
üzerinde. 2016’nın ilk çeyreğinde bu oran % 56,3'e ulaştı. Türkiye Cumhuriyet
Merkez Bankası’nın (TCMB) son açıklanan Finansal İstikrar Raporu’na göre (FİR) firmaların döviz
açık pozisyonunun “TCMB döviz rezervlerine oranı yüzde
200 ve bir yıllık toplam mal ve hizmet ihracatına oranı yüzde 100’e yaklaşmıştır”
(s. 26). Kamunun dış borcu ise özel firma borçluluğunun çok altında. Raporda
değinilmiyor ama firma borçlarının,
özellikle de döviz biçimindeki borçlarının artmasının temelinde 2000’li
yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının bir sonucu olarak “dış borçların
özelleştirilmesi” süreci yatmaktadır. Yani bu sorun, uygulanan ekonomi
politikasının dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Para Politikası
Bildiğiniz gibi TCMB’nin yasal
olarak görevi fiyat istikrarını sağlamak yani enflasyonu kontrol altında
tutmak. Politika faizi ise, bu amaca ulaşmak için kullanılan araçların başında
geliyor. Enflasyonu kontrol etmek için faiz aracının kullanılması, uluslararası
fon girişi ile sonuçlanıyor. Yani Türkiye’de döviz bollaşıyor ve fiyatı
düşüyor. Ulusal paranın değerlenmesi anlamına gelen bu sürecin iki temel sonucu
var: (i) ithalatın kolaylaşması, (ii) döviz biçiminde gerçekleşen borçların
artması.
İthalatı kolaylaştıran bu ekonomi politikası, bir yandan
ekonomik büyümenin sağlanmasına diğer yandan da cari açığın artmasına neden
oluyor. Bunun nedeni, Türkiye’deki
üretim yapısının ithalata bağımlı olması. Gerek iç tüketim gerekse ihracat için
yapılan üretim için ithal malların kullanılması bir zorunluluk. Bu
politikanın ikinci sonucu firmaların döviz biçiminde borçlarının artması. Enflasyonu kontrol altına almada kullanılan faiz
politikasının ulusal paranın değerlenmesi ile sonuçlanması, firmalar için döviz
biçiminde borçlanmayı cazip hale getiren bir işlev gördü. Gerek bankalar
aracılığıyla, gerekse doğrudan yurt dışından borçlanan firmalar, izlenilen para
politikası sonucunda daha ucuza finansman sağlama olanağına kavuştular.
Uluslararası Konjonktür
Bu ekonomi politikasını mümkün kılan ise küresel ekonomik
konjonktür. Türkiye ekonomisi 2008 krizine kadar küresel kredi genişlemesinden
yararlandı. 2009 sonrasında merkez kapitalist ülkelerde krizden çıkış için uygulanan
politikalar ise Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının ortaya çıkmasını bir
süre daha erteledi. Ancak 2012 sonrasında küresel kredi olanaklarının
sıkılaşması, özellikle son yıllarda da net çıkışların yaşandığı ayların
çoğalması, sorunların açığa çıkmasına neden oluyor. Önümüzdeki dönemde ise
küresel konjonktür, Türkiye ekonomisinin mevcut yapısını sürdürerek yüksek
tempolu bir büyüme eğilimini yakalamasını giderek zorlaştıracak bir yolda
şekilleniyor.
Hazine Garantili Firma Borçları
Özel sektör borcunun hızla artması, uygulanan ekonomi
politikası yanında, son yıllarda sayısı artan büyük ölçekli kamu yatırımları
(esasında Kamu Özel İşbirliği – KOİ) ile de ilgili. TCMB’nin açıkladığı son
FİR’de bu eğilim şöyle dile getirilmiş: “Uzun vadeli ve büyük miktarlı
finansman gerektiren KÖİ yatırımlarının neredeyse tamamının YP cinsi kaynakla
finanse ediliyor olması da açık pozisyondaki artış eğilimine önemli katkı
yapmıştır” (s. 26).
Yani son dönemde artan büyük yatırımlar ve bunlarla
ilgili anlaşmaların döviz üzerinden yürütülmesi, firma borçlarının artmasına
neden olmuş. Ancak hükümetin dolardaki artıştan çok rahatsız olmaması, kur
riskinin büyük oranda KÖİ projelerinden kaynaklanmasına ve bu yatırımların kamu
garantisi kapsamında olmasından kaynaklanıyor. Bunun anlamı şu: firmalar kur
riski nedeniyle zorlandığında, bunu kamu yani hepimiz üstlenmiş olacağız.
Firmalar kar etmeye devam edecek, potansiyel zararları bize aktarılacak. Yani
karşılaştığımız tablo, bir yanıyla bu tip yatırımların neden özel sektör eliyle
yapılmaması gerektiği ile ilgili bir örnek niteliğinde. Yine FİR’e dönersek bu
husus şu şekilde ifade edilmiş:
“Genel olarak
enerji, ulaştırma, sağlık ve inşaat sektörleri yatırımlarının dövize endeksli
fiyatlar üzerinden kamu hizmet alım garantisi olan yenilenebilir enerji
santralleri ve dağıtımı, havalimanları, köprü, otoyol ve şehir hastaneleri gibi
projelerde yoğunlaşması yüklenici firmaları uzun vadede kredi ve kur risklerine
karşı korumaktadır” (s. 27)
“Örneğin
yenilenebilir elektrik enerjisi santrallerinde satılamayan veya beklenmedik
durumlarda kapasite altı kalan üretim miktarı kamu tarafından önceden anlaşılan
ve dövize endekslenmiş fiyatlar üzerinden satın alınmaktadır. Benzer şekilde,
köprü ve otoyollardan geçen araç sayısı ve havaalanlarını kullanan yolcu
adetinin belli değerlerin altında olması durumlarında kamu sektörü eksik kalan
miktarı dövize endeksli fiyat üzerinden şirketlere ödemeyi taahhüt etmektedir.
Böyle bir garanti, firmalara talep şoklarına karşı koruma sağladığı gibi YP
kredi geri ödemelerinde de yüklenici firmaların döviz riskini azaltmaktadır”.
(35)
Kar Firmanın, Zarar Halkın
Toparlayalım. Dövizdeki hareket, Türkiye ekonomisinin
2000’li yıllarda küresel konjonktürün elverişli olması sayesinde sürdürebildiği
ekonomik modelin sonuna gelmemizin neticesinde yaşanıyor. Riskin en çok özel
sektörün döviz borçları üzerine yoğunlaşması, şans eseri ortaya çıkmış bir
sonuç değil. Uygulanan ekonomi politikalarının dolaysız bir sonucu.
Bu politikalar arasında para politikasının payı var.
Ancak son dönemdeki artış, doğrudan KÖİ projeleri ile yapılan büyük
yatırımlardan kaynaklanıyor. TL’nin değersizleşmesi, bu projelerde bir sorun
yaratırsa Hazine garantisi devreye gireceğine göre, artık bu payı bütçeye
yazarak hesaplama yapmalıyız. Yani kamu borcunun düşük olarak görünmesinde,
Hazine garantilerinin buna dahil edilmemesi de etkili. Bundan sonra
garantilerin devreye girmesi durumunda Hazine’nin borcu artacak. Kısacası, dövizdeki
hareketin yaratacağı olumsuzluklar ile yaşanacak olan, kar garantisi verilen
firmaların karlarına devam etmesine karşın, zararların halkın sırtına
yüklenmesi olacak.