Geçtiğimiz hafta Obama'nın krizden çıkış için hazırlanan planı açıklaması, piyasalardaki sert düşüşleri engelleyemedi. ECB'deki Alman üyenin istifası, Almanya'nın Eurobond konusunda isteksizliği olarak algılandı ve kriz beklentileri yine arttı. Yunanistan konusundaki yeni çılgınlığın adı ise şu: Bu hafta sonu Yunanistan batacak!Türkiye ise ilk çeyrekten sonra ikinci çeyrekte de dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer aldı.
Son yazımızda belirttiğimiz ABD'de kriz karşıtı tedbirlerin bir kısmı olarak hazırlanan 447 milyar dolarlık istihdam planı geçtiğimiz hafta Kongre'ye sunuldu. Obama, planın amacını şöyle açıkladı: insanları yeniden istihdam etmek ve çalışanların ceplerine daha fazla para koymak. İstihdam paketinde planlanan harcamalar ise şu alanlarda: Geniş çaplı bir yerniden imar faaliyetine girişmek (okullar, otoyollar, havaalanları), uzun dönem işsiz olanları istihdam eden şirketlere vergi indirimleri ve yine KOBİ'lere vergi indirimleri. Görünüşe baklırsa Obama, Başbakanımız'ın "duble yol" projesinden etkilenmişe benziyor! Daha önce de söylediğimiz gibi bir çeşit Keynesciliğe dayanan istihdam programının mantığı ise basit. İstihdamı artırmak için devlet desteği verilmesi, bu yolla harcamaların artırılarak iç talebin canlandırılması ve bunun da yeniden ekonomik büyümeyi uyararak halen içinde bulunulan resesyon durumundan çıkılmasını ummak. Programdan beklenen ise 1.9 milyon kişiye yeni istihdam yaratılması ve ekonominin yüzde 2 oranında büyümesi.
Tabii işin bir de siyasi yanı var. 14 ay sonraki başkanlık seçimlerinde bu düzeydeki işsizlik oranının halen sürmesi durumunda Obama'nın yeniden seçilmesi oldukça zor görünüyor. Zira şu anki işsizlik oranları İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en yüksek seviyelerden birinde.
Bu arada Obama'nın planı açıklamış olması, hemen uygulamaya girmesi anlamına da gelmiyor. Paketin hayata geçmesi için Kongre'nin onayı gerekiyor. Cumhuriyetçilerin "bu bir sınıf savaşı" ya da "bu bir istihdam paketi değil, yeniden seçilme planı" demeçlerine bakılırsa, bu tasarının geçmesi de önceki borç tavanı tartışması gibi sıkıntılı olacağa benziyor.
Gerçekten de, paketin açıklanmasından sonra Amerikan piyasalarında herhangi bir iyimserlik havası oluşmadı, aksine, borsalardaki düşüşler evam etti. Üstüne üstlük, sermaye kesimleri, paketin istihdamı artırmada teşvik edici olamayacağı ileri sürdü.
Avrupa'ya dönersek, hafta başında Almanya'da krizin seyrini etkileyebilecek ilginç bir dava görüldü. Davanın konusu ise, Alman vatandaşlarının verdiği vergiler ile başka ülkelerin (Yunanistan ya da İtalya gibi) kurtarılmasının Alman anayasına uygun olup olmadığı idi. Ve mahkeme, üzerine düşeni yaptı ve bunun kanuna aykırı olmadığını açıklayarak piyasaların derin bir nefes almasını sağladı!
Ancak Almanya ve Avrupa için alınan bu derin nefes pek uzun sürmedi ve yine Almanya'dan gelen ihracat rakamlarındaki düşüş ve Jürgen Stark'ın ECB'den istifası, borsalarda yeniden sert düşüşlere neden oldu.
Almanya'nın Avrupa Birliği Merkez Bankası'ndaki temsilcisi olan Stark, istifasının "kişisel" nedenlerle olduğunu söylemesine rağmen, piyasalar açısından esas mesele, Almaya'nın borç krizine giren diğer Avrupa Birliği ülkelerini kurtarma yönündeki çabalarına karşı çıkan, içeriden gelen muhalefetin etkili olması korkusu. Stark'ın istifası ile yeniden gündeme gelen ve uygulanan kurtarma planlarına karşı çıkan "Alman muhalefeti" ise, ECB'nin temel görevinin fiyat istikrarı olduğunu, ülke kurtarmak gibi siyasi bir amacının olmadığını savunuyor. Dolyısıyla, böyle bir istifa, Avrupa Birliği'ndeki borç krizi yaşayan ülkeler için kurtarıcı olarak görülen ECB'nin de yeterince güvenilir olmadiğı fikrini beraberinde getirdiğinden, giderek Avrupa Birliği'nin ve Euro'nun geleceğinin de belirsiz olarak görülmesine neden oldu.
İtalya'ya da şimdilik borcun görece yüksek faizlerle de olsa çevrilebildiği görülse de, önümüzdeki dönemde önlemler paketinin ne kadarının uygulanacağı, İtalya'daki muhalefetin tepkisine bağlı.
İngiltere ise, bir mali krizin eşiğinde iken, Amerika'dakine benzer bir genişleme programına şimdilik uzak bakıyor.
Gelelim Yunanistan konusundaki yeni çılgınlığa! İki haftadır, özellikle hafta sonundaki günlere girildiğinde "bu hafta sonu Yunanistan batacak" söylentileri yayılmaya başlıyor! Gerçi söylentilerin içinde gerçek payının olması durumu ciddileştiriyor ancak buradaki mesele Yunanistan'ın batması değil, ellerinde milyarlarca Euro değerinde Yunan devlet tahvilleri olan Fransız ve Alman bankalarının bu durumdan etkilenmesi. Bu ihtimal ise özellikle Fransa'da banka kağıtlarının son dönemde sürekli değer yitirmesine neden oluyor. Tüm bunlara rağmen Yunanistan'daki muhalefet hala geri çekilmiş değil. Ortaya konulan program tam anlamıyla uygulanamıyor. Zaten Yunanistan'ın resmen borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesi, şu anda yaşanandan çok daha kötü bir durum yaratmayacağından, krizin faturasının kendi üstlerine bindirilmesine karşı çalışanlar açısından pakete karşı direnmek çok meşru durumda. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, bir anlamda Euro'nun ve hatta Avrupa Birliği'nin kaderi Yunan sokaklarında belirlenecek diyebiliriz.
Avrupa'da yaşanan bu sıkıntılar karşısında Asya-Pasifik merkez bankaları da ortak hareket etme kararı aldı ve şimdilik faiz oranlarını değiştirmeyeceklerini ilan ederek Batı'daki durgunluktan duydukları endişeyi ifade ettiler.
Artık resesyon riskinin arttığına ilişkin haberler, kimseyi çok etkilemiyor. Zira ekonomik verilerin gerçek hayatı birkaç ay geriden takip ederek ilan edildiği düşünülürse, aslında şu anda Avrupa ve Amerika'da yaşanan şeyin birkaç ay sonra ilan edimesi anlamına geliyor. Şu anda iktisatçılar açısından mesele, bunun tam tarihini tespit etmek gibi görünüyor! Ve tabii ki Rubini bu görevi kimseye bırakma niyetinde değil, yine krizin çok yakın olduğunu hatırlatıyor.
Tüm bu kargaşanın arasında, Türkiye'de ikinci çeyrek büyüme rakamları geldi ve görüldü ki, ilk çeyrekte dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olan Türkiye, ikinci çeyrekte de Çin'in % 9.5'lik büyümesinin ardından % 8.8 ile dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi durumunda. Büyümenin kaynaklarına bakıldığında ise, iç talepteki canlanmanın önemli olduğunu görüyoruz. Hem de bu durum, Merkez Bankası ve BDDK'nın kredileri kısmasına rağmen gerçekleşiyor.
Bu büyüme tablosunun ne kadar süreceğini tam olarak bilemiyoruz ancak merkez bankası yıl sonunda % 6 civarında bir büyüme olacağını öngörmüş durumda. Eğer bu tahmin doğru çıkarsa, yılın ikinci yarısında Türkiye ekonomisinin durma noktasına geleceğini düşünmek gerekir.
Yüksek büyüme oranları ile ilgili TÜSİAD başkanının yaptığı açıklama ise, kriz ortamında ihracat pazarlarındaki talebin azalacağı ve bunun karşısında iç talebin güçlü olmasının "iyi" bir gelişme olduğu yönünde. Ancak Türkiye'deki üretim yapısı dikkate alındığında, üretimin büyük ölçüde ithal girdilere dayandığı düşünüldüğünde, iç talepteki canlanmanın cari açık sorurunu ortadan kaldırmayacağı açık.
Son yazımızda belirttiğimiz ABD'de kriz karşıtı tedbirlerin bir kısmı olarak hazırlanan 447 milyar dolarlık istihdam planı geçtiğimiz hafta Kongre'ye sunuldu. Obama, planın amacını şöyle açıkladı: insanları yeniden istihdam etmek ve çalışanların ceplerine daha fazla para koymak. İstihdam paketinde planlanan harcamalar ise şu alanlarda: Geniş çaplı bir yerniden imar faaliyetine girişmek (okullar, otoyollar, havaalanları), uzun dönem işsiz olanları istihdam eden şirketlere vergi indirimleri ve yine KOBİ'lere vergi indirimleri. Görünüşe baklırsa Obama, Başbakanımız'ın "duble yol" projesinden etkilenmişe benziyor! Daha önce de söylediğimiz gibi bir çeşit Keynesciliğe dayanan istihdam programının mantığı ise basit. İstihdamı artırmak için devlet desteği verilmesi, bu yolla harcamaların artırılarak iç talebin canlandırılması ve bunun da yeniden ekonomik büyümeyi uyararak halen içinde bulunulan resesyon durumundan çıkılmasını ummak. Programdan beklenen ise 1.9 milyon kişiye yeni istihdam yaratılması ve ekonominin yüzde 2 oranında büyümesi.
Tabii işin bir de siyasi yanı var. 14 ay sonraki başkanlık seçimlerinde bu düzeydeki işsizlik oranının halen sürmesi durumunda Obama'nın yeniden seçilmesi oldukça zor görünüyor. Zira şu anki işsizlik oranları İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en yüksek seviyelerden birinde.
Bu arada Obama'nın planı açıklamış olması, hemen uygulamaya girmesi anlamına da gelmiyor. Paketin hayata geçmesi için Kongre'nin onayı gerekiyor. Cumhuriyetçilerin "bu bir sınıf savaşı" ya da "bu bir istihdam paketi değil, yeniden seçilme planı" demeçlerine bakılırsa, bu tasarının geçmesi de önceki borç tavanı tartışması gibi sıkıntılı olacağa benziyor.
Gerçekten de, paketin açıklanmasından sonra Amerikan piyasalarında herhangi bir iyimserlik havası oluşmadı, aksine, borsalardaki düşüşler evam etti. Üstüne üstlük, sermaye kesimleri, paketin istihdamı artırmada teşvik edici olamayacağı ileri sürdü.
Avrupa'ya dönersek, hafta başında Almanya'da krizin seyrini etkileyebilecek ilginç bir dava görüldü. Davanın konusu ise, Alman vatandaşlarının verdiği vergiler ile başka ülkelerin (Yunanistan ya da İtalya gibi) kurtarılmasının Alman anayasına uygun olup olmadığı idi. Ve mahkeme, üzerine düşeni yaptı ve bunun kanuna aykırı olmadığını açıklayarak piyasaların derin bir nefes almasını sağladı!
Ancak Almanya ve Avrupa için alınan bu derin nefes pek uzun sürmedi ve yine Almanya'dan gelen ihracat rakamlarındaki düşüş ve Jürgen Stark'ın ECB'den istifası, borsalarda yeniden sert düşüşlere neden oldu.
Almanya'nın Avrupa Birliği Merkez Bankası'ndaki temsilcisi olan Stark, istifasının "kişisel" nedenlerle olduğunu söylemesine rağmen, piyasalar açısından esas mesele, Almaya'nın borç krizine giren diğer Avrupa Birliği ülkelerini kurtarma yönündeki çabalarına karşı çıkan, içeriden gelen muhalefetin etkili olması korkusu. Stark'ın istifası ile yeniden gündeme gelen ve uygulanan kurtarma planlarına karşı çıkan "Alman muhalefeti" ise, ECB'nin temel görevinin fiyat istikrarı olduğunu, ülke kurtarmak gibi siyasi bir amacının olmadığını savunuyor. Dolyısıyla, böyle bir istifa, Avrupa Birliği'ndeki borç krizi yaşayan ülkeler için kurtarıcı olarak görülen ECB'nin de yeterince güvenilir olmadiğı fikrini beraberinde getirdiğinden, giderek Avrupa Birliği'nin ve Euro'nun geleceğinin de belirsiz olarak görülmesine neden oldu.
İtalya'ya da şimdilik borcun görece yüksek faizlerle de olsa çevrilebildiği görülse de, önümüzdeki dönemde önlemler paketinin ne kadarının uygulanacağı, İtalya'daki muhalefetin tepkisine bağlı.
İngiltere ise, bir mali krizin eşiğinde iken, Amerika'dakine benzer bir genişleme programına şimdilik uzak bakıyor.
Gelelim Yunanistan konusundaki yeni çılgınlığa! İki haftadır, özellikle hafta sonundaki günlere girildiğinde "bu hafta sonu Yunanistan batacak" söylentileri yayılmaya başlıyor! Gerçi söylentilerin içinde gerçek payının olması durumu ciddileştiriyor ancak buradaki mesele Yunanistan'ın batması değil, ellerinde milyarlarca Euro değerinde Yunan devlet tahvilleri olan Fransız ve Alman bankalarının bu durumdan etkilenmesi. Bu ihtimal ise özellikle Fransa'da banka kağıtlarının son dönemde sürekli değer yitirmesine neden oluyor. Tüm bunlara rağmen Yunanistan'daki muhalefet hala geri çekilmiş değil. Ortaya konulan program tam anlamıyla uygulanamıyor. Zaten Yunanistan'ın resmen borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesi, şu anda yaşanandan çok daha kötü bir durum yaratmayacağından, krizin faturasının kendi üstlerine bindirilmesine karşı çalışanlar açısından pakete karşı direnmek çok meşru durumda. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, bir anlamda Euro'nun ve hatta Avrupa Birliği'nin kaderi Yunan sokaklarında belirlenecek diyebiliriz.
Avrupa'da yaşanan bu sıkıntılar karşısında Asya-Pasifik merkez bankaları da ortak hareket etme kararı aldı ve şimdilik faiz oranlarını değiştirmeyeceklerini ilan ederek Batı'daki durgunluktan duydukları endişeyi ifade ettiler.
Artık resesyon riskinin arttığına ilişkin haberler, kimseyi çok etkilemiyor. Zira ekonomik verilerin gerçek hayatı birkaç ay geriden takip ederek ilan edildiği düşünülürse, aslında şu anda Avrupa ve Amerika'da yaşanan şeyin birkaç ay sonra ilan edimesi anlamına geliyor. Şu anda iktisatçılar açısından mesele, bunun tam tarihini tespit etmek gibi görünüyor! Ve tabii ki Rubini bu görevi kimseye bırakma niyetinde değil, yine krizin çok yakın olduğunu hatırlatıyor.
Tüm bu kargaşanın arasında, Türkiye'de ikinci çeyrek büyüme rakamları geldi ve görüldü ki, ilk çeyrekte dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olan Türkiye, ikinci çeyrekte de Çin'in % 9.5'lik büyümesinin ardından % 8.8 ile dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi durumunda. Büyümenin kaynaklarına bakıldığında ise, iç talepteki canlanmanın önemli olduğunu görüyoruz. Hem de bu durum, Merkez Bankası ve BDDK'nın kredileri kısmasına rağmen gerçekleşiyor.
Bu büyüme tablosunun ne kadar süreceğini tam olarak bilemiyoruz ancak merkez bankası yıl sonunda % 6 civarında bir büyüme olacağını öngörmüş durumda. Eğer bu tahmin doğru çıkarsa, yılın ikinci yarısında Türkiye ekonomisinin durma noktasına geleceğini düşünmek gerekir.
Yüksek büyüme oranları ile ilgili TÜSİAD başkanının yaptığı açıklama ise, kriz ortamında ihracat pazarlarındaki talebin azalacağı ve bunun karşısında iç talebin güçlü olmasının "iyi" bir gelişme olduğu yönünde. Ancak Türkiye'deki üretim yapısı dikkate alındığında, üretimin büyük ölçüde ithal girdilere dayandığı düşünüldüğünde, iç talepteki canlanmanın cari açık sorurunu ortadan kaldırmayacağı açık.