20 Eylül 2011 Salı

Bir Ay Sonra Krizin Neresindeyiz?

2008 krizinden sonra yeniden toparlanma ve dünya ekonomilerinin yeniden büyüme trendine girişi beklenirken, 2011 yılının Ağustos ayında, Avrupa ve ABD'deki devlet borçları konusu, ikinci dip beklentilerini güçlendirdi. Önceki krizde bankaları kurtaran devletlerdi. Özel zarar, merkez bankaları aracılığıyla toplumsallaştırıldı, kamu borcu haline getirildi. Şimdi tek tek ülkeler kamu borcunu ödeyemez hale geldiklerinde, onların zararlarını sosyalleştirecek haminin kim olacağı ise meçhul. Yani bankalar battığında merkez bankaları kurtarır, küçük ülkeler battığında büyük ülkeler yardıma koşar. Ancak büyük ülkeler battığında - ki bu aktüel bir olasılık- ne olacağını henüz kimse bilmiyor. Muhtemelen, krizin bu kadar yakın ve yıkıcı olarak geldiğinin "hissedilmesinin" ardında cevabı bilinmeyen bu soru yatıyor[1].
           Geçen Ay Ne oldu?
Geçtiğimiz ayın (Ağustos 2011) ilk yarısında, dünya piyasaları 2008 krizinde kaldığı yerden devam etmek üzere harekete geçti. Daha Yunanistan’ın kamu borçlarını ödeyemeyerek iflasını ilan etmesinin sınırından yeni dönülmüşken, İspanya ve İtalya’da da benzeri beklentiler ard arda yükselmeye başladı. Bunların üzerine dünyanın önde gelen kredi değerlendirme kuruluşlarından olan Standard&Poors’un (S&P) ABD’nin kredi notunu düşürmesi de eklenince, kriz beklentilerine en duyarlı alanlar olarak borsalar, dünya genelinde %4 civarında sert düşüşler yaşadı. Türkiye’de ise Merkez Bankası sürecin hemen başlangıcında olağanüstü toplanarak bir takım tedbirler almaya çalışsa da, 1-15 Ağustos arasında Türkiye krizden en çok etkilenen ülkeler arasında yer alarak %16’nın üzerinde borsa düşüşleri yaşadı.
Yine geçtiğimiz ay, küresel anlamda sürece müdahale eden iki temel aktör olarak iki merkez bankası vardı, European Central Bank (ECB) ve (Federal Reserve System) FED. ECB başkanı Trichet, haftanın hemen başında yaptığı açıklamada yaşananları “2. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük kriz” olarak nitelendirdi. Ardından da Avrupa Birliği Finansal İstikrar Fonu'nda bulunan 440 milyar Euro’nun İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeleri kurtarmaya yetmeyeceğini ekledi. Ancak buna rağmen 2 milyar Euro tutarında İtalyan ve İspanyol devlet kâğıtlarını alarak, bu iki ülke üzerinde yoğunlaşan iflas tehlikesini bertaraf etmeye çalıştı. Atlantik’in diğer yanında olan ABD’de ise, Hazine, S&P’nin kredi notu düşürmesine “teknik hata” argümanı ile itiraz ederken, FED pozisyonunu koruyarak 2013’e kadar faizleri sabit ve sıfıra yakın tutacağını ilan etti. Tüm yaşananların bir diğer önemli tarafı olan Çin ise, özellikle ABD’yi uyararak böyle devam ederse Dolar’ı rezerv para olarak tutmaktan vazgeçeceğini belirtti. İki merkez bankası müdahalesinden sonra biraz sakinleşen piyasalar ise, bu sefer Fransa’nın kredi notunun düşürüleceği “söylentisi” üzerine yeniden sert düşüşler yaşadı. Belki de Ağustos ayının ilk yarısında yaşanan gelişmeleri özetleyen değerlendirme, tartışmaların odağında olan İtalya’nın Maliye Bakanı’ndan geldi: “Kriz farklı yollar izlese de henüz bitmiş değil”.
Peki, yukarıda biraz da “piyasa dili” ile aktarılan tüm bu olan bitenin anlamı ne? The Economist’in yorumuna bakılırsa, sorunun kökeninde iflah olmaz politikacılar yatıyor. Popülistçe ve basiretsiz bir şekilde yapılan harcamalar, yaşananların temel sebebi. Ya da yine Wall Street Journal, New York Times gibi “kanaat önderi” gazetelere ve bizdeki liberal köşe yazarlarına bakıldığında mesele merkez bankaları tarafından “doğru politikaların” uygulanmamasından kaynaklanıyor. Keşke yaşananlar, liberallerin söylediği kadar “naif” olsaydı. Ancak öyle değil.
 Esas Sorun Nerede?
Esas sorun kapitalist toplumsal ilişkilerin kalbinde yer alan sermaye birikim sürecinin istikrarsız ve sürekli kriz üreten yapısında. Yani kriz, kapitalist toplumsal ilişkiler için bir “istisna” değil, “kaide” niteliğinde. Ancak mesele bunu tespit etmekle bitmiyor tabii. Kriz, basitçe, borsaların yukarı/aşağı hareketi ya da döviz kurundaki değişmelerden ibaret değil. Söz konusu olan, geniş toplum kesimlerinin günlük hayatının giderek zorlaşması, alım güçlerinin erimesi, sosyal haklarının daralması ve işsiz kalmaları gibi çok daha geniş etkiler. Ve aynı zamanda kriz anları, o zamana kadar gelen süreçlerin sorgulanması, kulakların egemen söylem dışındaki seslere daha duyarlı gelmesi ve geniş toplumsal mücadelelerin ivmelenmesi için gerekli olan “objektif” koşulları da beraberinde getiriyor. Ancak yine bu koşullar gittikçe belirsizleşen ortamda, geleceğe karşı kendilerini güvensiz hisseden geniş toplum kesimlerinin daha otoriter seslere kulak verdiği dönemler olabiliyor.
Güncel krizin temel nedenini ve mekanizmalarını açıklamak için ise, öncelikle sistemin temel işleyiş mekanizmalarını deşifre etmek gerekiyor. Buna göre kapitalist toplumsal ilişkiler sistemi, meta üretim sürecinde, canlı emek unsurunun yarattığı değerin bir kısmına el konulması ve giderek bu el konulan (artı) değerin, üretilenlerin satılması sonucunda realize olmasına dayanır. Dolayısıyla üretim alanı, sistemin merkezi olması nedeniyle, hem birikimin hem de krizlerin kalbidir. Daha çok parasal alanda olduğu düşünülen finansal işlemler ya da kredi ilişkisi ise, doğrudan üretim alanı ile bağlantılı ve onun ayrılamayan bir parçasını oluşturur. Bu anlamıyla üretim alanından kaynaklansa da yaşanan tüm krizler finansal alanda ortaya çıkar.
Bu alana biraz daha yakından bakıldığında ise, kredi mekanizmasının önemi görülebilir. Gerçekten de kredi, realize olmamış değer olarak, gelecekte üretilecek olan artı değer üzerinde hak iddiası anlamını taşıyarak ve henüz kullanıcının elinde olmayan bir parayı devreye sokarak, “muazzam meta birikimine” ulaşmanın en önemli araçlarından birini oluşturur. Yine kredi sayesinde alış ve satış arasındaki aktüalite kaldırılır ve mübadele ilişkilerine zaman boyutu eklenir. Gerek üretim sürecinde, gerekse dolaşım alanında kredinin giderek merkezi bir rol oynamasıyla beraber, bu ilişkinin kurumsallaşmış mekanları olarak bankalar ortaya çıkar ve sonunda, ulusal mekanda merkez bankası, kredi sisteminin tepesinde yer alır.
Ekonomik büyümenin sağlandığı büyüme dönemlerinde kredi ilişkisi hızla yayılır, gerek ülke ekonomisi içinde gerekse dünya çapında sonsuz kredi zincirleri oluşur. Ancak buradaki tüm beklenti, henüz var olmayan bir üretim ve bunun sonucunda elde edilecek olan (artı) değerin sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesidir. Dolayısıyla kredi, kapitalist üretimin sınırlarının sürekli genişleyeceğine dair bir inançtır. Yani ekonomik büyümeyi öngörür. Kriz belirtileri ortaya çıktığında ise, kapitalistin ilk tepkisi, bunun üretim alanına yayılmasını engellemek için kredi mekanizmasını devreye sokmaktır. Bu nedenle kriz, finansal kriz olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla finansal krizler, birikim sürecindeki bir kırılmayı temsil eder, kapitalist üretimin organik bütünlüğünün zedelenmesini ifade eder.
Yukarıda kısaca özetlenen işleyiş mekanizması, aslında 1970’li yıllarda yaşanan ve kar oranlarındaki düşme eğilimi[2] ile temellenen kriz ve sonrasını anlamak için önemli ipuçlarını barındırmaktadır. Gerçekten de 1970’lerdeki üretim alanında yaşanan kriz sonrasında kredi ilişkileri devreye sokulmuş ve bu yolla kriz, sürekli geleceğe ertelenmiştir. Bu anlamıyla kredi, sermaye için geleceğe kaçış imkânı sağlamıştır. Çalışanlar açısından ise, zaten düşük olan alım gücünü koruyabilmek açısından kredi giderek önemli hale gelmiştir. Bir başka boyutu ise kredi ilişkisi, hem çalışanların geniş kesimini borçlu kılarak bağımlı hale getirme, hem de belirli bir “tüketim kalıbını” sunma anlamında ıslah etme işlevi görmüştür.
1970’lerden beri sürekli ileriye ötelenen kriz, zaman zaman ülkesel (Rusya, Arjantin Türkiye) ya da bölgesel (Doğu Asya) olarak ortaya çıksa da 2008 yılına gelindiğinde artık “kaçılacak yerin” çok sınırlı olduğu bir evreye girmiştir. Şimdi yaşadığımız süreç ise, 2008’de daha çok şirketler ve tekil bireyler düzeyinde borçların ödenememesinden, yani kredi ilişkisinin realize olamamasından kaynaklanan ve giderek finansal alana sirayet eden krizin devamıdır. 2008’de yine kapitalizme dair temel bir işleyiş mekanizması olan merkez bankaları (devlet) devreye girerek, bu özel zararlar, sosyalleştirilmiş ve borçluluk pozisyonları devlet tarafından devralınmıştır. Dolayısıyla güncel krizin devlet borçları üzerinden yaşanmasının gerisinde, 2008’deki (sermayeyi) kurtarma planları yatmaktadır.
Güncel krizin bir özelliği, devletin müdahale araçlarının giderek daha sınırlı hale gelmesidir. Örneğin 2008’de kullanılan parasal genişleme süreci şu anda FED’in gündeminde değil, zira faizler sıfıra yakın bir düzeyde. Ancak sistemin krizden çıkabilmesi, yani kamu borçlarının ödenebilmesi için öncelikle ekonomik büyümenin, yani sermaye birikim sürecinin yeniden hızlanması gerekiyor. Bu da kısa dönemde pek mümkün görünmediğine göre, riskli de olsa enflasyon yaratmak, yani tümden değersizleşmeyi sağlamak, borçları azaltmanın yollarından biri olarak öne çıkıyor. Bu ise, geliri enflasyon oranında artmayan geniş toplum kesimlerinden, geliri enflasyon oranının üzerinde artan sermaye kesimine doğru bir kaynak aktarımı ve borçların çalışanların sırtlarına yüklenmesi anlamına geliyor. Ancak bu seçenek sadece krizin faturasını çalışanların üzerine yıkmakla kalmayabilir. Zira enflasyonist bir süreç sonucunda Dolar’ın tüm dünyada değersizleşmesi söz konusu ve böyle bir durum, başta Çin olmak üzere birçok ülkenin elinde rezerv parası olarak tutulan değerlerin birdenbire büyük kayıplara uğramasına neden olacak. Bu ise, ABD’nin hegemonik devlet, Dolar’ın ise dünya parası olmasını zora sokan bir gelişme olacaktır. Yine benzer bir şekilde ECB’nin enflasyonist bir yola girmesi, zaten sallantıda olan Avrupa Para Birliği’nin tamamen yıkılmasına neden olması çok muhtemel. Bu anlamda ABD ve bir ölçüde de AB, ekonomik büyümeyi sağlama amacıyla parasal genişleme yapma, ancak bunun yaptığı anda da paralarının değersizleşmesi çelişkisi ile karşı karşıyadır.
Dolayısıyla para politikasında yolun sonuna gelinmişken, geriye sadece maliye politikasında, yani eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalar ile ücretlerde kısıtlamalara yönelik önlemler almak kalıyor. Bugün İtalya’nın uygulayacağını ilan ettiği önlemler paketine bakıldığında bunu açıkça görebiliriz. Buna göre pakette yerel hizmetlerin özelleştirilmesi, özel sektörde kadınlar için emeklilik yaşının yükseltilmesi, kamu çalışanlarının ücretlerinin azaltılması ve işten çıkarılmaları, verimliliği artırmak için dini bayramların pazar günü kutlanması ve vergilerin yükseltilmesi gibi önlemler yer alıyor.
 Dünya Krizi ve Türkiye
Güncel krizin Türkiye’ye olası yansımalarını açıklamak için, özellikle 2001 krizi sonrasında girilen yeni dönemin temel özelliklerine kısaca değinmek gerekiyor. Buna göre, 2001 sonrasında sermaye birikimi açısından üretken sermayenin uluslararasılaşması, sürecin temel dinamiğini oluşturuyor. Bu dinamik etrafında şekillenen politikalara baktığımızda ise, kısaca şöyle bir mekanizma görülüyor: Enflasyon karşıtı mücadele için yüksek faiz politikası, bunun sonucunda yerli paranın değerli kılınması, değerli TL ile ithalatın kolaylaşması ve yüksek ihracat ve büyüme oranları ile yine yüksek cari açık. Modele biraz daha yakından baktığımızda ise, dünya pazarı ile gittikçe daha organik ilişkiler geliştiren sermaye kesimlerinin, değerli TL politikası ile dünya pazarının sağladığı olanaklardan daha fazla yararlanabildiği, bu yolla (ithalatla) üretim kapasitesini ve teknolojik donanımını yenilendiği ve uluslararası rekabette, kur avantajı yerine verimlilik artışına dayalı bir strateji izlediği görülebilir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu verimlilik artışına dayanan strateji, aynı zamanda reel ücretlerin düşürülmesi ve yüksek işsizlik oranı ile beraber gerçekleşmektedir.
Ancak özellikle 2006 yılına gelindiğinde ihracat içinde ara mal ve sermaye yoğun malların artışının sonlandığı bir döneme girilmiş ve hemen ertesinde gelen 2008 krizi ile birlikte, bu stratejide önemli revizyonlar yapılması gündeme gelmiştir. Özellikle Sanayi Bakanlığı tarafından hazırlanan Strateji Belgesi’nde ve de TÜSAİD raporlarında ipuçları görülen bu strateji değişikliği, cari açığı sürdürülemez boyuttan kurtarmayı ve orta/uzun vadede teknoloji yoğun metaların üretimine geçmeyi hedefleyen bir sanayi stratejisi şeklini almaktadır. Her ne kadar FED’in ve ECB’nin gevşek para politikası uygulaması sonucunda uluslararası sermayenin Türkiye gibi ülkelere gelmesi hala mümkün görünse de, finansal krizdeki derinleşme, bu olasılığı derhal terse çevirebilir. Bu nedenle, uluslararası piyasalarla eklemlenmiş sermaye kesimleri açısından daha istikrarlı bir büyüme stratejisi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Dolayısıyla 2001 sonrası Türkiye ekonomisi, yeni bir birikim modeline geçişi ve bu model çerçevesinde devletin yeniden yapılanmasını ifade etmektedir.
Bu modelin çalışanlar açısından sonuçları ise, ithalat kolaylıkları sayesinde üretimin giderek daha fazla sermaye yoğun yöntemlerle yapılabiliyor olması nedeniyle artan işsizlik ve reel ücretlerin gerilemesidir. Gerçekten de 2001 sonrasında resmi işsizlik seviyesinin yüzde 10’lar seviyesine oturduğu, 2008 krizi gibi sıkıntılı dönemlerde ise yüzde 14’lere ulaştığı görülebilir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, ekonomik büyümeden çok finansal istikrarı öne aldığını söyleyen hükümetin niyetine bakılırsa, işsizliğin daha da artacağı çok muhtemeldir. Bunun yanında, özellikle Avrupa’da meydana gelecek olan bir bunalım, Türkiye’yi en önemli ihraç pazarı olması dolayısıyla çok yakından etkileyecek ve 2008’de yaşandığından çok daha büyük ölçekli işçi çıkarmaları görülecektir.
Toparlamak gerekirse, kriz, tüm dünyada ve Türkiye’de çalışanların emeklilik, kıdem tazminatı ve sigorta gibi temel sosyal haklarının gerilemesi, özelleştirmelerin hızlanması, işsizliğin artması ve reel ücretlerin daha da baskılanmasına neden olacak. Yeni sermaye, bir kez daha krizin faturasını çalışanlara kesecek. Ancak tabii ki bu bir kader değil. Kriz aynı zamanda, yukarıda belirtildiği gibi, gözlerin alternatifleri aradığı bir dönem. Yunanistan parlamentosunun önündeki protesto görüntüleri henüz İspanya ve İtalya’da görülmedi. Ancak İngiltere’de yaşananlar ve Orta Doğu’da yeniden ısıtılan savaş gündemi, önümüzdeki sürecin geniş çaplı toplumsal mücadeleler sonucunda şekilleneceğini gösteriyor. Son olarak şunu belirtmek gerekiyor: Hiçbir dönemde kapitalizm, krizler nedeniyle kendiliğinden ortadan kalkmadı ve muhtemelen de kalkmayacak, eğer var olan sistemin ötesinde başka bir dünya düşlüyorsak, krizin bu sistemi yıkacağı kolaycılığına kapılmamamız gerekiyor.

[1] Bu yazı, Mesele Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında yayınlanmıştır.
[2] Bilindiği gibi Marksist gelenek içinde zengin bir kriz tartışması vardır. Kar oranlarının düşme eğilimi, uzun dalgalar, eksik tüketim, kar sıkışması, aşırı birikim teorileri ilk başka akla gelen açıklama çerçeveleridir. Bu teorilerin derli toplu bir değerlendirmesi ve Türkiye bağlamında tartışılması için, Melda Ö. Yaman’ın (2008) “Geç Kapitalistleşme Sürecinde Kriz” çalışmasına bakılabilir.