Eylül ayı, süregelen kriz açısından bir dizi kararların alınacağı beklentisinin oluşması yüzünden, en az Ağustos kadar önemli olacağa benziyor. Kriz gündemini takip ettiğimizde, "ikinci dip" tartışmalarının hala en üst basamaklarda olduğunu görüyoruz. Beklenen, bunun ne zaman yaşanacağı.
Buna karşın özellikle ABD'de kriz karşısında alınacak önlemler giderek belirginleşmeye başlıyor, tanıdık bir hikaye yeniden gündeme geliyor: Talep yönetimi politikaları.
Avrupa'da resesyon beklentisi hala yüksek ve krizin patlak vermesinde etkili olan Yunanistan'ın borç sorunu yeniden gündemde.
Türkiye mi? Kriz bizi teğet geçiyor canım!
Evet, Eylül ayından beklenenler yüksek. Daha önce belirttiğimiz gibi Eylül'de ABD'de yeni bir ekonomik paket açıklanacağı ilan edilmişti. Bu planın ne olacağı henüz tam olarak netleşmese de, hem federal hükümetin hem de FED'in beraberce adım atacağı bir ekonomik önlemler listesinin hazırlandığı görülebiliyor. FED'in atması muhtemel olan adımlara daha önce değinmiştik. Son durumda önceki değerlendirmemizi yenileyecek bir gelişme olmadığından, FED'in pozisyonunu değiştirmeye çok niyetli olmadığını söyleyebiliriz. Durum böyleyken, Bernanke, son yaptığı açıklamada topu maliye politikasına atarak, üzerindeki baskıyı bir nebze olsun azaltmaya çalışsa da, gerektiğinde parasal genişleme için kullanılacak araçlarının hala mevcut olduğunu ve konunun Eylül'deki FED toplantısında görüşüleceğini söyledi.
Obama yönetimi ise, krizden çıkış için ekonomi politikalarında Keynesyen tedbirleri anımsatacak uygulamalara yöneleceği doğrultusunda sinyaller vermeye başladı. Bu sinyallerden ilki, Muhafazakar iktidarlar döneminde herhangi bir işlevi olmayan ancak son dönemde iş dünyasının şimşeklerini üzerine çeken Ulusal Emek İlişkileri Kurulu'nun (National Labor Relations Board), krize karşı bir kurumsal düzenleme aracı olarak yeniden devreye sokulması. Esasında Kurul, 1929 krizi sonrasında uygulamaya konan ve çalışanların sendikalarda örgütlenme, toplu sözleşmeyapma ve grev haklarının düzenleyen 76 yıllık bir kanuna dayanıyor.
Bir diğer gelişme ise, Obama'nın Ekonomik Danışmanlar Konseyi'nin başkanı olarak bir çalışma ilişkileri uzmanı olan Alan B. Krueger'ı ataması. Krueger'ın dikkat çeken özelliği ise, yüksek asgari ücret uygulamasını savunması. Bu iki gelişmeyi beraber düşündüğümüzde ise, ekonomik büyümenin tekrar gerçekleşmesi için talep yönetimi politikalarının yeniden gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Obama yönetimi kriz karşıtı önlemler için çalışadursun, ekonomideki "ikinci dip" beklentileri hala yüksek. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise, meselenin teknik-iktisadi bir konu olmaktan çok siyasi-iktisadi bir konu olması. Bu açıdan bakıldığında belki de 2011 krizinin en önemli özelliklerinden biri, bu krizde bir "kurtarıcı haminin" olmaması ya da hegemonik bir devletin çıkıp yeni düzene şekil vermesi gibi bir durumun söz konusu olmaması. ABD kendi derdine düşmüş durumda, Avrupa ülkeleri ise para birliğini kurtarmanın derdinde. Çin ise, Amerikan ekonomisinin yeniden düzelmesi için duacı! Dolayısıyla ortada bir hegemonik devlet statüsünde olan bir ülke olmadığından, sistem açısından sorun daha da karmaşıklaşıyor. Her ne kadar, G-7 toplantılarıyla ya da mekez bankaları arasında yürütülmeye çalışılan koordinasyon sağlama çabası devam etse de, hala farklı ülkeler farklı refleksler vermeye devam ediyor ve edecek. Dolayısıyla güncel kriz sadece borsaların dalgalanmasıyla görülen ve ekonomist uzmanların tartışdığı bir mesele olmaktan çıkıp, kısa sürede iktisadi/siyasi yani toplumsal bir düzeye sıçrayacak ve yine krizin küresel karakteri nedeniyle de tüm ülkeler tarafından sarsıcı bir şekilde hissedilecek gibi görünüyor.
Avrupa'daki yavaşlama beklentileri ise temel olarak Almanya'nın büyümesinin durmasına dayanıyor. Resesyon beklentileri artarken diğer yandan da, Yunanistan için hazırlanmaya çalışılan yeni kurtarma planı için Avro bölgesinden çatlak sesler çıkmaya başladı. Finlandiya çatlak seslerin başını çekse de diğer ülkelerin de, Yunanistan'a verdikleri borçların geri ödenmesi konusunda garanti istedikleri görülüyor.
Krizin gelişimi ile ilgili yapılan değerlendirmelere bakıldığında ise, Stiglitz, gelişmekte olan ülkelerin, merkez ülkelerdeki bir ekonomik daralmaya, kendi iç piyasalarına dönerek aşabileceklerini ileri sürüyor. Ancak, örneğin Çin gibi bir ülkenin kendi iç pazarına dönmesi öyle bir günde gerçekleştirilebilecek bir değişiklik değil ve hatta bu, tüm devlet sistemini etkileyen bir dönüşüm sürecini tetikleyebilir. Diğer "büyük" ülkeler için de benzer durum söz konusu. Türkiye'ye baktığımızda ise, iç pazara yönelme denemeyecek olsa da, ihracatta kullanılan ithalatının bir kısmının yurt içinde üretilmesine dair tasarıların gündemde olduğunu söyleyebiliriz.. Eylül ayında güncellenecek olan Orta Vadeli Plan ve yeni yılın bütçesinde, bu gelişmenin ilk emarelerini görebileceğiz. Ancak tüm bunlar, Stiglitz'in dediği kadar kolay ve gelişmekte olan ülkeleri krizden sakınacak adımlar değil elbette.
Rubini ise, son yazılarından birinde, krizin gelişimini özetledikten sonra, hükümetlerin kriz karşısında aldıkları tedbirlerin işe yaramadığını, para ve maliye politikasında yolun sonuna gelindiğini, enflasyonun ise uluslararası rezerv parada sorunlar yaratacağı gerekçesiyle sağlıklı bir yol olmadığını belirtiyor ve ekliyor: Anglo-Sakson tarzı serbest piyasa ve Avrupa tarzı borç yüküne dayalı sosyal devlet uygulamaları, son krizle beraber çökmüş durumda. Ancak buna karşın Rubini sistemten ümidini kesmiş değil, özellikle istihdam yaratacak ve ekonomik büyümeyi yeniden harekete geçirecek "uygun" düzenlemelerin yapılması halinde, işlerin yoluna girebileceğini düşünüyor.
Yukarıda aktardığımız beklentiler ve tahminlerdan çok daha somut olan bir gerçeklik ise işsizlik! Önümüzdeki günlerin neleri getireceğine dair ilk işaretler, Amerika'nın en büyük bankalarından olan Bank of America'dan geldi. Banka, 2500 kişilik işçi çıkarma hamlesinden sonra 3500 kişiyi daha işten çıkarma kararını geçtiğimiz günlerde açıkladı.