Yunanistan’daki 25 Ocak seçimlerini büyük olasılıkla Radikal Sol Koalisyon
Syriza birinci parti olarak kazanacak. Konunun pek çok boyutu var ve bu
boyutlar bir süredir hem dünya genelinde hem de Türkiye’de enine boyuna
tartışıldı. Bu yazıda güncel tartışmalardan hareketle üç noktanın altını çizmek
istiyorum. Syriza’nın yükselişi (i) liberal demokrasinin kırılganlıklarını bir
kere daha ortaya çıkardı ve sermaye için demokrasinin ana-akım partileri
güçlendirdiği oranda önemli olduğunu gösterdi, (ii) mevcut Avrupa Birliği
sisteminin olarak sola kapalı yapısını görünür kıldı, (iii) sola kapalı bir
sistemde iktidara gelen bir sol partinin önündeki seçeneklerin ne kadar kısıtlı
olduğunu ortaya koydu. Son olarak olası Syriza iktidarının önündeki
seçeneklerin neler olacağı üzerinde duracağım.
Sermayenin Demokrasi Korkusu
Syriza’nın yükselişiyle beraber, kriz sonrası Alman sermayesi öncülüğünde
Avrupa genelinde uygulanan kemer sıkma politikalarının liberal demokratik
sistemde nasıl sürdürülebileceği, sermaye için giderek daha önemli bir sorun
haline geliyor. Gideon Rachman, 29 Aralık 2014’te Financial Times’ta yer alan “Eurozone’s
Weakest Link is the Voters” yazısında Avro krizi bağlamında piyasalar,
siyaset ve ekonomi arasındaki etkileşimi göz önüne alarak iki senaryodan
bahsediyor. Ana-akım siyasi merkezi tahkim eden ilk senaryoya göre, ekonomide işler
iyi giderken seçmenler ana-akım siyasetçilere oy veriyor. Bu durumda piyasalar
rahatlıyor, faiz oranları düşüyor, reel ekonomi iyileşiyor ve bu döngü merkez
siyasetçilerin daha da güçlenmesiyle tamamlanıyor.
Zincirin Zayıf Halkası Olarak
Seçmenler
Merkezkaç eğilimlerin güçlendiği ikinci senaryoda, ekonomik sorunlar siyasi
radikalleşmeyi getiriyor ve bu piyasaları korkutarak faizler yükseliyor. Yüksek
faizler, daha ağır borç yükü ve daha fazla kemer sıkma tebiri ile sonuçlanıyor
ve sonuçta radikal partiler daha fazla güçleniyor. Rachman’ın özetlediği bu iki
senaryodaki sorunları bir kenara koyarsak, örtük olarak da olsa gündeme
getirdiği soru önemli: seçmenler, demokratik haklarını kullanarak bir toplumsal
sistem olarak kapitalizmin yerine farklı bir sistemi uygulamaya karar verebilir
mi? Rachman bu soruya açıkça değinmiyor ancak “zayıf halkanın” seçmenler
olduğunu belirten yazı başlığı, demokrasinin ancak ana-akım merkezi
güçlendirdiği oranda kapitalizm açısından işlevli olacağını itiraf ediyor.
Yukarıdaki senaryolardan ikincisi, aynı zamanda kapitalizm ile demokrasi
arasındaki ilişkinin ne kadar kırılgan olduğunu göstermesi açısından da önemli.
Bu kırılganlık özellikle kriz dönemlerinde daha da belirginleşiyor. Zira
2008’den beri Avrupa’da yükselen tenokratik iktidarlar, seçmenlerin ve giderek
de seçimlerin liberal demokrasinin zayıf halkası olduğu kanıtlar nitelikte.
Emek Karşıtı ve Sol’a Kapalı
Avrupa Birliği Sistemi
Liberal demokrasinin kırılganlıklarına ek olarak, küresel kriz Avrupa
Birliği’nin kurumsal olarak emek karşıtı ve sola kapalı olduğunu bir kere daha gösterdi.
Birliğin emek karşıtı olması, en açık bir şekilde Parasal Birlik’ten
kaynaklanan sınırlarla belirginleşiyor. Buna göre Parasal Birlik, paranın dış
(devalüasyon) ve iç değerinin düşürülmesi (enflasyon) seçeneklerini devreden
çıkarıyor. Krizden çıkış için parasal değersizleşme yaşanmadığında geriye
emeğin değersizleştirilmesi yani ücretlerin düşürülmesi ve kemer sıkma
politikaları gündeme geliyor.
Avrupa Birliği’nin güncel yapısı ile sola kapalı olması ise, içindeki güç
ilişkilerinden kaynaklanıyor. Alman emekçilerinin üzerinde kurduğu denetimle
krizden güçlenerek çıkan Alman sermayesi, bu modeli kemer sıkma tedbirleri ile
Avrupa’daki diğer emekçileri de disipline etmek için kullanıyor. Dolayısıyla, mevcut AB sisemi içinde emeğe ve sola dayalı
bir seçenek geliştirmek, mevcut güç ilişkileri kıta genelinde değişmeden
oldukça zor. Bunun olası Syriza iktidarı açısından anlamı, kemer sıkma
tedbirlerini reddederek mevcut AB’nin ve Parasal Birliğin içinde kalmaya devam
etmenin neredeyse çıkmaz bir sokak olduğu.
Yüksek Finans ve Yunanistan’ın Durumu
Günümüz finans teorisinin özü şuna dayanıyor: Güçlü paraya sahip olan
ülkeler daha ucuza borçlanır. Bunun sebebi basit, geri ödeme garantisi
arttıkça, para bu limanlara park eder. Dolayısıyla güçlü parası olan ülkeler
daha ucuza borçlandıklarından ekonomik büyümeyi desteklemede daha avantajlı
olurlar, dolayısıyla daha güçlü paraları olur. Zayıf paraya sahip ülkeler de
daha pahalıya borçlandıklarından ekonomik büyümeyi daha az desteklemiş olurlar
ve zayıf kalmaya devam ederler.
Bu çerçeveden baktığımızda, Yunanistan’ın Avro ile birlikte, öncesine göre
çok daha kolay ve düşük faize borçlanmaya başlayabildiğini görüyoruz.. Ancak
2008 krizi ile birlikte, borçlarını ödeyememe tehlikesine düştüğünde, Almanya,
kredi akışını sürdürme karşılığında, kemer sıkma tedbirlerinin hayata
geçirilmesi istedi. Dolaysıyla Avro’nun içinde kalma, neoliberalizmin
derinleştirilmesi şartına bağlandı.
Syriza’nın Seçenekleri
Syriza’nın ilan ettiği Selanik Programı, bu şarta karşı çıkması anlamında
radikal yönler barındırsa da, sistem karşıtı olarak nitelendirilemeyecek bir
program. Ancak burada söz konusu olan stratejik önceliklerin neler olacağı. Şu
andaki öncelik tek başına iktidara gelmek. Bu aşamadan sonra iki seçenek var.
İlki Avro içinde kalarak kemer sıkma tedbirlerine karşı gelmek. Syriza’nın
güncel pozisyonu bu. Mevcut Avrupa
sistemi değişmedikçe bu pozisyonu sürdürmek oldukça zor. Zira bunun farkında
olan Syriza’nın önerdiği Borç Konferansı ve borçların yeniden müzakere edilmesi
sürecine diğer borçlu ülkeler katma girişimi, cepheyi genişleterek Avrupa
sistemini yeniden yapılandırmaya yöneliyor.
İkinci seçenek, Yunanistan’ın Avro’dan çıkarak kendi parasına dönmesi. Bu
durum, sanıldığı kadar ölümcül sonuçlar doğurmayabilir. Zira 2008’den itibaren
Yunan ekonomisi zaten yüzde 25 küçülmüş durumda ve mevcut Troika programına
göre bu daralma daha uzun süre devam edecek. Dolayısıyla, zaten kötü olan bu
durumun daha da kötüleşmesi oldukça zor. Yunanistan’ın kendi parasına dönmesi
durumunda borçlanma maliyetinin artması kaçınılmaz. Ancak borcunu kendi
parasıyla ödediği sürece bunun artması, en azından kısa vadede sorun çok büyük
bir sorun yaratmayabilir. Hatta, kısa bir süre sonra yaşanması muhtemel
enflasyon, borçları da değersizleştireceğinden, bir süre için bu krizden çıkış
stratejisinin bir parçası olabilir. Ancak bu “çıkış” programı sadece kendi
parasını kullanmakla ya da borç ödememekle kaldığında yine radikal bir programı
getirmeyebilir. Böyle bir “çıkış” ancak kapsamlı bir bir kamusallaştırma
programı ile desteklenirse anlamlı olacaktır.
Mücadele Alanı Olarak Syriza!
Bu süreçte alınacak en kötü tutum, yukarıda değindiğim yapısal kısıtları
sıralamak ve “Syriza reformisttir” diyerek tartışmayı kestirip atmak olacaktır.
Böyle bir tutum, aynı zamanda her şeyi devrim sonrasına erteleyerek mevcut
krize ilişkin tartışmaların dışında kalmaya ve giderek apolitik bir tutuma
dönüşebilir. Zira yapısal olan, değişmez olan demek değil. Yapısal kısıtlar,
geçmiş dönemdeki sınıf mücadelesinin bugüne yansıması sonucunda şekilleniyorsa
bu, aynı zamanda potansiyel olarak yapısal olanın günümüzdeki mücadelelerle
değiştirilebileceği anlamına da gelir.
Bu anlamıyla olası Syriza iktidarını sınıf mücadelesinin yeni bir aşaması
olarak görmek gerekir. Bu mücadelede en kötü senaryo, Syriza’nın iktidara
geldikten sonra ana-akımlaşarak yükselen toplumsal muhalefeti soğurmanın bir
aracı haline gelmesi. Ki bunun dolaysız sonucu ırkçı parti Altın Şafak’ın daha da
güçlenmesi olacaktır. Bu tehlikeye karşı Syriza’nın içinde ve dışına yer alan
solun ve sosyal mobilizasyonun kuvvetli ve diri olması, kötü senaryonun önüne
geçmenin en güvenilir yolu olacaktır. Syriza’yı iktidara taşıyan sosyal
hareketlerin gücü ve canlılığı, sol hükümet üzerinde bir baskı, denetim ve
kontrol mekanizması yaratacağı ölçüde, Syriza deneyiminin giderek sistem
karşıtı bir yöne evrilmesini de getirebilir.
--------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı 24.01.2015 tarihinde Başlangıç Dergi'nin web sitesinde yer aldı.
Erişim:http://goo.gl/UDPHjZ