30 Nisan 2021 Cuma

Para politikasında Maradona!

 Türkiye’de Merkez Bankası'nın faiz artışına karşın döviz çalkantılarının sonu henüz gelmedi. Uluslararası gündem nedeniyle çetin geçeceği anlaşılan aralık ve ocak aylarını takiben, eğer o zamana yeni kadrolardan söz etmiyor olursak ve pandeminin sahneden ne zaman çekileceği netleşirse mevcut hava değişebilir. Bugünse kısa bir geçiş döneminin ortasında duruyoruz.


Kısa geçiş süresini izah edebilmek için para politikasında Maradona benzetmelerinden, modern merkez bankacılığı tartışmalarına uzanıp, Türkiye’nin çıkmazlarına varacağım.

BÖYLE GOL MÜ OLUR?

1986’da Arjantin ve İngiltere arasındaki Dünya Kupası çeyrek final karşılaşmasında futbol tarihinin belki de en akıl almaz iki golü birden atıldı. İlki Maradona’nın daha sonra ne yaptığını itiraf ederken kullandığı tabirle “Tanrı’nın Eli” olarak adlandırdığı hadiseydi. İkinci yarı başlarında elle attığı gol kendi takım arkadaşlarının dahi şaşkınlığına karşın geçerli sayıldı.

Bu golden sadece dört dakika sonra yarı sahasından aldığı topla, aralarında kalecinin de bulunduğu beş İngiliz futbolcuyu geçtikten sonra attığı ise, 25 Kasım’da kalp krizinden ölen futbolcunun muhtemelen en çok konuşulan ikinci golü idi.

Birkaç kuşağın hafızasında büyük yer kaplayan bu “olay” yıllar sonra, dönemin İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King’in Cass Business School’da verdiği bir seminerde modern merkez bankacılığını Maradona üzerinden bir benzetme ile tarif etmesine yol açtı. 21. yüzyılın başında faiz oranlarında değişikliğe gitmeden ve fakat beklenti yöneterek para politikası hedeflerini tutturan merkez bankalarını yeni yaklaşımın taşıyıcıları olarak gösteren King, Maradona’nın yukarıda değindiğim o ikinci golünde neredeyse hiç sekmeden düz bir çizgi takip etmiş olmasını anıyordu. Diğer oyuncuların, farklı bir yöne gideceğine dair beklentileri Maradona’nın bir yarı sahayı neredeyse sadece koşarak geçmesine ve bu sırada rakip takım oyuncularını birer birer oyundan düşürmesine yetmişti.

EKONOMİLERİ MERKEZ BANKALARININ İLETİŞİMİ Mİ KURTARACAK?

King’in yaptığı benzetme çok tutuldu. Aslında rakip takım oyuncularını yanıltarak oyundan düşüren Maradona’nın kıvraklığı üzerinden bir alegori oldukça absürt, fakat piyasa oyuncularının beklentilerini yöneten merkez bankalarının gücünü ve etkisini ifade etmek için bolca kullanıldı.

Durum öyle bir hal aldı ki, finansal varlıkların fiyatlarının düşmesini engellemek üzere miktarsal genişleme uygulamaları, Avrupa Merkez Bankası’nın avro bölgesi krizinin göbeğinde tahvil alımları ya da Mario Draghi’nin “Ne gerekiyorsa!” açıklaması beklenti yaratma ve yönetmenin nadide örnekleri olarak konumlandırıldı, Maradona benzetmeleriyle anıldı.

Bu genişleyen benzetme dünyasının arkasında merkez bankalarının kurumsal önemi ve fakat daha dikkate değer olan para politikası fetişizmi yatıyor. Etkili iletişim aracılığıyla makroekonomik riskleri yönetebileceği iddia edilen kurumların tek bir kararıyla ya da örneğin başkanlarının açıklamalarıyla, piyasa oyuncularının niyetlerini iyi okuyabilmeleriyle, küresel Kuzey’de durgunluk eğilimini aşmak esasen mümkün değil. Varlık fiyatlarının düşmesinin yaratacağı kredi çöküşünün ekonomilere daha fazla zarar vereceği düşüncesini paylaşan merkez bankaları, on yıllardır finansal balonları şişirecek genişleme politikalarından vazgeçemiyorlar. Yaratılan para bolluğu güvenli yatırım arayışını sürekli kamçıladığı için bazı şirketler ve devletler negatif faizle borçlanma lüksüne kavuştular. Ancak bu durum bir başarıya değil, 21. yüzyılda etkili açıklamaların ya da şeffaflığın ekonomileri kurtaramayabileceğine dair kaygının yoğunluğuna işaret ediyor.

Finansal dünya gelecekle bağ kurduğumuz alan. Her karar anında tekrarlanan oyunların parçası olarak bu bağa bakmak ve beklenti yöneterek finansal çöküşlerin makroekonomik etkisini azaltmak ya da hedef neyse ona ulaşmak merkez bankacılığının kalbinde yatıyor olabilir. Ancak karmaşık resim, kurumsal etkileşimi, şeffaflık arayışıyla açıklamanın yetersiz olabileceğini gösteriyor, durumu diyalektik bir şekilde kavramamız gerektiğine işaret ediyor.

Şunu vurgulamaya çalışıyorum: Avrupa Merkez Bankası'nın avro krizi daha sönümlenmemişken varlığa dayalı menkul kıymet piyasalarını canlandırma kararı ya da Amerikan Merkez Bankası'nın pandemi başlangıcında şirket tahvil piyasasının çöküşünü engellemek amacıyla İkincil Piyasada Şirketler için Kredi Olanağını (SMCCF) devreye sokmasında beklenti yönetimi kadar onun ötesine geçen bir piyasa kurtarma hamlesi bulunuyor. Modern merkez bankacılığı, bir başka ifadeyle, kuralları esnetiyor, yeniden tanımlıyor. Zamanın akışına ve gelecekle kurulan ilişkinin niteliğine bu şekilde el atmayı, şirketlere bu tarz destekler sunabilmeyi ancak küresel Kuzey’deki merkez bankalarının kayda değer bir şekilde yapabildiğini görüyoruz.

Finansal risklerin ve kayıpların bu şekilde toplumsallaştırılması itiraf etmek gerekirse bir yandan da inanılmaz duruyor. Eğer King’in benzetmesini kullanacak olursak burada Maradona’nın ikinci golü değil, King’in zamanında geride kaldı o tarz demek için değindiği ilk golü hatırlatan bir durum var. Güven telkinini sağlayacak sinyaller verme her daim şeffaflıkla gerçekleşmiyor, King’in kendisinin de yazdığı üzere pratikte “arzu edilen şeffaflığın sınırları bulunuyor”.

SINIRLARI BELİRSİZ FUTBOL SAHASI

Varmak istediğim nokta şu: Türkiye sermayedarlarının Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın “Tanrı’nın Eli”ne benzer bir hamlesine ihtiyacı bulunuyor, lakin uluslararası finansal hiyerarşi ve içinde bulunulan bağımlılık ilişkileri TCMB’ye ve ekonomi yönetimine fazla bir alan bırakmıyor.

Yüksek büyüme ve düşük faizle bütünlüğünü koruyabilecek tarihsel blokun zeminini oluşturan birikim stratejileri varlıklarını krizlere rağmen, krizlerle birlikte sürdürüyorlar ve faizin aşağı çekilmesi baskısını sürekli hale getiriyorlar.

Türkiye’nin krizi daha ortodoks bir ekonomi programıyla “çözülecekse” (ki o zaman acı reçete nedir göreceğiz) bu on binlerce KOBİ’nin batışıyla ve işsizlik trajedisinin uzamasıyla birlikte gelecek. Kestirilemez gelişmelere yol açacak bu rotaya girişi engellemek ya da geciktirmek için atılabilecek en küçük adım birkaç ismin harcanması ve faiz artışı idi.

Tavizi veren Erdoğan yönetimi sonlu olmayan bir zaman kazandı, bir başka ifadeyle aktörlerin eylemlerine ve finansal koşullara bağlı olarak esneyen veya sıkışan bir süre kazanıldı. Tam bu sıralarda 6-13 Kasım haftasında, aynen 2018 sonbaharındaki haftaları hatırlatırcasına Türkiye’ye yüklü bir sermaye girişi gerçekleşti. Yurtdışı yerleşikler ve bıyıklı yabancılar, “yerli ve milli rejim” teşrik-i mesaisiyle göstere göstere golü attılar.

Liberal iktisatçılar reform gündeminin “hukuk devleti” tesisine varması taleplerini anayasayı askıya almış Erdoğan yönetimine iletmeye devam ededursunlar, iktidarın toplumsal tabanını tartışmadıkları için esasında yatırımcıların taleplerine yanıt verme gerekliliğinden dem vuruyorlar. Kişisel olaraksa reform denilince aklıma iki taşla inşa ettiğimiz kalelerin arasında, çalım attığımızda Maradona diye bağırdığımız maçlar geliyor. Oyunda sorumluluk paylaşmadığı ve topu sakladığı için kızılan birileri hep olurdu. Bugünün reformcuları, izbe bir sokakta, bağırış çağırış içinde bir maçta, futbol sahasının sınırları bile belli değilken sevmediği takım arkadaşı yarı patlak topu sağa açsa ne güzel defansın arkasına sarkarız diye heveslenenler…

Kısacası, sorunların Merkez Bankası’nın iş bilmezliği ya da “tek adam” rejimi olarak adlandırılan kurumsal ilişkiler toplamından ibaret olmadığının, iş bilmezliğin durumu sadece ağırlaştırmış olduğunun artık anlaşılması gerekiyor.

Güncel gerilimlerin büründüğü biçimi en iyi şekilde ifade edenlerden Hakkı Özdal’a kulak verelim:

"Türkiye bugün, karanlık mağarasında yaktığı ateşlerin gölgesinde ürettiği sahte yerli-milliliği satan, yabancı sermayenin mülkiyet hakkı ve yatırım kolaylığı için yapacağı düzenlemeleri ‘hukuk reformu’ diye pazarlayan, milliyetçiliğini sokak kabadayılarıyla, mafya babalarıyla teyit eden, tüm bunlar için toplumun kendi içinde düşmanlaşmasına muhtaç olan sermaye diktatörlüğü temsilcileriyle; en temel haklarını savunurken bunların uhdesindeki resmi güçlerin şiddetine maruz kalan insanlar arasında bölünmüş durumdadır."

Reform söylemi, Erdoğan yönetimi açısından çalkantı anlarında ve yaptırım tehditleri karşısında siyaseten işlevsel ve “yatırımcı demokrasisi”nin gereği. Gözümüzü idare-i maslahatçılıktan alıp haklarını arayanların mücadelesine dikmek ve onlara destek olmak ise en iyi defans yöntemlerinden birisi.

not: bu yazı gazeteduvaR'da 27 Kasım 2020'de yayımlandı.