Bir pandemiyi atlatma bakımından önceki yüzyıllara nazaran insanlığın çok daha iyi bir konumda olduğunu belirten Noah Harari’yle yapılan ve BBC’de bir hafta önce yayımlanan mülakatta son dönemin en çok tartışılan sorusu tekrar gündeme geldi: Otoriter rejimler salgınla baş etmede daha iyi bir performans mı sergiliyorlar; ya da devamında salgın sırasındaki kamu sağlığı önlemleri otoriterleşmeyi destekleyici bir nitelik mi arz ediyor? Harari, doğru ve geniş kitleler için faydalı kararların ancak demokrasi koşullarında alınabileceğini vurgulasa da birçok ülkede otoriter politik şahıslara verilen desteğin devamlılığı ya da artışı konusunu geçiştirdi.
Mevcut yöneticilere ve otoriteyi temsil edenlere verilen destek, belirsizlikten sıyrılma ihtiyacı ve güven arayışı ile ilişkilendirilerek tartışılsa da sorunun kolay bir cevabı bulunmuyor. Soru, Batı'nın piyasacı otoriterizmini demokrasiyle özdeşleştirdiği için zaten baştan sorunlu. Ayrıca, açıklanan destek paketlerinden, emeğin örgütsüzlüğüne ve devlet kapasitesine kadar çok sayıda etken, otoriter politik şahıslara verilen desteğin yeniden üretilmesinde pay sahibi olabilir. Ancak bu destek kimin işine geliyor, otoriter bir rejimin bekasından kim kazançlı çıkıyor soruları sorulmadığı müddetçe tartışma eksik kalıyor.
Böyle bir desteğin ortaya çıkmasının koşullarını, devamlılığını ülkeler bazında detaylandırarak karşılaştırmak gerekli. Sorun personalar ve söylemlerin ötesinde birikime ve ekonomik modele odaklanarak ele alınmalı. Türkiye bağlamında istihdam verileri hem tıkanmışlığı gösteriyor hem de çaresizliğin, otoriterliğe verilen desteğin yeniden üretiminde önemine dair ipuçları sunuyor.
SALGIN BAŞLAMADAN ÖNCE
2020 çöküşü, 2018-19 krizinin üzerine bindi. Aşağıda TÜİK’in İşgücü İstatistiklerinden aldığım verileri aktarıyorum. Türkiye’de dar tanımlı işsizliğin, 2010’larda yerleştiği yüzde 10-11 bandından yüzde 13-14 aralığına çıkışı grafikte verilen dönemde gerçekleşti. Ağustos 2018’den Şubat 2020’ye işgücüne dahil olmayan nüfus yaklaşık 3,5 milyon artış gösterdi ve istihdama katılabilir nüfusa oranı yüzde 45 seviyesinden yüzde 50’ye çıktı.
İş bulma ümidi olmayanlar, mevsimlik çalışanlar, iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar ve zamana bağlı eksik istihdam edilenleri hesaba katarak geniş işsizlik tanımına ulaşabiliyoruz. Yetersiz istihdam edilenlerin hesap dışında bırakıldığı bu oran geniş tanımlı işsiz sayısının 2018-19 krizi sırasında 7 milyonun üzerine çıktığını, geniş işsizlik oranının yüzde 20’yi bulduğunu bize söylüyor.
Karşımızda 21'inci yüzyıl Türkiye kapitalizminin trajedisi vardı. Pandemi etkisini göstermeden, idari kararlarla bazı sektörlerde ekonomik faaliyetler kısıtlanmadan, yaygın işten çıkartmalar başlamadan önce Türkiye’de 8,5 milyon işsiz mevcuttu. Şubat 2020’de gelinen nokta çalışabileceklerin yarıdan fazlasının çeşitli nedenlerle (resmi tanıma göre) emek piyasası dışına düştüğünü ifade ediyor. Türkiye toplumu 21'inci yüzyılda işçileşmeye devam etmiş bir toplum, ancak son yıllarda sayısı azımsanmayacak bir kesiminin üretim alanındaki sömürü çarkının dışına itildiğini de görmek gerekiyor. Özellikle kadınların işgücüne katılımında son aylardaki sert düşüş ve işgücündeki daralmanın daha fazla açıklanmaya muhtaç yanları var. Ancak verilere yaslandığımızda işçileşen toplumun bu ağır koşullar altında artık nüfusunun çoğaldığını ve bilhassa kadınlar ve gençlerin ağır işsizlik pençesinde olduklarını görüyoruz.
.
TARİHİN EN YÜKSEK İŞSİZLİK ORANI KAYDEDİLECEK
Yukarıdaki kısa hatırlatmayı mart ve nisan aylarına dair işsizlik rakamlarına bakarak yorumda bulunmak zorlaşacağı için de yapmak gerekli. Salgının etkileriyle birlikte imalat sektörü de dahil olmak üzere, perakende ticaret ile konaklama ve yiyecek faaliyetlerinde muazzam bir duraksama yaşandı. Sadece mart ayında perakende satış hacmi bir önceki aya göre yüzde 8,1 azaldı. Sanayi, inşaat, ticaret ve hizmet sektörleri toplamında ciro endeksi yine mart ayında bir önceki aya göre yüzde 9 azaldı. Nisan ayında kısa çalışma ödeneğinden faydalanmak üzere 3 milyon 194 bin kişi adına başvuruda bulunuldu ve 2 milyon 590 bin kişi bu kapsamda ödeme almaya başladı.
Salgının istihdama etkileri üzerine son dönemde çalışmalarda bulunan Erol Taymaz’ın tespitlerini takip edersek, Türkiye’deki emek piyasasının yapısı ve kısa çalışmadan faydalanma koşulları nedeniyle en azından bu kadar çalışanın (2,5 milyon) işini kaybettiği tahmininde bulunabiliriz. Kısa çalışma ödeneğinden faydalananlar Türkiye’de iş bulma ümidini yitirenlerin sayısındaki hızlı artış devam etse ve bunlar resmi dar tanımlı işsizlik hesabının dışında kalmaya devam etse dahi nisan ayı için yüzde 20’yi aşan bir işsizlik oranı tahmininde bulunabiliriz (geniş tanımıyla yüzde 30’u aşan bir işsizlik oranı). Kötümser senaryolar (kısa çalışma ve ücretsiz izin başvurusu gibi kalemleri de hesaba katarak) mart ayından mayısa uzanan dönemde 7 ila 8 milyon istihdam kaybı tahminine varıyor. Belirsizlikler nedeniyle varsayımları detaylandırıp virgüllü tahminler sunmuyorum. 2018-19’da ulaşılan travmatik rakamların daha da yükseleceğini söylemek yeterli. Bu rakamların büyük bir kırılmaya uğrayarak resmi verilerde yer alacak olması çöküşün hafif atlatıldığı düşüncesine yol açmamalı. Çünkü, kısa çalışma ödeneğinden faydalananların işlerine dönüp dönemeyecekleri belirsiz. İstihdam kaybı yaşanan sektörlerde toparlanma birkaç ayda gerçekleşmeyebilir ya da örneğin milyonlarca gencin sınav takvimiyle oynamak turizm sektöründe canlanma sağlamayabilir.
KRİTİK DEĞİŞKEN: ALTERNATİF VAR MI? NE KADAR GÜÇLÜ?
Tarihin en yüksek işsizlik oranlarını indirmeden, indirdiğine inandırmadan hiçbir siyasetçi başarı iddia edemez, ancak bu, hızlı bir toplumsal değişim yaşanacağı anlamına da gelmez. Salgında alt gelir grupları daha fazla kaybediyor, sektörel dağılım nedeniyle daha düşük ücretle çalışanlar daha fazla işsiz kalıyorlar. Kısacası, emek piyasası dışına itme, hane içi sömürüye yaslanma, milyonları düşük gelir destekleriyle ya da ödemelerle zor zamanlarda idare etmeye davet etme bir yandan da basınç birikimi getiriyor. Çok kısa süreli bir yükseliş ve gerileme olması durumunda dahi bu oranlar gelir dağılımını olumsuz etkileyecek, çeşitli katmanlar arasında sürtüşmeleri artıracak. Çünkü, Türkiye’de dayanma eşiği haneler için oldukça düşük. Dünya Bankası 2017 Global Findex verilerine göre, Türkiye’de yetişkin nüfusun yüzde 80’i aşan bir kısmının (o dönem Türkiye’de asgari ücretin yüzde 137’si olarak tanımlanmış) bir acil durum fonuna erişimi bulunmuyor. Enformel ağlar, hısım akraba desteği ise bilindiği üzere uzun süre dayanmaya yetmiyor.
Otoriter rejimlerin dayanıklılığı, hanelerden ve emekçilerden daha fazla. Yüksek işsizlik oranları kaydedilirken, gelir adaletsizliği derinleşirken de bir otoriter rejim varlığını sürdürebilir. En temel yol, otoritenin uygun gördüğü davranış kalıbı dışına taşmanın maliyetinin artırılmasıdır (ki bu yöntemi çok iyi biliyor, deneyimliyoruz).
Pandemi sırasında dünyada otoriter figürlere verilen desteğin devamı ve yeniden üretimini izah etmeye çalışırken alternatif projelerin mevcudiyeti ve gücünü bir değişken olarak dikkate almak gerekli. Erdoğan yönetimi, iç kavgalara karşın; hatta Türkiye, yeni bir kur krizi deneyimlemiş olmasına karşın muhalefeti kendini savunma konumunda tutabiliyor. Emeğin örgütsüzlüğünü yatak yapan, milyonların sefaletini bir yorgan gibi üzerlerine çeken sermaye stratejilerinin bu durumda payı olduğunu da görmek gerekiyor. Otoriter rejim altında da idare edebildiği kanısında olan, hatta rüyasında dünya devi düşleri görenlerle aralarında göbek bağı bulunan “muhalif” bir siyaset anlayışı ise kanımca bir süredir (ifade uygun düşerse) rejimi satın alıyor. Sonuç, muhtemel bir “demokrasi bloku”nun rejimle değil bakanlarla uğraşmaya devam etmesidir. Böyle bir muhalefet baştan dezavantajlı bir konumu işgal eder; kaygılı orta sınıflar ve daha fazla sefalete sürüklenen emekçilere bir gün ulaşacağını düşünerek kendisine tanınan alanda Godot’yu bekler gibi seçim hazırlığı yaparken, zemin yeni faşizan hezeyanlara fazlasıyla müsait kılınmış olacaktır.