2016’nın Ocak ayının ikinci yarısında Davos’ta gerçekleşen Dünya Ekonomik
Forumu toplantısı, 2016’nın ilk günlerinde dünya genelinde yaşanan borsa
çöküşlerinin gölgesinde yapıldı. Zaten forumun beş ana temasından üçü doğrudan
küresel ekonomik krizle ilgiliydi. Kapitalizmin geleceğine dair umutları diri
tutmanın temel amaç olduğu Davos zirvesinde dahi küresel krizin bu denli önemli
bir yer kaplaması, meselenin ne denli ciddi olduğunu gösteren bir işaret. Bu
yazıda 2008’de ABD’deki dev yatırım bankalarından biri olan Lehman Brothers’ın
batmasıyla patlak veren ve halen süren küresel ekonomik krizin ana hatlarıyla
gelişimi ve 2016 itibariyle beklenen güncel gelişmeler konu ediliyor. Bu
bağlamda Türkiye ekonomisinin 2016 serüveni de kısaca ele alınacak. Bu durum
tespiti için bir adım geriye çekilip 2008 öncesini kısaca hatırlamak gerek. [1]
ABD’nin Krizi
ABD’de 1990’lı yıllarda oluşan yeni kurumsal mimariyle finansal sistem
toplumla farklı bir bütünleşme aşamasına geçti. Yeni finansal mimarinin iki
temel özelliği vardı. Bunlardan ilki menkul kıymetleştirme işlemleriyle borcun
metalaşması ve ikincisi de firmaların üstlendikleri risklerin transferini
mümkün kılan finansal yenilikler sayesinde firmaları daha riskli yatırımlara
yönlendiren bir teşvik yapısının oluşması idi. Bu iki hamle sonucunda, o döneme
kadar ABD konut piyasasından dışlanmış işçi sınıfının en yoksul kesimleri
sisteme içerildi. Bu elbette borç veren finansal sistem açısından “riskli” bir
yatırımdı. Zira verilen kredinin geri dönmeme olasılığı oldukça yüksekti. Ancak
bu riske rağmen yatırımları mümkün kılan, FED’in uyguladığı düşük faiz
politikası gibi etkenlerin yanında yeni finansal mimarinin gelişimi ve nihayetinde
finansal yenilikler sayesinde bu risklerin transfer edilebileceği düşüncesiydi.
Ancak teorik çerçevesinin “etkin piyasa hipotezi” tarafından çizildiği bu
genişleme süreci 2008’de tam anlamıyla iflas etti. Bu iflas aynı zamanda
kapitalizmin tarihindeki dördüncü (1870’ler, 1929, 1970’ler ve 2008 sonrası)
büyük ekonomik kriz dalgasının başlangıcını simgeliyordu.
Avrupa’nın Krizi
1990’lı yıllarda oluşan yeni finansal mimarinin mekanı sadece ABD değildi.
1990’lardaki Asya Krizi sonrası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi
sonucu geç kapitalistleşen ülkelerin hemen hemen tamamı küresel finansal ağlara
dahil olmuştu. Uluslararası finansal sisteminin bütünleşik yapısı, genişleme
döneminde sermaye hareketlerini kolaylaştırarak karlılığı artırıcı bir alt yapı
sunarken, kriz dönemlerinde sistemin bir yerinde ortaya çıkan bir sorunun hızla
diğer alanlara sıçraması riskini beraberinde getirdi. Bu yapı içinde ABD’de
patlak veren kriz, ilk olarak ABD pazarıyla en çok bütünleşmiş olan Avrupa’ya
sıçradı.
Küresel ekonomik krizin ikinci aşaması olan bu süreçte kriz Avrupa’ya
vardığında, firma iflasları aşamasından devletlerin iflası aşamasına geçilmiş
oldu. Bunun temel nedeni, batan firmaların devlet tarafından kurtarılması, yani
firma zararlarının kamu bütçesinden karşılanmasıyla toplumsallaştırılması idi. Firma
kurtarmalarının kamu bütçesine getirdiği ek yükler borçlarının çevrilememesi
sorunlarını gündeme getirdi ve krizin Avrupa’daki görünümü borç krizi oldu.
ABD’den farklı olarak krizin Avrupa uğrağında sert bir kemer sıkma
programı, krizden çıkış için çözüm olarak önerildi. Bu reçete başını Alman
sermaye kesimlerinin çektiği Avrupa’daki finans kapital tarfından üzerinde
uzlaşılmış bir programı ifade ediyordu. Örneklerini 1980 sonrasında IMF koşullu
kredileri aracılığıyla uygulanan “birikim modeli ihracı” süreçleri Avrupa
içinde tekrarlandı. Borçlu ülkelerin borçlarının yeniden finanse edilmesi
karşılığında her bir borçlu ülkenin birikim modeli emeği disipline etme
temelinde yeniden düzenlendi.
Bu reçeteye karşı gelişen tepkilerin en kuvvetli olduğu Yunanistan’da 2015
başında iktidara gelen Syriza, 6 aylık süreç sonucunda tam anlamıyla havlu attı
ve kemer sıkmanın bir uygulayıcısı haline geldi. Ancak Yunanistan’da dahi süreç
henüz sonlanmış değil. Zira Yunan halkı geri ödenmesi mümkün olmayan bir borç
yükü altında eziliyor. İspanya’da Kasım 2015’te yapılan genel seçimler
sonucunda halen yeni hükümetin kurulamamış olması, kemer sıkma paketinin uysal
öğrencisi Portekiz’de işlerin tersine dönmesi ve İngiliz İşçi Partisi’nin
başına kemer sıkma karşıtı bir başkanın geçmesi gibi gelişmeler, Avrupa için 2016’daki gelişmelerin kritik olacağını
gösteriyor.
“Yükselen Piyasaların” Düşüşü
2014 yılına gelindiğinde, küresel krizin üçüncü aşamasının mekanının
Küresel Güney olacağı belirginleşmişti. Küresel ekonomik krizin ilk patlak
verdiği 2008’de Küresel Güney ülkelerinde bir yıllık daralmanın ardından
yeniden yüksek büyüme oranlarının yakalanmış olması, piyasa yorumcularını iştahlı
yorumlar yapmaya sevk etmiş ve artık dünya ekonomisinde büyümenin taşıyıcısının
geç kapitalistleşen ülkeler olacağı ilan edilmişti (de-coupling tartışması). Türkiye’ye bu görüş krizin “teğet geçmesi”
olarak aktarıldı. Bu süreci mümkün kılan merkez ülkelerin krize verdiği tepki
idi. Merkez ülkelerde hızlı ve sert faiz indirimi ve miktarsal genişleme olarak
iki sütun üzerine inşa edilen politika tepkisinin geç kapitalistleşen ülkelere
yansıması, muazzam miktarda fon girişi yaşanması oldu. Dolayısıyla 2000’lerin
başından itibaren merkez ülkelerdeki kredi genişlemesi sayesinde görece yüksek
büyüme oranları yakalayan Küresel Güney ülkeleri, 2008-9 kesintisi ardından yeniden hızlı büyümeye devam ettiler. Ta ki
2012 sonuna kadar. Özellikle 2013 itibariyle ABD’nin miktarsal genişleme
politikasına son vereceğini ve ılımlı da olsa yeniden faiz artırımına
gidebileceğini ilan etmesi yükselen piyasaların düşüşünün başlangıcı oldu.
Küresel krizin üçüncü aşamasının karakteristik özelliği, “yükselen piyasa
ekonomileri” kategorisinde yer alan (Hindistan dışındaki) ülkelerde ekonomik
büyümenin tempo kaybetmeye başlamasıdır. Bu süreçte dünya ekonomisi açısından
en kritik gelişme kuşkusuz Çin ekonomisinin yavaşlamayı sürdürmesidir. 2008-9
çöküşünü dahi ufak bir sarsıntıyla atlatan Çin ekonomisinde, ekonomik büyüme oranı
krizden itibaren istikrarlı bir şekilde azalmaya devam ediyor. Çin
büyümesindeki tempo kaybı, Çin ekonomisinin dünya ekonomisinde kapladığı
büyüklük nedeniyle sadece Çin’i değil, geri kalan ülkeleri de etkiler düzeyde.
Bu etkilerin en önemli görünümü petrol ve emtia fiyatlarındaki rekor düşüşlerde
görülüyor. Çin’in yanı sıra Rusya’da ekonomik daralmaya, reel ücret düşüşleri
ve yerli paranın değersizleşmesi eşlik ediyor. Brezilya ekonomisi ise resmen
resesyona girmiş durumda.
2016 İçin Kritik Gelişmeler: Aktüel Bir
Kriz Konjonktürü
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IFF) açıkladığı veriler, yükselen piyasa
ekonomilerinin düşüşünün bu ülkelerden 2013’te başlayan sermaye çıkışı ile
ilişkili olduğunu, 2014 ve 2015’te bu çıkışın rekor düzeye ulaştığını
gösteriyor. IFF’nin tahminleri Küresel Güney’den sermaye çıkışının 2016’ta da
devam edeceğini gösteriyor. Sermaye hareketlerine son derece duyarlı hale
getirilmiş ülke ekonomileri için sermaye çıkışının en önemli sonuçlarından biri
ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi. Bir diğeri de yerel paraların dolar
karşısında değersizleşmesi.
Bu iki dinamiğe dünya ticaretindeki daramayı da eklediğimizde, 2016 için
Küresel Güney’de aktüel bir kriz konjonktürüne girildiği söylenebilir ancak krizi
tetikleyecek somut gelişmelerin nereden geleceğini kestirebilmek mümkün değil. Elbette
Küresel Güney, homojen bir kategori değil. Örneğin petrol ihracatçıları ile
ithalatçıları, dış ticarete bağımlı küçük ülkeler ile güçlü iç pazarı olan
büyük ülkeler gibi farklılıklar mevcut ve bu farklılıklar krizin gelişimini
etkileyecek düzeyde.
Küresel Güney’deki kriz dinamikleri, ABD ekonomisindeki gelişmelerden
bağımsız değerlendirilemez. 2015’in Aralık ortasında ABD’de açıklanan bir dizi
“ilginç” veri, merkez bankası FED’in faiz artışı kararının gölgesinde kaldı
ancak bunlar 2016 için önemli idi. Bunlardan ilki, ABD’deki finansal mimarinin
kritik unsurlarından biri olan gölge bankacılık sisteminden gelen alarm
sinyalleri oldu. Buna göre Aralık ayında ABD’deki gölge bankacılık alanında
faaliyet gösteren üç önemli finansal kurum battı. Çöp kağıtlar (junk bonds) olarak adlandırılan yüksek
risk karşılığında yüksek getiri vaad eden finansal araçların ticaretini yapan
finansal kurumlarıın batması en son 2007’de gözlenmişti.
İkincisi, sanayi üretim verisi idi. ABD Kasım ayı sanayi üretimi verisinin
beklentilerin altında kaldı, hatta sanayi üretiminde Mart 2012’den beri en
hızlı aylık düşüş gerçekleşti. İlginç olan Kasım verisi tek seferlik bir düşüşü
değil, yaz aylarından itibaren süren düşüş trendini gösteriyordu. Bu iki
gelişmeye petrol fiyatlarındaki rekor düşüş ve son enflasyon verisi (Aralık
2015’te -0.1) de eklendiğinde, FED’in 2016 içinde yapacağını ilan ettiği dört
faiz artışının hayata geçmesi şüpheli hale geldi.
ABD’deki faiz artışı sürecinin olası etkilerinin neler olacağı üzerine yapılan
tartışmalar yoğunlaşarak sürüyor. Bu bağlamda ABD ekonomisinin yeni bir
finansal krizin eşiğinde olup olmadığı yeniden gündeme geldi. Özellikle 1929
krizi sonrası FED’in krizden çıkıldığı düşüncesiyle faizleri 1937’de
artırmasının ardından yeniden büyük bir çöküşün yaşanması, güncel bir uyarı
olarak dolaşıma sokuldu. Zira 1937 çöküşü sonrasında kriz ancak İkinci Dünya
Savaşı sonrasında sonlanmıştı!
ABD ekonomisinde yeni bir finansal krizin patlak vermesi durumu, iki
nedenle dünya ekonomisi açısından tam bir yıkım anlamına gelebilir. İlki,
faizlerin sıfır olduğu ve trilyonlarca doların piyasaya sürüldüğü bir ortamda
yeni bir kriz patlak verdiğinde bu sefer FED’in elinde krize müdahale için
herhangi bir silah kalmamıştır. İkincisi de, dünya ticaretinin daralması,
Avrupa’da bir türlü krizden çıkılamaması ve Küresel Güney’de ekonomik büyümenin
tempo kaybetmesi gibi gelişmeler, ABD’de gerçekleşecek olası bir finansal kriz,
dünya genelinde neoliberal kurumsal ve ekonomik yapının tamamen çökmesi
anlamına gelecektir. Bu andan sonra mevcut siyasal iktisadi paradigma içinde
kalınarak yeni bir krizin karşılanması imkansız hale getirmiştir.
Türkiye Ekonomisi: İstikrarsızlıkta
İstikrar!
Tüm bu gelişmelerin yaşandığı dönemde Türkiye ekonomisinin gelişimine
baktığımızda, süreci genellikle yapıldığı gibi iki alt dönemde ele alabiliriz.
İlki 2001 krizi ile 2008 krizi arasındaki dönem, ikincisi de 2008 krizi
sonrasından günümüze kadar geçen süre. İlk dönemi karakterize eden temel
özellikler üç başlıkta toplanabilir. İlk başlık emek piyasalarının yeniden
düzenlenmesiyle ilgilidir. Bu alanda ücretlerin bastırılması, özelleştirmelerle
güvenceli istihdam biçimlerinin azaltılması ve yeni iş yasasıyla emek
piyasalarının esnekleştirilmesi gibi oldukça kritik uygulamalar hayata geçirildi.
İkinci başlık devletin kurumsal yeniden yapılanmasıydı. Bu başlıkta ekonomi
yönetiminin depolitizasyonu olarak adlandırabileceğimiz bir dizi kurumsal
reformlar yapıldı. Merkez bankasının bağımsızlaşması ve bağımsız düzenleyici
kurumların oluşturulması bu yeni kurumsal düzenlemeler arasındaydı. Bu
düzenlemelerle ekonomi politikasının büyük ölçüde siyasal tartışmanın dışında
konumlandırılması amaçlandı. Örneğin ücret artışları merkez bankasının
belirlediği enflasyon hedefine endekslenerek belirlendi.
Üçüncü başlık da dünya konjonktürünün etkileri idi. 2001 ile 2008 arası
dönem FED’in izlediği para politikası nedeniyle ucuz kredi olanaklarının bol
olduğu bir dönemdi. Buna ek olarak Türkiye’nin IMF ile yürüttüğü istikrar
programı ve AB’ye üyelik müzakerelerine başlanmış olması gibi etkilerle yabancı
sermaye girişleri daha önce görülmedik şekilde arttı. Kısacası, iki kriz
arasında Türkiye ekonomisi görece hızlı ekonomik büyümenin yaşandığı bir dönem
geçirdi. Ancak bu dönem, çalışanlar açısından giderek güvencesiz çalışma
biçimlerinin yaygınlaşması ve ücret artışlarının neredeyse dondurulmuş olması
bakımlarından olumsuz yıllardı.
2008 Krizi Sonrası: Ekonomik Büyümenin
Yavaşlaması
İkinci dönemin en önemli özelliği ise ekonomik büyüme temposunun giderek
yavaşlıyor olmasıydı. Gerçekten de, 2009 yılında ABD’deki krizin etkileri
nedeniyle şiddetli bir şekilde daralan Türkiye ekonomisi, 2010 ve 2011’de hızlı
büyüme oranları yakalasa da takip eden yıllarda ekonomik büyümenin giderek
yavaşlamaya başladığı görülebilir. Ancak işçi sınıfı açısından 2008 krizi
sonrası dönemin en önemli özelliği, çalışanların reel ücretlerinde bir artış
olmamasına rağmen tüketim sevilerinde görülen artıştır. Bunun temel nedeni ise
krizden çıkış için uygulanan tedbirler çerçevesinde merkez bankasının
uyguladığı düşük faiz politikası ile borçlanmanın kolaylaştırılmasıdır.
Bunun sonucunda reel gelirleri artmayan geniş toplum kesimlerini hayat
standartlarını korumak için giderek artan bir şekilde borçlanmaya gittiler.
Üçte ikisi ücretlilere ait olan tüketici kredisi borçları 2002 yılında 2 milyar
civarındayken 2013 sonunda 240 milyar dolara ulaştı ki bunun yarıya yakınını
konut kredileri oluşturuyordu. Artan bireysel borçlanma yoluyla çalışanların
finansal sistemle bu şekilde bütünleşmesinin birkaç önemli sonucu oldu.
Bunlardan ilki borçluların kaderleri giderek artan bir şekilde ekonomik
istikrarın varlığına bağlı hale geldi. Bunun anlamı, AKP hükümetinin istikrar
vaadinin karşılık bulduğu geniş kesimlerin yaratılmasıydı. İkincisi, uzun vadeli
borçlanma olanaklarının sağlanıyor olması, çalışanları sisteme bağlayan
görünmeyen zincirler olarak işlev görmeye başladı. Son olarak borçların geri
ödenebilmesi için daha fazla çalışma “yeni normal” halini aldı.
İkinci olarak kurumsal yapıya baktığımızda, özerk kurumların ve merkez
bankasının kriz koşullarına göre yeniden organize edildiklerini görebiliriz. Bu
çerçevede önceki dönemden farklı olarak ekonomi yönetimi deyim yerindeyse
“otomatik pilottan” manuel yönetime geçti. Bu süreçte uluslararası kurumlarla
eşgüdümlü bir şekilde gündeme getirilen makroihtiyati politikalar ile sürece
müdahale edildi, fiyat istikrarı yanında finansal istikrar da gözetilen bir
hedef olarak tespit edildi. Yasal olarak merkez bankasının öncelikli hedefi
enflasyonu düşürmek olsa da, kriz konjonktüründe fiili olarak öncelikli hedef
ekonomik büyümeyi desteklemek olarak revize edildi.
Son olarak uluslararası konjonktürün etkilerini değerlendirdiğimizde,
özellikle ABD’de krizden çıkış için uygulanan kurtarma paketlerinin, aralarında
Türkiye’nin de olduğu ülkeler açısından yeniden ucuz kredi olanaklarının
bollaştığı ve borçlanma maliyetlerinin giderek düştüğü bir dönemin yaşanması
anlamına geldiğini görebiliriz. Zaten Türkiye’de 2009 sonrası ekonomik
canlanmanın ve işçi sınıfının finansal sistemle entegrasyonunun bu denli hızlı
gerçekleşmesinde, yurt dışından gelen ucuz kredi olanaklarının olması hayati
rol oynadı. Ancak bu süreç 2013’te sonlandı ve 2015 itibariyle süreç tersine
işlemeye başladı, net sermaye çıkışları yaşandı. 2016’da bu trendin devam
etmesi bekleniyor.
“Utangaç Kalkınmacılık”: Paradigma
Değişikliği (mi?)
Sermaye
çıkışlarının yaşandığı ve ekonomik büyümenin tempo kaybettiği bir ortamda
iktidara gelen 64. Hükümet ile birlikte ekonomik yönetiminin farklı arayışlara girdiği
görülmektedir. Buna göre 2016 için hükümetin aldığı ekonomik önlemlerin tamamı
kriz karşıtı bir çerçevede iç talebi canlandırıcı politikalar olarak görülebilir.
Bu politika çerçevesi kamu harcamalarının artışı, asgari ücretin yükseltilmesi
ve borçlanma imkanlarının kolaylaştırılması ayakları üzerinde durmaktadır. Kısacası,
kredi genişlemesine dayalı iç talebi destekleme politikası 2016 için politika
yapıcıların izleyeceği ana yörüngeyi oluşturmaktadır.
2016’da
uygulanacak olan bu politika çerçevesinin, ekonomi politikalarında köklü bir
değişikliği yansıtıp yansıtmadığı konusu ise tartışmalıdır. Ancak işaret
edilmesi gereken, iç pazar odaklı “utangaç kalkınmacı” politikaların, dünya
ticaretinin daraldığı bir ortamda IMF gibi uluslararası kurumlar tarafından “yükselen
piyasalara” önerilen bir çözüm olmasıdır. Bu anlamıyla 2016 itibariyle gündeme
gelen politika çerçevesi mevcut dünya sistemine “rağmen” değil, onunla uyumlu
bir şekilde geliştirilmiştir. Bu anlamda ekonomi politikası çerçevesindeki farklılığın
neoliberalizmden sapma anlamına gelmediğinin altı çizilmelidir. Bu politika
çerçevesinin ekonomi politikalarında daha köklü bir dönüşüme yol açıp
açmayacağı ise, aktörlerin niyetleri kadar küresel ekonomik krizin seyrine
bağlı olacak.