Örneğin, Türkiye’de devlet bankalarının kredi kampanyalarında ne kadar gelir kaybı yaşayacakları önceden bilinemiyor. Türkiye’de iyi bilinen kamu özel işbirliklerinin yükü, ya da Merkez Bankası’nın bilanço dışı yükümlülük biriktirmesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu tarz, teknokratik bir özellik sergiliyor, ancak otoriter piyasacılığın fıtratında yer alıyor.
Bilanço dışı politika yapımı kriz koşullarında sorunları ötelerken ağırlaştırabiliyor. Pandeminin katkısıyla Türk Lirası 2020’de ABD doları karşısında yüzde 14 değer kaybetti, CDS primi 2008 seviyesine yükseldi. Daha önce IMF’ye dudak bükülmesini sağlayan şaşırtıcı önlemler, bugünlerde ne kadar işe yarayabilir bilinmiyor. Peki, mevcut durum IMF’ye gidileceğini mi gösteriyor? Önemli sorular üzerinden bakalım.
TÜRKİYE 2018-19 KRİZİNDE IMF’YE NEDEN GİTMEDİ?
Türkiye’de güçlü bir IMF partisi mevcut. Temsilcileri 2018’de kur atakları yoğunlaşırken şu yaklaşımı ileri sürüyorlardı: Uluslararası yatırımcıya güven verecek bir program önce faizleri yükseltir, parasal disiplin sağlar. Daha sonra “yapısal reformlara” başlanır. Orta vadede faizler ve enflasyon düşer.
Bilindiği üzere Türkiye IMF’ye gitmedi, lakin IMF’siz bir IMF programına yöneldi. Ekonomik daralma, finansman ihtiyacının azalmasına vesile oldu. Kaynağı bilinmeyen (net hata noksan kaleminde takip edilen) 20 milyar dolarlık giriş 2018’de ekonomiye hayat verdi.
IMF’nin koşulları ve dayatmaları Türkiye’de kısa vadede daha sert çöküşe neden olabilirdi. Bunu bilemeyiz. IMF programlarının siyasal bedelinin ağırlığı tercihin arkasındaki başka etkendi, bunu biliyoruz. Her ne kadar bir gün söylediğinin tam tersini ertesi gün söyleyebilen devlet seçkinlerine alışkın olsak da, yıllar boyunca IMF’ye borç vermekle övünen bir yönetim, kuru kontrol altında tutabilir gibi olduğunda defter kapandı.
IMF NE KADAR DESTEK SUNABİLİR?
Bugün elbette durum farklı. On yıllardır liberallerin en büyük günah saydığı, devlet harcamalarının doğrudan merkez bankaları kaynakları ile karşılanması artık sıradan bir uygulamaya dönüşüyor. Finansal disipline büyük bir çizik atan para yaratımı ve parasal genişleme, üstelik daha önce görülmedik ölçülerde gerçekleşiyor.
Bu koşullarda IMF ne yapıyor? IMF baş ekonomisti Gita Gopinath, “Büyük Kapanma” sırasında Nisan ortasına gelindiğinde IMF’nin 189 mensubundan 100 kadarının fona destek başvurusunda bulunduğunu açıkladı. Bu sayı küresel felaketin boyutlarına işaret ediyor. IMF’nin Felaketlerden Korunma ve Yardım Fonu, 25 yoksul ülkeye hibe vererek altı aylık bir borç rahatlatma işlemi gerçekleştirecek. Fonun borç verme kapasitesi ise Mart ayı itibarıyla toplamda yaklaşık 1 trilyon dolar (440 milyar dolar kotalar, 196 milyar dolar çok taraflı borç anlaşmaları ve 344 milyar dolar ikili borçlanma anlaşmaları). Bu paranın onda biri acil durumlarda destek için düşük faizli kredilere ayrılmış. Küresel krizin ardı arkasına borç krizlerine yol açması beklendiği için kapasitenin yeterli olmadığı düşünülüyor ve ek likidite imkanları tasarlanıyor. Örneğin, güçlü göstergelere sahip ülkelerin kullanabileceği belirtilen yeni bir rotatif kredi imkanı bu satırlar yazılırken açıklandı. Ancak IMF yönetimi, çeşitli önerilerdeki trilyonlarca dolarlık yeni özel çekme hakları (SDR) tahsisini değil, 500 milyar dolara denk düşecek bir SDR genişlemesi öngörüyor. ABD’nin işe sıcak bakmadığı IMF Başkanı tarafından laf arasında söylendiği için SDR genişlemesi belirsizliğini koruyor.
IMF Başkanı Kristalina Georgieva 15 Nisan’da internet yayınında “gelişmekte olan ülkeler”in finansman sorunları nedeniyle acil durum fonlarının aylar değil, haftalar içinde erişilebilir olacağını belirtti. Ancak Türkiye, piyasa kalemşorlarının ve liberal iktisatçıların arzuladığı biçimde destek alabilir mi sorusunun cevabı olumsuz görünüyor. Türkiye IMF’deki 4,7 milyar SDR’lık kotası (yaklaşık 6,4 milyar dolar) vesilesiyle bir yıl zarfında kotası kadar, toplamda ise 9,5 milyar dolar kadar limitle Acil Finansman Aracından faydalanabiliyor. Ayrıca bir stand-by anlaşması 3 yıllığına en fazla 28 milyar dolara kadar IMF desteğine olanak tanıyor, daha ötesi istisnai erişim demek. Ona ulaşmak ilgili makamlara saygı duruşundan geçiyor. Üstelik fonun mensuplarının yarısından fazlası destek beklerken istisnai erişimin gerçekten istisnai olacağı atlanıyor.
IMF TÜRKİYE’Yİ HUKUKA MI DAVET EDER?
Dolayısıyla iki noktanın altını çizmek gerek. Türkiye IMF’ye başvurursa alabileceği miktarlar şu an için oldukça sınırlı. Üstelik önümüzdeki haftalarda artırılacağı düşünülen kapasiteye karşın, muhtemel desteğin hepsini alabilmesi zor. 100 ülke sırada.
Farklı siyasal partilerde temsilcileri bulunan, güçlü IMF partisi, yine de 2018-19 krizinin sorunlarının üzerine binen pandemi çöküşü kendisini daha ağır hissettirirken, daha yüksek sesle anlaşma talep edecektir. Görünüşe bakılırsa Erdoğan yönetimi bir IMF anlaşması küçük düşürücü olacağından, kapsamlı ve uzun yıllara dayalı bir destek söz konusu olursa uluslararası alanda Erdoğan’ın sesinin daha da kısılmasını zorunlu kılacağından bu işten kaçınmaya çalışacak.
Ancak şu noktanın altını çizelim: IMF’nin bir ülkeyle stand-by anlaşmasına gitmesi o ülkede hukuk devleti uygulamalarının yerleşmesi koşuluna bağlı değil. Demokratikleşme ile fonun programları arasında olumlu ilişki göstermeye kalkan ana akım siyaset bilimcilerin kafasında saç kalmadığını belirtmek isterim. Latin Amerika’da dokuz ülkenin 1954-84 yılları arasında incelenmesi, bu ülkelerde otoriter rejimler ve askeri diktatörlüklerin 49 kez IMF anlaşması yaptığını gösteriyor. Daha yakın tarihlere gelelim; Mübarek diktatörlüğünü IMF’nin övdüğünü hatırlamak bu kadar mı zor?
Dolayısıyla IMF anlaşmasını gerekli görüp, bunu devlet kapasitesi inşasından, yeniden hukuk devleti tesisine kadar çeşitli faydalarıyla izah eden, IMF partisi temsilcilerinin ibretlik açıklamalarını ciddiye almak mümkün değil.
EKMEK YOKSA BAYAT TARTIŞMA MI YİYECEĞİZ?
Türkiye’de iktidar blokunun tercihleri nedeniyle olsa gerek bazı iktisatçılar geçtiğimiz ay, parasal genişleme zorunluluğunu ifade edip bunu ancak “güvenilir ve iyi tasarlanmış bir programın parçası olarak” yapmanın uygun olacağını belirtirken, fonu işaret etmekten kaçındılar. Elbette, doğrudan IMF’yi işaret eden yorumlar da ardı arkasına gelmeye başladı. IMF ile anlaşmanın Türkiye’de hukuk devleti tesisiyle bir ilgisi bulunmadığını yukarıda ifade ettim. Bu bayat tartışmayı sürdürenleri kendi hallerine bırakıyorum. Ancak şunları da eklemeliyim:
Devlet bankalarının birkaç milyar dolarlık satışlarıyla piyasaya müdahalelerini sürdürmek, Merkez Bankası ile bankalar arasında kurulan devridaim makinasını korumak, parasal genişlemeyi birkaç teknokrat ve siyasetçinin uygun gördüğü zaman ve biçimde yapmak örneğin bir stand-by anlaşması altında gerçekleşemez. Başka bir ifadeyle, Türkiye’de siyaset yapıcıların krize sürüklenirken de, kriz yönetirken de çok faydalandığı çeşitli bilanço dışı politikalar bu halleriyle sürdürülemezler. Düzenli bilgi akışı ve finansal risklerin hesaplanması yatırımcıların temel ihtiyacı olduğu için, kapsamlı bir IMF desteği, döviz piyasaları ve kredi hacmini ilgilendiren bazı bilanço dışı uygulamaların durdurulması şartıyla gelebilir. Ancak, grev yasaklamaya, ücretsiz izin adı altında işten çıkarmaya, insanların hayatlarıyla oynamaya kalkacak bir yönetimin elini IMF’nin tuttuğu görülmemiştir. Genelde o eli, IMF temsilcileri, hararetle sıkarlar.
Madem mevcut yönetim istemiyor, madem bu iş oldukça zor, niye bu satırları yazıyorsun derseniz, onun tek bir cevabı var: BDDK’nın bankaların yurtdışı yerleşiklerle yaptığı takas limitlerini özkaynaklarının yüzde 1’ine indirmesi ile görüldüğü üzere sermaye kontrollerini genişletmeye başlayan, halen elindekileri kuru tutmak için kullanan Erdoğan yönetimi, IMF’siz devam etmek için uğraşıyor. Ancak alaturka parasal genişlemeden, bütçe açıklarına ve bu koşullar altında devam ettirilen bilanço dışı politika uygulamalarına her yapılan, ekonomi yönetimine zaman kazandırırken bir yandan da Türkiye’yi yeniden ve daha büyük dış finansman arayışına itiyor (kimilerine göre IMF’ye mahkum kılıyor). Bir ay önce gelen “en iyi şekilde atlatırız, avantajlı çıkarız” tespitinin artık yerinde yeller esiyor.
not: bu yazı gazeteduvaR'da 17 Nisan 2020'de yayımlanmıştır.