15 Haziran 2016 Çarşamba

Yeni bir Ekonomik Kriz mi, 2008’in Sarsıntıları mı?

Bu röportaj Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş'ün 2. baskısı vesilesiyle yapıldı ve Mesele Dergisi'nin Mayıs sayısında yer aldı. Röportaj için Özlem Çelik'e çok teşekkür ederiz. Kriz Notları okuyucuları için burada da paylaşıyoruz. 

İyi okumalar.
***

Bu ay, Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen ile 2014 yılında Notabene yayınevinden ilk baskısını yaptıkları ve geçtiğimiz Nisan’da aynı yayınevinden ikinci baskısını elimize aldığımız, eleştirel ekonomi-politik bir analiz çerçevesinde finansallaşma, kriz, artan borçlanmanın münferit olmadığı ve geleceğin kapitalist ve geç kapitalist ülkeler açısından neler getireceğini inceleyen kitapları Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş isimli kitapları üzerine söyleştik. Söyleşi, kitabın yeni baskısındaki değişiklikler, gelecek günlerde dünya ve Türkiye’de kriz dinamikleri ve Türkiye’nin güncel ekonomik gündemleri üzerine yoğunlaştı. Yakın gelecekte solun yükselmesinin önündeki zorlukları ve neoliberalizmin sürekliliğini gösteren bir ibrenin bizi beklediğinin altını çizen yazarlara bu keyifli sohbet için teşekkürler.

M: Öncelikle tebrikler. Kitabınızın kısa bir süre içinde ikinci basımını gerçekleştirdi. Benim kendi çevremden de bildiğim, duyduğum, kitabın epey ilgi gördüğüydü. Benim gibi bu alanda çalışanların dışında da yoğun bir ilgiye mazhar oldu kitap. Önce bu kitabı ilk yazma fikri nasıl çıkmıştı onu biraz bize hatırlatır mısınız?

Ü: Kitap fikri 2013’te belirginleşti. Ancak krizin gidişatıyla daha yakından ilgilenmemiz 2011 yazına kadar gidiyor. Ondan önce fırsat buldukça Ali Rıza ile güncel gelişmelerle ilgili değerlendirmeler yapıyorduk ancak bunlar kendi aramızda kalıyordu. Sonrasında bu tartışmayı kamusal ortama taşımanın daha anlamlı olabileceğini düşünerek “Kriz Notları”[1] adında bir blog kurduk ve güncel gelişmelerle ilgili notlarımızı orada biriktirmeye başladık. Başlarda, blogdan yola çıkan bir sürecin kitapla sonlanacağını düşünmemiştim ancak zamanla bu belirginleşmeye başladı. Sanırım bunda etkili olan, halen içinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik krizin kapitalizmin tarihindeki birkaç önemli krizden biri olmasına rağmen bu gelişmelerin özellikle Türkçe yazında yeterince incelenmediğinin ve yakından takip edilmediğinin farkına varmış olmamızdı. Henüz sonuçlanmamış ve oldukça dinamik bir şekilde ilerleyen bir süreçle ilgili yazmak oldukça riskli. Ancak eleştirel politik ekonomi geleneğine yaslanarak, yapısal analizler, kurumsal incelemeler ve olgusal gelişmeler arasındaki bağlantıların peşine düşmek, süregiden krizi anlamak ve olası gelişmelere işaret edebilmek için bize kuvvetli bir zemin sağladı. Kolay bir işten bahsetmiyoruz tabi, mesela Kriz Notları’ndaki ilk yazının başlığı “merkez bankası ne yapmak istiyor” idi. 

A: Talihli bir arka plan mevcut sanırım. Ümit uzun süredir, krizle birlikte daha da ön plana çıkan merkez bankacılığı ve para politikaları üzerine çalışıyor. Ben de kriz başlangıcından bu yana borç yönetimi ve finansal risklerin toplumsallaştırılması üzerine kafa yoruyorum. Blogdaki girdiler bizim düzenlemeleri ve politika tepkilerini takibimizi kolaylaştırdı. Bir süre sonra derli toplu bir inceleme sunma isteği hasıl oldu. 



M: Sizin de kitabın başında ayrıntılı bir şekilde okuyucuya aktardığınız gibi kitapta bazı değişiklikler, güncellemeler ve adeta yeniden yazılmış bir bölüm var. Neden ihtiyaç duydunuz bu değişikliklere? 

A: Finansallaşma emek-sermaye ilişkisinin ve sermayeler arası ilişkilerin giderek finansal piyasalar dolayımından geçmesine işaret eden bir kavram. Finansal olmayan şirketlerin finansal yatırımlarının artışını, hanehalklarının finansal sisteme içerilmesini açıklamak için başvuruluyor. Finansallaşma krizlerin sıklaşması anlamına geliyor. Devletlerin sürekli müdahalesinin ve bu müdahalelerin hızlı bir şekilde yeni alt üst oluşlar yaratmasının açıklanması gerekli. Kitapta bu açıklamayı tamamladığımızı iddia etmiyoruz ancak kurumsal düzenlemeleri ve çok sayıda aktörün etkileşimini dikkate alan tarihsel-yapısal bir açıklama getirmeye çalışıyoruz. 

Hem Avro Krizi’nin gidişatını bugüne getirmemiz, hem de krizin seyri ve Türkiye’nin konumuna dair açıklamanın bugüne taşınması kitabın iddiasının sonucuydu. Amaç yüksek bir soyutlama düzeyinde kalmamak fakat politika yapım süreçlerini ve etkilerini eleştirel siyasal iktisata dayanarak açıklayabilmek. Üstelik Korkut Boratav Hoca’nın isteğine de kendimizce yanıt vermiş olduğumuzu düşünüyorum. İlk baskıya yazdığı önsözde tartışmanın güncelliğini övmüş ve 2. baskının yapılması ile gelişmeleri takip etme isteği uyandırdığını söylemişti. 

Ü: Ali Rıza’ya ek olarak, önceki soruyla da bağlantı kurarak devam edersek, dinamik bir süreç üzerine yazmanın zorunlu olarak beraberinde getirdiği bir güncelleme oldu. Kitabın kurgusu açısından Avrupa’da krizin gidişatını anlattığımız bölümde güncellemeler yapmak gerekliydi, zira 2014’teki ilk baskıdan sonra Avrupa’da kritik gelişmeler yaşandı. Yine kurgu açısından kitabın son bölümünde, güncel gelişmeleri ve ileriye dair olasılıkları ele almıştık. Bu kısmın içinde bulunduğumuz konjonktüre göre tamamen yenilenmesi gerekti. Bir baskı daha olursa nasıl yaparız bilemiyorum ama böyle giderse kitabın hacmi giderek büyüyebilir.



M: Kitabın üçüncü bölümünde ayrıntılı bir şekilde ele aldığınız üzere, küresel kapitalizmin geleceğinde bizleri neler bekliyor? 

Ü: Üçüncü bölümde yanıt aradığımız soru şuydu: Ekonomi politikalarındaki değişimlerle ekonomik krizler arasında bir nedensellik ilişkisi var mı? Bu soru teorik olduğu kadar güncel siyasetle de ilişkili bir konu. Zira zaman zaman ekonomik krizin yaşanmasının otomatik olarak hükümetlerin düşmesine neden olacağı ve bunun sonrasında da solun yükseleceği gibi, özünde apolitik bir argüman dile getiriliyor. Kitapta krizin yaşanmış olmasıyla ekonomi politikalarındaki değişim arasında, hele hele solun yükselişi arasında düz bir nedensellik ilişkisinin kurulamayacağının altını çizdik. Yaptığımız değerlendirmede, önümüzdeki dönemde ana doğrultunun daha “daha fazla neoliberalizm” olarak şekillendiğini ileri sürdük. Ancak argümanın gerisinde bazı koşullar var. 

Biraz daha açmak gerekirse, belirli bir dönemde hangi ekonomi politikanın ana akım haline geleceği, birbiriyle yarışan farklı açıklama biçimleri arasında birinin diğerinden daha bilimsel ya da daha kapsamlı olmasına göre değil, verili durumda toplumdaki mevcut güçler dengesinde hakim güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda belirleniyor. Böyle bakarsak, kriz öncesinde ve sonrasında güçlü bir emek hareketinin ya da onu da içerecek bir toplumsal muhalefetin yokluğu, sermaye açısından farklı ekonomi politikalarını gündeme alma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. 

Ancak böyle bir koşulun varlığında, krize neden olan politikaların, herhangi bir tadilata gidilmeden, krizden çıkış için de uygulanabildiğini ileri sürdük. Tabii ki bu durum mutlak değil, konjonktürel. Yani güçler dengesindeki bir kayma, farklı ekonomi politikası seçeneklerinin gündeme gelmesine neden olabilir. Böyle bir güç kayması olasılığını değerlendirmek için dünya genelinde toplumsal muhalefet güçlerinin gelişkinliğini ele almak gerekiyor. Kitapta bu konuyla ilgili somut bir değerlendirme yapmaktansa, böyle bir hareketin gelişmesinin önünde duran objektif zorluklara değindik. Zira kriz sonrasında ortaya çıkan isyanların neden saman alevi gibi parlayıp söndüklerini ele almak başka bir kitabın konusu olacak kadar geniş.

A: Kriz sonrasındaki direnişler ve politik tepkiler neoliberalizme bir set çekemedi. Fransa’da İş Kanunu’nda emek karşıtı reformlara karşı hareket ya da Anglosakson dünyada finansal sektörün daha sıkı denetlenmesinden söz eden Sanders ya da Corbyn gibi politikacılara artan destek kapitalist merkezlerde farklı biçimler altında mücadelenin devam ettiğini bize gösteriyor ancak güç dengesinde yakın dönemde radikal bir değişiklikten söz etmek zor görünüyor. Bu durum devam ettikçe politika yapımının geniş kitlelerin denetiminden uzak sürdürülmesi mümkün oluyor. Aynı zamanda örneğin İtalya’daki bankacılık krizine karşı Ocak ve Nisan aylarında verilen cevaplardan görülebileceği üzere devlet, finansal sektörün garantörü olarak devreye giriyor ve kredi piyasasının çöküşünü engellemek gerekçesiyle bütçeye yük getirme riskini alarak bankaların muhtemel kayıplarını toplumsallaştırabiliyor. Kısacası birçok ülkede son derece açık bir şekilde çalışma saatleri, ücretler ve bütçenin nasıl kullanılacağı üzerine mücadele devam ediyor ancak güç dengesinde radikal değişiklikler olmazsa bir sınıf projesi olarak neoliberalizmin tahripkar varlığının bir süre daha devam edeceğini öngörebiliriz. 

M: Neoliberalizmin devamlılığının önemli bir parçası olarak küresel finans sisteminde yeni bir çöküş ihtimalinden bahsediyorsunuz, bu küresel piyasalar için yeni bir kriz kapıda mı demek yoksa geçmiş krizin artçıları mı yaşananlar?

Ü: 2015 sonunda gündem, ABD ekonomisinde toparlanmanın gerçekleşiyor olduğu ve FED’in faiz artırımına başlayabileceği idi. Gerçekten de Aralık’ta sembolik de olsa bir artış yapıldı. Biz bu faiz artışı sürecinin, aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler için önemli finansal ve ekonomik sorunlar yaratabileceğini, hatta bazı yerlerde çöküşlere neden olabileceğini ifade etmiştik. Ancak gerek ABD ekonomisine ait verilerin beklenildiği gibi olumlu gitmemesi, gerekse dünya ekonomisinde krizin geride bırakılması gibi bir ortamın oluşmaması nedeniyle, bırakın 2016’da 4 faiz artışını, yeniden faiz indirimi gündeme geldi. Örneğin, ABD’de imalat sanayi daralması sert bir şekilde yaşanıyor ve imalat sanayiindeki daralmalara tarihsel olarak baktığımızda bunların resesyonlarla eşleştiği görülüyor. İmalat sanayindeki daralmaya ek olarak konut piyasasında da uzun süredir ilk kez yavaşlama sinyalleri belirginleşti. 

Buna ek olarak mevcut durumda, FED sadece kendi ekonomisindeki enflasyon ve işsizlik oranlarıyla değil, dünya ekonomisinin gidişatıyla da ilgileniyor. Hegemonik devlet olmanın getirdiği bir zorunluluk bu. Üstüne üstlük, ne ABD’nin ne de Avrupa’nın yeni bir finansal çöküşe tahammülü var. Bunun nedeni, kriz sonrası uygulanan para politikası tedbirlerinin sonucunda merkez bankalarının ellerindeki faiz silahının ortadan kalkması ve miktarsal genişlemenin de sınırlarına varılmış olmasıdır. Böyle bir atmosferde gerçekleşebilecek yeni bir çöküş dalgası, “oyun değiştirici” nitelikte olabilir. Bunu önde gelen merkez bankaları da ekonomi politikası yapıcıları da görüyor. O nedenle bu dönemde geleneksel olmayan para politikaları literatürü genişlemeye başladı. Sözlü yönlendirme, bilanço genişlemesi derken “negatif faiz” ve “helikopter para” gibi yeni gündemler oluşmaya başladı. Aslında yaşanan geçmiş krizin devamı ancak sarsıntılara neden olan finansal araçlar ve mekanizmalar değiştiği için her seferinde yeni bir kriz mi sorusu gündeme geliyor.



M: Biraz da Türkiye’ye bakarsak, sizin de kitapta belirttiğiniz gibi Türkiye bu kriz ortamından muaf değil, ama bir yandan da ‘kriz bize teğet geçti’ açıklamaları da hala paslanmadı kulaklarımızda. Türkiye’de krizin seyrini nasıl görüyorsunuz? 

A: 2008 Krizi’nin Türkiye’ye etkisi küresel ekonomide benzer konumda bulunan geç kapitalistleşen ülkelere etkisine benzer gerçekleşti. 2010-2011’de yinelenen sermaye girişleri sayesinde politika yapıcılar krizin etkisini geçiciymiş gibi sunma fırsatı yakaladılar. İçinden geçtiğimiz son dönemde ise açık olarak görünen artan özel sektör yükümlülükleri sorunu ve amaçlandığı üzere üzeri örtülen bir hazine garantileri sorunu olduğu kanaatindeyim. Türkiye’de politika yapıcılar ve düzenleyiciler 2010-2011’de baş gösteren cari açığın kısa vadeli fon akımları ile finansmanı sorununun önüne şimdilik geçtiler. Ancak hanehalkı finansal yükümlülükleri ve reel sektörün açık pozisyonundaki artış devam ediyor. Türkiye’de yatırımın finansmanı sorununu yurtiçi tasarruf kampanyalarıyla arttırarak ve finansal sektöre erişimi kolaylaştırarak çözme derdinde AKP hükümetleri. Ancak ücretlerin baskılandığı koşullarda hanehalkı borcunun artışı engellenemiyor. Yeni açıklanan rakamlarda görüldüğü üzere resmi işsizlik rakamı yüzde 11’i geçti. İş aramaktan vazgeçmiş ancak çalışmaya hazır olanlar eklenirse işsizlik oranı yüzde 18’i geçiyor. 

64. Hükümet kendi programında IMF benzeri kuruluşların önerilerine paralel bir şekilde kamu harcamalarında artış ve özel sektöre teşvik mekanizmalarına yaslanacağını belirtti. Ancak Türkiye’de resmi kamu borcu rakamları Avrupa ülkelerine göre oldukça düşük olsa da, borç üstlenim mekanizmaları ve kamu-özel işbirliklerindeki hazine garantileri aracılığıyla verilen teminatlar tahmin edilenlerden çok daha yüksek olabilir ve bu öngörülen kamu desteğinin kısa sürede yeni sorunlara zemin hazırlayabileceğini işaret ediyor. Kısaca AKP özel sektöre destek ve emek piyasasında esnekleşmeyi otoriter devlet olanaklarıyla destekleme ve sermaye birikiminin tempo kaybetmesine engel olma telaşında. Bu, kanımızca sermaye hareketlerine duyarlılığı azaltacak ve küresel depresif eğilimlerden daha az etkilenmeyi sağlayacak bir yönelim değil. 

M: Türkiye’deki güncel duruma bakarsak, geçtiğimiz haftalarının ilk sıra gündemi olan yeni atanan Merkez Bankası başkanı ile bizi geçmişten farklı ya da benzer olarak nasıl bir Merkez Bankası bekliyor? 

Ü: Türkiye’de merkez bankası başkanlarının bu kadar geniş bir şekilde tanınmaları ve başkan atamasının önemli bir gündem maddesi haline gelmesi yeni bir olay. Bunun gerisinde merkez bankasının ekonomi bürokrasisi içerisindeki konumunun değişimi, yani bankanın giderek öne çıkması yatıyor. 2001 krizi sonrası gündeme gelen kurumsal düzenlemelerin en önemlilerinden biri para politikası hedeflerine varmak için merkez bankasının hükümetten bağımsız bir şekilde politika oluşturmasıdır. Bu değişiklik sonrasında merkez bankasının başında kimin olduğu daha önemli hale geldi. En son atamada Beştepe danışmanlarının dile getirdiği gibi ana-akım dışı, büyük oranda ekonomik büyümeyi öncelik yapan bir ekol mü, yoksa muhafazakar bir başkanın mı seçileceği merak ediliyordu. 

Sonuç olarak Babacan-Şimşek çizgisinde, muhafazakar özellikleri olan ancak Beştepe’ye de uzak olmayan bir isim üzerinde uzlaşıldı. Ancak ben bu tartışmanın çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Zira merkez bankası başında kim olursa olsun, merkez bankalarının sistem içindeki konumları ve alacakları kararların çerçevesi ekonomik zorunluluklar tarafından belirleniyor. Örneğin, önümüzdeki dönemde bir faiz indirimi süreci yaşanacaksa bu yeni başkanın kişisel özelliklerinden değil dünya ekonomisindeki konjonktür müsaade ettiği için olacaktır.

M: Son günlerde Cumhurbaşkanı’nın bir konuşmasında dünyadaki faiz oranlarını da örnek göstererek faiz oranlarının düşürülmesini istediğini söyleyerek şunu sordu: ‘’Soruyorum şimdi, böyle bir faiz anlayışıyla Türkiye'nin girişimcisi yatırım yapabilir mi, istihdam sağlayabilir mi, üretim yapabilir mi, rekabete açılabilir mi?". Bu açıklama ardından günlerdir farklı yorumlar dinliyoruz ekonomistlerden, peki size göre bu açıklama ne anlama geliyor? 

Ü: Bu açıklama ekonomik daralma belirtilerinin kuvvetlendiği bir ortamda büyümeyi canlandırmak isteyen siyasetçinin dileklerini ifade ediyor. Ancak bir toplumsal sistem olan kapitalizmde, kişilerin istekleri ya da dilekleri değil, yapısal kısıtlar ve olanaklara göre işleyen mekanizmalar var. Üretimin finansmanı her zaman bir sorun olmuştur, özellikle Türkiye gibi üretmek için ithalata bağımlı olan ekonomilerde bu daha da karmaşık bir sorun haline geliyor. Çünkü üretimi canlandırmak için yapılacak bir faiz indirimi, faiz getirisi nedeniyle ülkeye gelen sermayeyi caydırıcı bir etki yapabilir. Bunun sonucunda döviz girişi azalacak ve TL değersizleşecektir. Böyle bir ortamda üretici için faiz indiriminden kaynaklanan avantaj, ithal mallarının fiyatlarındaki artış nedeniyle ortadan kalkacak ve üstüne enflasyonda artış meydana gelecektir. Ben bu tür söylemlerin propaganda amaçlı olduğunu düşünüyorum, ekonomi yönetiminde söylem olarak bu tür çıkışlar gözlense de uygulamada bunlara itibar edilmez. Örneğin TCMB tarafından yayımlanan son “Banka Kredileri Eğilim Anketi”, ekonomik yavaşlamanın izlerini taşıyor. Bankalar artık kredi vermede daha temkinli davranıyorlar.

[1] http://kriznotlari.blogspot.com.tr/