2013 yılına
girerken, dünya ekonomisinin temel gündemini kriz ve krizden çıkış için
uygulanan politikalar oluşturuyor. Sürece genel hatlarıyla baktığımızda, dünya
genelindeki üç önemli birikim merkezi olan Doğu Asya, AB ve ABD’nin 2008
krizinin etkilerini atlatamadıklarını söyleyebiliriz.
Doğu Asya
Dünya
genelindeki birikim havuzlarından ilki olan Doğu Asya’ya baktığımızda, Japonya
ve Çin’de önemli gelişmelerin yaşandığını görmekteyiz. Dünyanın en büyük ikinci
ekonomisi olan Çin’nin ihracata göre konumlandırdığı ve yüksek büyüme temposuna
dayanan ekonomik yapısı, kriz nedeniyle düşen dış talep nedeniyle 2012 yılında
büyüme oranının yavaşlaması riski ile karşı karşıya kaldı. Buna karşılık Çin
Komünist Partisi ise yüzde 8’in altında yaşanacak bir büyümenin rejim için
tehdit oluşturacağını açıkladı ve büyük bir genişleme programı ile ekonomiye
müdahale etti. Ancak Çin’in karşılaştığı temel dilemma şu: Bir yandan Çin
ekonomisi büyük ölçüde dünyadaki diğer birikim merkezlerine bağımlı ve bu yapı
dünya ekonomisindeki dalgalanmalardan doğrudan etkilenmesine neden oluyor.
Ancak diğer yandan ekonominin krizlerden etkilenmeyecek bir şekilde yeniden
yapılandırılması halinde, yani nüfus avantajını kullanarak iç talebe
dönülmesi durumunda, sürecin siyasi olarak yönetilebilmesi konusunda ciddi
sorunlar yaşanabileceği ihtimali var. Dolayısıyla Çin’in 2013 yılından
beklentisi, rejimin temeli olan yüksek büyüme oranlarının yeniden yakalanması
için dünya ekonomisinin bir an önce toparlanması.
Source: The Endless Crisis |
ABD ve
Çin’den sonra dünyanın en büyük üçüncü ekonomisine sahip olan Japonya’da
geçtiğimiz ay yapılan seçimlerin ardından iktidara gelen Shinzo Abe hükümeti,
krizden çıkış için yeni bir ekonomik program uygulayacağını açıkladı. Japon
ekonomisi 1990’lı yıllardan itibaren derin bir resesyona girmişti. Ancak yeni
olan, güncel krizin etkisiyle ihracatının daralması sonucunda, 1985’ten
itibaren ilk kez dış açık veren bir noktaya gelindi. Bu noktada yeni iktidara
gelen Abe hükümetinin ilan ettiği büyüme stratejisinin temeli, parasal
genişlemeye dayanıyor. Uzunca bir süredir güçlü yerli para ve deflasyon gibi
temel problemlerden muzdarip olan Japonya’da, yeni programın bir parçası olarak
merkez bankası, sınırsız parasal genişlemeye gideceğini duyurdu. Bununla hedeflenen,
deflasyondan çıkmak ve bir miktar enflasyon yaratılarak ekonominin canlanmasını
sağlamak. Bu yolla, yerli paranın değersizleşmesi, ihracatın kolaylaştırılması,
ekonomik büyüme ve dış açığın kapatılması hedefleniyor.
Avrupa Birliği
2012’de krizin etkilerinin en sert olarak
görüldüğü coğrafya, hiç şüphesiz ki Avrupa oldu. 2013’te ekonominin genel
seyrini takip edebilmek için, kısaca krizin Avrupa’daki etkilerine ve açığa
çıkış biçimine değinmek gerekiyor. Krizi tetikleyen mekanizmayı basitleştirerek
açıklamak adına Almanya ve Yunanistan’ı konu alan bir örnek üzerinden
gidebiliriz. Buna göre, Almanya, Yunanistan’a ihracat yaptığında, Yunan
bankalarından Alman bankalarına ihracatın karşılığı olarak para transferi
gerçekleşir. Eğer Yunan bankalarında bir ödeme sorunu olduğunda, Yunan
devletinin devreye girip, bankaların sorumluluğunu üstlenmesi ve Alman
bankalarına olan borcu ödemesi beklenir. Ancak bu yapı sistematik olarak devam
ettiğinde, ki bu Avrupa içersindeki yapısal dengesizliklere işaret eder,
Yunanistan devleti kamu borcunu çeviremez hale gelir. Dolayısıyla, devlet dış
ticaret açığını kapamak için giderek daha fazla oranda borçlanmak durumunda
kalır. Yani, bankalar battığında devletler devreye giriyor, günümüzdeki krize
kadar işleyen mekanizma böyleydi. Ancak krizin Avrupa’daki seyrinde
öncekilerden farklı olarak, bankaların zararlarını üstlenen devletlerin de
batması gündeme geldi. Dolayısıyla, krizin nedeni olarak gösterilen kamu
borcunun, esasında özel borcun kılık değiştirmiş hali olduğuna, yani özel
borcun devlet tarafından üstlenilmesi sonucu ortaya çıktığına, işaret etmek
gerekiyor.
Bu sonucu
yaratan gelişmelere bakıldığında ise iki temel nedenin öne çıktığını görüyoruz.
Bunlardan ilki, parasal birlik nedeniyle, birlik üyesi ülkelerin dış ticaret
açıklarını azaltmayı hedefleyen kur ayarlama imkanlarının ellerinden
alınmasıydı. Dolayısıyla, para politikasının AB genelinde merkezi olarak
yönetilmesi nedeniyle birlik üyesi olan ülkelerin bağımsız para politikası
izleme olanakları ortadan kalktı. İkincisi ise, Avrupa içi dengesizliklerden
kaynaklanan ya da kapitalizmin Avrupa içindeki eşitsiz ve bileşik gelişmesinin
bir sonucu olarak ortaya çıkan ülkeler arası rekabetçilik farkı idi.
Rekabetçilik farkını yaratan ise, özellikle Almanya burjuvazisinin 1990’lı
yıllardan itibaren uyguladığı stratejinin bir sonucu olarak, Almanya’daki emek
süreçlerinin ve emek piyasalarının emek aleyhine dönüşümünün sağlanması
yatmakta. Bir başka ifadeyle, Almanya’da emek piyasasının part-time çalışma
biçimine doğru kayması ve buna paralel olarak ücretlerin neredeyse
dondurulması, Alman sermayesi açısından ihracat mallarını daha ucuza üretme
olanağı sağladığından, uluslararası rekabette diğer ülkeler karşısında öne
geçmesini sağladı.
Dolayısıyla,
Avrupa’daki bu yapısal dengesizlikler ortadan kalkmadan, AB merkez bankasının
sağlayacağı parasal destekleme mekanizmaları yoluyla varılacak herhangi bir
çözümün olmadığı görülüyor. Zira 2012’nin son çeyrek rakamlarına bakıldığında,
işsizlik oranlarının rekor düzeyde artarak Yunanistan ve İspanya’da yüzde
26’nın üzerine çıktığı ve Güney Avrupa ülkelerinin girdiği resesyonun
derinleşerek sürdüğü görülüyor.
ABD
2008 yılında
krizin açığa çıktığı ülke olan ABD’ye baktığımızda ise, başkanlık seçimlerinin
yaşandığı 2012’nin aynı zamanda resesyondan da çıkış yılı olduğunu görüyoruz.
Ancak ABD için her şeyin yoluna girdiğini söylemek için hala çok erken. Buna
göre 2012’de büyüme yüzde 2’yi aşacağı ancak işsizlik oranlarının hala kriz
öncesi seviyeye göre çok yüksek olarak kalacağı bekleniyor. Ancak
karşılaştırmalı olarak baktığımızda, Avrupa’ya ve Uzak Asya’ya oranla,
kapitalizmin küresel anlamda liderliğini üstlenen ABD’nin, hegemonik devlet
olmanın verdiği avantajları krizden çıkış için de ustaca kullandığını
söyleyebiliriz. Bu avantajlardan en önemlisi, doların hala dünyanın geneli
tarafından kullanılan rezerv para olma özelliğini koruması. 1970’li yıllardaki
krizle birlikte ortadan kalkan Bretton Woods sisteminden sonra doların rezerv
para olma özelliğini yitireceği yönünde görüşler ortaya atılsa da, böyle bir
değişime neden olacak bir gelişmenin, yani dünya sistemindeki hegemonik
devletin değişmesi yönündeki bir eğilimin ciddi bir alternatif olarak ortaya
çıkmasının henüz gerçekleşmediğini söyleyebiliriz.
2008 yılında
ABD, ödeme gücü olmayan toplumsal kesimlere verilen kredilerin batması ile
tetiklenen konut piyasasındaki krizin finansal alanın geneline yayılmasını
engelleyemese de, etkin devlet müdahaleleri sayesinde sistemin tümden
çökmesinin önüne geçebildi. Bunu mümkün kılan ise, trilyonlarca doların batık
bankaları satın almak ve finansal sistemi onarmak adına piyasaya sürülmesi ile
bir yandan paranın değerinin düşürülmesi, diğer yandan da büyük ölçekli işten
çıkarmalar ve ücret kısıtlamaları ile kar oranlarının yeniden yükseltilmesi
stratejisinin işlemesi oldu.
ABD’de 2013’ün ilk aylarındaki gündem ise “borç tavanı” tartışması. Buna göre kriz süresince yapılan parasal genişlemenin sonucu olarak ABD Hazinesi, kanunda belirtilen borçlanma sınırına gelmiş bulunuyor. Ekonomik genişlemenin bir süredir parasal genişlemeye ve bütçe açığına dayandığı ABD’de Hazine’nin daha fazla borçlanamayacak olması, tam bir felaketle, yani Hazine’nin borçlarını ödeyemeyerek iflası ile sonuçlanabilir. Ancak bu tabii ki çok düşük bir olasılık. Bu konunun gündeme gelmesindeki esas neden ise, Kongre’de çoğunluğa sahip olan Cumhuriyetçilerin, borç tavanını yükseltecek bir düzenlemeyi ancak sağlık reformu harcamalarının durdurulması şartıyla onaylayacaklarını ilan ederek, Başkan Obama’yı sıkıştırmaya çalışmaları. Ancak bu tartışma da, 2012’nin son günlerinde yaşanan “mali uçurum” tartışması gibi kof bir içeriğe sahip. Zira ABD Hazinesi’nin, herhangi bir şekilde, bir yasal düzenleme nedeniyle iflas etmesi, neresinden bakılırsa bakılsın ihtimaller arasında görünmüyor.
Daha Çok Neoliberalizm!
Günümüzde kapitalist üretim sisteminin 1929 krizinden sonra
yaşanan en ağır krizin içinden geçmekte olduğu söylenebilir. Ancak doğrusal bir
mantıkla, 29 krizi sonrasında yaşanan gelişmelerin, yani geniş toplum
kesimlerinin de bir şekilde içinde var olabildikleri bir refah devleti
modelinin, krizden çıkış için bir çözüm olarak kendiliğinden tekrarlanacağını
düşünmek, bizi büyük bir yanılgıya sürükleyebilir. Zira kriz süreçleri, sistemin
bütünsel olarak yeniden üretimi açısından bir tehlikenin belirmesine neden olma
ihtimali taşısa da, karşıt bir özne tarafından ciddi bir alternatif
geliştirilmeden geniş kapsamlı bir dönüşümün yaşanmasını beklemek pek de
gerçekçi görünmüyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönem için kısa vadede, krizin
getirdiği maliyetlerin çalışanların sırtına yüklenmesine devam edilebildiği
sürece, sermayenin neoliberal politikalardan vaz geçmesi için ortada bir neden
yok. Bu çerçevede Doğu Asya’da kısmen farklı politika arayışları olsa da, 2013
için de dünya genelinde neoliberal programın derinleştirilerek uygulanmaya
çalışılacağını öngörebiliriz. Bu bağlamda, krizin Avrupa ayağındaki gelişmeler,
özellikle de toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı Yunanistan, İtalya, İspanya ve
Portekiz, yakından takip edilmesi gereken bir ekseni oluşturuyor.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı, daha önce Evrensel
Gazetesi'nin 31 Ocak 2013 tarihli sayısında yer almıştır:
http://evrensel.net/news.php?id=47751