Ocak
ayı içinde yapılan Davos toplantılarında, pek çok akademisyen, sermaye ve
hükümet temsilcisi, 2013 yılında dünya genelinde krizden çıkış için önemli
gelişmelere tanık olunabileceğini savundular.
Nasıl
Bakmalı?
Yapılacak
analizi “iyimser-kötümser” gibi naif saflaşmalardan çıkarıp toplumsal
gerçekliğe baktığımızda iki düzeyli bir değerlendirmeyi eşanlı olarak yapmamız
gerekiyor. Bunlardan ilki olan yapısal sürece baktığımızda, liberal
argümanların aksine, kapitalist üretim tarzının içsel olarak krizi dışlamadığı,
krizle birlikte var olduğu ve hatta krizler sayesinde geliştiğine işaret
edebiliriz. Kapitalist üretim tarzının içsel olarak taşıdığı kriz eğilimleri,
uzunca bir süredir zaten Marksist gelenek tarafından ortaya konuluyor. O nedenle
bu noktayı daha fazla açmadan ikinci düzeye yani krizin açığa çıkış biçimlerine
bakacağız.
Avrupa Krizinin Temelleri
1970’li
yıllardaki krizden sonra uluslararası para ve finans piyasalarının
entegrasyonunun derinleşmesi nedeniyle Avrupa krizinin 2008’de ABD’de yaşanan
finansal çöküntü ile doğrudan bağlantılı olduğuna işaret ederek, krizin
Avrupa’ya özgü yanlarını açabiliriz. Avrupa’da krizin açığa çıkış biçimi, “güney
ülkeleri” olarak ifade edilen Yunanistan, İspanya, Portekiz, İzlanda ve
İtalya’nın kamu borcunun çevrilemeyecek bir noktaya gelmesi şeklinde
gerçekleşti. Bir diğer gelişme, özellikle ABD kaynaklı krizin Avrupa’ya
yansıması olarak büyük bankaların iflasın eşiğine gelmesiydi. Bu iki gelişmeyi
birarada değerlendirdiğimizde, bankacılık sisteminin toptan çökmesinin önüne
geçilmesi amacıyla yapılan, zararların kamulaştırılması operasyonundan sonra
kamu borcu daha da artmış oldu.
“Alman Modeli”’nin Yükselişi
Ancak
krizin Avrupa’daki serüveni, kapitalizmin Avrupa içindeki eşitsiz gelişimi ile
yakından bağlantılı olarak ilerliyor. Buna göre 2000’li yıllarla beraber daha
da belirginleşen ve sürecin genelini tayin edici nitelikte olan gelişme, Alman
sermayesinin, çalışanlar üzerinde kurduğu yeni tahakküm stratejisinin sonuçlarını
almaya başlamasıydı. Bu yeni strateji, 1990’lı yıllardaki sosyal demokrat
hükümetlerin de katkısıyla geliştirilen esnek çalışma formlarının hayata
geçirilmesiydi. Bu çerçevede 1990 ile 2010 arasındaki yirmi yıllık dönemde
Almanya’daki part-time istihdamın iki katına çıkarak toplam istihdamın yüzde
21’ine ulaştığını görmekteyiz.
Doğrudan emek süreçlerinde yaşanan bu dönüşümle
beraber, uygulanan enflasyon karşıtı politika, ücretlerin son on yılda reel
olarak dondurulmasıyla sonuçlandı. Yani, Alman sermayesi, son dönemde, emek
sürecindeki yeni baskı ve sömürü biçimlerinin derinleştirerek uygulaması
sonucunda büyük bir rekabetçi güç kazanmış durumda. Bu gelişmenin doğrudan
sonucu ise, Almanya’nın ihracatının artması ve dış ticaret fazlası vermesinin
karşısında “güney ülkelerinin” verdikleri dış ticaret açıkları ve bu açıkları
kapamak için borçlanan devletlerin borçlarının geri ödenemeyecek bir noktaya
varması oldu. Dolayısıyla Davos’ta ortaya konulan iki beklentinin hayata
geçmesi halinde bile yaşanacak olanın krizin aşılması değil, sadece zamana
yayılması ve derinleşerek sürmesi olduğunu belirtmek gerekiyor.
Neoliberal Avrupa Birliği’ne Doğru
Son
birkaç yıldır şahit olduğumuz sürecin adını koymak gerekirse, neoliberal bir
AB’nin doğuşuna tanıklık ettiğimizi söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle, yaşanan
süreç, “güney ülkelerinin”, “Alman modeli” çerçevesinde dönüştürülmesi
mücadelesi olarak okunabilir. Ancak bu yeni model geniş
toplum kesimlerinin yaşam koşullarında herhangi bir iyileştirmeyi vaad etmiyor.
Önerilen, ifasın eşiğinde olan ülkelerin bir an önce dış ticaret açıklarını
kapatmaları, bunun için emek verimliliğini artırmaları ve ülkelerindeki
“yatırım iklimini” yeniden tesis etmeleri ve bunları gerçekleştirebilmek için her
bir devletin giderek “rekabetçi devlet” olarak yeniden yapılandırılması gereği. Bune göre “rekabetçi devlet” ile sermaye dışındaki
toplumsal kesimlerin taleplerine karşı giderek daha geçirimsiz bir kurumsal yeniden
yapılanma amaçlanılmakta. Bu yeni durumda devletlerin temel görevi, yaşam
koşullarının iyileştirilmesi, ücret artışları, eğitime, sağlığa ve barınmaya bedelsiz
erişim talepleri, makul bir yaşta emeklilik ve sigorta hakkı gibi taleplere
karşı, kendi ülkelerinde “yatırım iklimini” korumak ve sermaye çevrelerinin
güvenini sarsmamak.
Ancak
tüm bu dönüşüm, özellikle “güney ülkelerindeki” geniş toplum kesimleri
açısından tam bir toplumsal trajediye dönüşmüştü. İki yıldır krizden çıkış için
uygulanan “yeni model” sonucunda 2012’nin son çeyrek rakamlarına göre
İspanya’da ve Yunanistan’da işsizlik yüzde 26’yı aşmış durumda, Avrupa
genelinde ekonomik büyümenin artışı gibi bir beklenti yok. Tüm bunlar
karşısında geçtiğimiz aylarda yaşanan ve Yunanistan, İtalya, İspanya merkezli
ancak Türkiye dahil tüm Avrupa genelinde eşgüdümlü olarak gerçekleştirilen protesto
gibi değerli ancak cılız tepkiler dışında, süreci yönlendirme kapasitesi sahip
bir toplumsal muhalefet ise henüz mevcut görünmüyor.
Bu yazı daha önce, Siyaset Dergisi'nin 2. sayısında (Şubat 2013) yayınlanmıştır.