Önümüzdeki günlerde (6 Kasım) gerçekleştirilecek olan
başkanlık seçimleri birçok açıdan sadece ABD’yi değil, dünyanın geri kalanını
da yakından ilgilendirir nitelikte. Bu nedenle, gerek seçimlerin ABD içi
dinamiklerle olan bağlantısını kurmak, gerekse bunun muhtemel sonuçlarına
işaret etmek, önümüzdeki dönemi anlamak açısından önemli olanaklar sunabilir.
Bilindiği gibi ABD’de başkanlık sistemine dayalı bir siyasal oluşum hüküm sürüyor. Bu nedenle de seçimlerde başkan adayları özel olarak öne çıkıyor. Daha ağır bir tempoda ilerleyen seçim kampanyaları, son iki aya gelindiğinde yoğunlaşıyor ve artık geleneksel hale gelmiş olan “başkanlık tartışmaları” ile iki aday daha önceden kararlaştırılmış konular üzerine canlı yayında izleyicilerin/seçmenlerin karşısına geçiyorlar. Dört oturum olarak gerçekleştirilen tartışmada tarafların temel argümanları ise şöyle özetlenebilir.
Başkanlık
Yarışı
ABD’deki siyasal sistem ve seçimlerle ilgili yazanların
üzeride ortaklaştıkları konu, ABD’li seçmenlerin, mevcut iki partili sistem yapısı
nedeniyle sürekli “kötünün iyisine” mahkum oldukları. Zira, muhafazakar ve
liberal seçenekler etrafından şekillenen sistemde, aslında geniş toplum
kesimlerinin gündelik hayatları açısından herhangi bir iyi seçenek yok.
Dolayısıyla bu “ehven-i şer” söylemini, “kötü ve daha kötü” seçenekler olarak
düzeltmek gerekiyor.
Bilindiği gibi ABD’de başkanlık sistemine dayalı bir siyasal oluşum hüküm sürüyor. Bu nedenle de seçimlerde başkan adayları özel olarak öne çıkıyor. Daha ağır bir tempoda ilerleyen seçim kampanyaları, son iki aya gelindiğinde yoğunlaşıyor ve artık geleneksel hale gelmiş olan “başkanlık tartışmaları” ile iki aday daha önceden kararlaştırılmış konular üzerine canlı yayında izleyicilerin/seçmenlerin karşısına geçiyorlar. Dört oturum olarak gerçekleştirilen tartışmada tarafların temel argümanları ise şöyle özetlenebilir.
Obama ve
“Değişim”
Demokratların adayı ve halihazırda ABD başkanı olan Barack
Obama’nın temel argümanı bir “enkaz devraldıkları” üzerine. Zira 2008 krizinin
en şiddetli günlerinde iktidara gelen Obama, krizin nedeni ve sorumlusu olarak
Cumhuriyetçi ekonomi politikalarını ve bir önceki başkan Bush’u gösteriyor. Başkan
Obama, ekonomide karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kendi yönetimleri sayesinde,
finans sisteminin topyekün çökmesinin önüne geçildiğini, özellikle krizden
etkilenen ve iflas aşamasına gelen yerli otomotiv sektörünün, yürüttükleri
aktif kurtarma politikaları sonucunda krizin etkilerine karşı korunabildiğini
ve bu sayede binlerce çalışanı işsiz kalmaktan kurtardıklarını iddia etti. Buna
ek olarak, büyük sigorta şirketlerine “karşı” geliştirdikleri mücadele
sonucunda hayata geçirdikleri sağlık ve sigorta reformu (Obama Care) sayesinde,
bütün vatandaşların sağlık hizmetlerinden faydalanır hale geldiklerini anlattı.
Enerji politikaları açısından da kömür ve petrol yerine alterrnatif enerji
kaynaklarına dayalı bir üretim yapısına geçiş için gerekli hazırlıkların
yapılacağı sözünü verdi. Dış politika alanında ise, Afganistan’dan çekilmenin
öncelikli gündemleri olduğu ve bundan sonra “dış müdahale” konusunda daha
temkinli olacaklarını anlattı. Son olarak, ABD seçim dönemlerinin geleneksel
gündem maddesi olarak kürtaj konusunda da, kadınların kendi kararlarına saygı
duymaya devam edeceklerini açıkladı.
Romney ve “Muhafazakarlık”
Cumhuriyetçilerin başkan adayı olan Mitt Romney’in temel
argümanı ise, Obama’nın izlediği ekonomi politikasının artan işsizlik ve
yoksulluk sorunlarını çözmede başarısız olduğu idi. Daha önce Massachusetts valisi olan Romney,
aynı zamanda ABD’nin önde gelen işadamlarından ve zenginlerinden biri. Bu
özelliklerine vurgu yapan Romney, Türkiye’de 2002 seçimlerindeki Cem Uzan’ı
hatırlatan şekilde, ekonomik krizden çıkışta izleyeceği politikayı hazırlarken,
iş dünyasında edindiği tecrübelerin çok önemli rol oynadığının ısrarla altını
çiziyor. Krizle mücadele ve iş yaratma konusunda ise, oldukça çelişkili bir
seçim kampanyası geçiren Cumhuriyetçi aday, ilk başlarda, yeniden ekonomik
büyümenin sağlanması için, ABD’deki yatırım ortamının iyileştirilmesini, bunun
için de, özellikle en zenginler ve büyük şirketler üzerindeki vergi yüklerinin
azaltılması gerektiğini savunuyordu. Ancak kampanyanın sonlarına doğru, bunu
değiştirerek, zenginlere vaad ettiği vergi indirimi yerine, orta sınıfların
vergi yüklerini azaltacağı sözünü verdi. Dış politika alanında, yine birbiriyle
çelişen şekilde, bir yandan caydırıcılığın artırılması adına ordunun ve askeri
harcamaların artırılmasından yana olduğunu savunan Romney, diğer yandan ABD’nin
daha mutedil bir dış politika izlemesi geretiğini savunan Obama ile aynı görüşü
paylaştığını belirtti. Son olarak kürtaj tartışmasında ise “yaşam hakkını”
savunduğunun altını çizerek, kürtaja karşı olduğunu belirtti. Dolayısıyla
Romney, özellikle 1980 sonrası noeliberal ideoloji ile muhafazakarlığın mutlu
evliliğinin gerçekleştirildiği topraklardaki geleneğe bağlı kalarak, bir yandan
aile değerlerine önem veren, farklı etnik ve dinsel gruplara karşı hasmane bir
siyaset izleyen, ancak diğer yandan da bireyciliğin en erdemli ideoloji
olduğuna inanan bir yaklaşımı tutartlı bir şekilde sürdürüyor.
Üçüncü
Seçenek: Başka Bir Amerika Mümkün!
ABD’deki iki partiye göre biçimlendirilmiş sistem
nedeniyle, herhangi bir üçüncü partinin ulusal düzeyde siyaset yapabilmesi,
hatta başkanlık seçimlerinde bir alternatif olarak çıkması “normal” şartlar
altında neredeyse imkansız. Ancak buna rağmen, özellikle radikal sol ve
yeşiller hareketinden gelen partilerin zor da olsa seslerini duyurmaya çalıştıklarını
görüyoruz. Bunların arasında en etkin olanı 2001 yılında kurulan Yeşiller
(Green Party), ekolojik sorunların çözümünü gündeminin üst sıralarına taşıyan,
şiddet karşıtı, sosyal adaleti tesis etmeyi amaçlayan ve taban örgütlenmesi
ilkesine dayanan yapısı ile öne çıkıyor. Ancak 6 Kasım’daki seçimlere “başka
bir Amerika mümkün!” sıloganı ile hazırlanan Yeşiller, mevcut siyasal sistem
nedeniyle güçlü bir alternatif olmaya doğru evrilmesini sağlayacak bir taban
bulamıyor. Yine Yeşiller gibi, Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (Party for
Socialism and Liberation), Sosyalist Eşitlik Partisi (Socialist Equality Party),
ABD Sosyalist Partisi (Socialist Party USA), Barış ve Özgürlük Partisi (Peace
and Freedom Party) gibi pek çok irili ufaklı muhalif hareket, ABD siyaseti
içersinde yer alıyor. Ancak bu parti ve hareketler, bir yandan mevcut siyasal
sistem nedeniyle seslerini duyurmakta zorlanırken, diğer yandan da özellikle
radikal sendikal hareketin bastırılması gibi nedenlerden ötürü, işçi sınıfının,
siyahların, göçmenlerin ve genel olarak ezilenlerin temsilcisi olma konumunu
kazanamamış durumda. Dolayısıyla, iki partili sisteme dayanan siyasette, bu iki
partinin dışında herhangi bir partiye verilen oylara “boşa gitmiş” gözüyle
bakılırken, özellikle muhalif kesimlerden gelen tepkiler, genellikle “oyların
bölünmemesi” gerekçesiyle soğurulup yine Demokratlara yönlendiriliyor.
Son dönemde “işgal” hareketi (Occupy Wall Street)
tarafından organize edilen kitlesel gösteriler ve Chicago’daki öğretmenler
sendikasının gerçekleştirdiği geniş çaplı ve kitlesel grevler, kriz sonrasında
geniş toplum kesimlerinin tepkilerinin açığa çıkması bağlamında oldukça anlamlı
girişimler olarak değerlendirilmeli. Ancak temel olarak üniversite
öğrencilerinin, harçları ödeyebilmek için aldıkları yüksek banka kredilerinin
yarattığı borç sorunlarına dayanan bir öğrenci hareketi olarak gelişen “işgal”
hareketinin, farklı toplum kesimleri ile temas kuramaması, gerekse de,
öğretmenler sendikasının yaptığı grevlerin, sendikasız ve güvencesiz bir
şekilde çalışan işçi sınıfının geniş kesimleri ile buluşamaması gibi
nedenlerden dolayı, yeni gelişen bu muhalif hareketler, ciddi bir üçüncü
seçenek yaratma konumunun hayli gerisinde kalıyor.
Seçimlerin
Esas Gündemi: Ekonomik Kriz
Ancak, en az farklı konulardaki alternatif çözüm
önerileri kadar, başkan adaylarının performatif gösterilerine de odaklanan
“başkanlık tartışmalarını” bir kenara koyarsak, seçimleri belirleyen esas
gündemin ekonomik kriz ve bunun sonuçları olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.
Gerçekten de 2008 yılında açığa çıkan ve banka, finans ve sigorta şirketlerinin
ard arda batmalarıyla başlayan ekonomik krizin en yakıcı günlerinde, “umut ve
değişim” sloganı ile iktidara gelen Obama yönetiminin ekonomik performansı,
yeniden seçilmesini zora sokacak nitelikte. Uygulanan bir çok “kurtarma
paketine” karşın işsizlik oranlarının bir türlü kriz öncesi seviyeye
gerilememesi, borçlarını ödeyemedikleri için bankalar tarafından evlerine el
konulanların sayısındaki artış, yoksulluk sınırı altında yaşayan Amerikalıların
sayısal olarak yükselmesi gibi pek çok sorun, geniş kitlelerin hayat şartlarını
giderek daha da zorlaştırıyor.
Ancak ekonomik kriz karşısında, Obama yönetiminin
Avrupa’dan farklı olarak daha esnek bir politika izlemesi sonucunda ekonominin
resesyondan çıkması, siyasi olarak Obama’nın artı hanesine yazılıyor. Gerçekten
de, devletin ekonomiye müdahalesi anlamında en temel iki araç olan para ve emek
gücünin her ikisini de kullanan ABD, Avrupa’nın karşılaştığı sürekli kötüleşen
ekonomik durum ile şimdilik ayrışmış gibi görünüyor. Bu anlamda, bir yandan
paranın değerinin düşürülmesine ve özel zararların devletleştirilmesine yönelik
genişletici para politikaları, diğer yandan da emek gücünün değerinin
düşürülmesini amaçlayan reel ücretin azaltılması politikası, Obama döneminde
başarıyla uygulanmış durumda.
Liberal
Siyasetin Açmazları ve Kapitalist Devlet
Ancak ABD’deki başkanlık seçimini daha geniş bir
çerçeveye oturtarak, liberal teorinin temelini oluşturan “çoğulculuk” argümanı[1]
çerçevesinde tartışmak gerekiyor. Liberal teze göre devlet, farklı toplum
kesimlerine eşit mesafede duran, toplumdaki farklı çıkar ve baskı grupların
yarışması sonucunda belirlenen iktidarca yönetilen bir mekanizmadır. Ancak eğer
kapitalist sosyal ikişkiler sistemini veri alıyorsak, devletin, politikacıların
siyasi kökenlerinden ya da politik eğilimlerinden bağımsız olarak, sermaye
birikim sürecinin gerekleri ile sınırlanmış olduğunu belirtmek gerekiyor.
Örneğin, herhangi bir sistem karşıtı hareket bir şekilde iktidar olsa dahi,
özel mülkiyete dokunmadığı ölçüde, yatırım kararları özel şirketlerde kalmaya
devam eder. Bunun sonucunda ise, ekonomik büyüme ve iş yaratma gibi temel
kararlar sermaye sınıfının elinde olduğundan, iktidarda olan partiler, ekonomik
büyümeyi sürdürmek, işsizliği azaltabilmek ve iktidarlarını koruyabilmek için,
siyasi yönelimlerinden bağımsız olarak sermaye yanlısı politikalarla uzlaşmak
durumunda kalacaktır.
Bu bağlamda, Cumhuriyetçi aday Romney’in ABD’nin sayılı zenginlerinden olmasının karşısında Obama’nın “öteki” kategorisinde yer alan bir siyah olarak, “değişim” sloganı etrafında alternatif politikalar izleyeceğini ummak, ancak liberal çoğulculuk ütopyası çerçevesinde mümkün hale geliyor. Ancak bu ütopik durumu bir kenara koyup, gerçek hayata döndüğümüzde, gerek özel olarak ABD devletinin, gerekse genel olarak kapitalist devletin, yapısal olarak sermaye yanlısı ve geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen politikaları uygulamaya devam edeceğini belirtmek gerekiyor. Bu çerçevede içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz karşısında ABD’nin tutumu, bu durumu en açık bir şekilde ortaya koyar nitelikte. Buna göre 2008 krizinin patlak verdiği sırada iktidar olan Obama’nın ilk ve en önemli icraatı, borçlarını ödeyemez duruma gelen yoksul kitlelerin derdine derman olmak yerine, onların bu halde olmasında önemli katkıları olan bankaların kendilerini kurtarmak oldu. Yine, birbiri ardına uygulamaya konulan kurtarma paketleri ile özel zararlar kamulaştırılarak, sermaye kesimine muazzam miktarda karşılıksız kaynak transferi gerçekleştirildi. Bu anlamıyla iktidarda olan siyasi partinin ya da başkanın politik yöneliminden bağımsız olarak, devlet, kapitalist sistemde devletin temel işlevlerinden biri olan “özel zararın sosyalleştirilmesi”, yani geniş kitlelerin sırtına yüklenmesi işlevini yerine getirdi. Dolayısıyla, gerek ABD özelinde, gerekse diğer kapitalist ülkelerde birbiriyle yarışan siyasi partilerin, özel mülkiyeti ve piyasa mekanizmasını hedef alan bir siyaseti ciddi ve inandırıcı bir alternatif olarak toplumun önüne sunmadıkları sürece, geniş toplum kesimlerinin dertlerine derman olacak seçenekleri geliştirmeleri olanaksız gibi görünüyor.
Bu bağlamda, Cumhuriyetçi aday Romney’in ABD’nin sayılı zenginlerinden olmasının karşısında Obama’nın “öteki” kategorisinde yer alan bir siyah olarak, “değişim” sloganı etrafında alternatif politikalar izleyeceğini ummak, ancak liberal çoğulculuk ütopyası çerçevesinde mümkün hale geliyor. Ancak bu ütopik durumu bir kenara koyup, gerçek hayata döndüğümüzde, gerek özel olarak ABD devletinin, gerekse genel olarak kapitalist devletin, yapısal olarak sermaye yanlısı ve geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen politikaları uygulamaya devam edeceğini belirtmek gerekiyor. Bu çerçevede içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz karşısında ABD’nin tutumu, bu durumu en açık bir şekilde ortaya koyar nitelikte. Buna göre 2008 krizinin patlak verdiği sırada iktidar olan Obama’nın ilk ve en önemli icraatı, borçlarını ödeyemez duruma gelen yoksul kitlelerin derdine derman olmak yerine, onların bu halde olmasında önemli katkıları olan bankaların kendilerini kurtarmak oldu. Yine, birbiri ardına uygulamaya konulan kurtarma paketleri ile özel zararlar kamulaştırılarak, sermaye kesimine muazzam miktarda karşılıksız kaynak transferi gerçekleştirildi. Bu anlamıyla iktidarda olan siyasi partinin ya da başkanın politik yöneliminden bağımsız olarak, devlet, kapitalist sistemde devletin temel işlevlerinden biri olan “özel zararın sosyalleştirilmesi”, yani geniş kitlelerin sırtına yüklenmesi işlevini yerine getirdi. Dolayısıyla, gerek ABD özelinde, gerekse diğer kapitalist ülkelerde birbiriyle yarışan siyasi partilerin, özel mülkiyeti ve piyasa mekanizmasını hedef alan bir siyaseti ciddi ve inandırıcı bir alternatif olarak toplumun önüne sunmadıkları sürece, geniş toplum kesimlerinin dertlerine derman olacak seçenekleri geliştirmeleri olanaksız gibi görünüyor.
Bu yazı, daha önce 4.11.2012 tarihinde Evrensel
Gazetesi’nin Pazar ekinde yer almıştır: http://evrensel.net/news.php?id=39786
[1] Daha geniş bir analiz
için Şebnem Oğuz’un “Çoğulculuk Yapısal Olarak Mümkün Değildir” başlıklı değerlendirmesine
bakılabilir:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=47963