8 Kasım 2012 Perşembe

Krizin Gölgesinde ABD Başkanlık Seçimi

Önümüzdeki günlerde (6 Kasım) gerçekleştirilecek olan başkanlık seçimleri birçok açıdan sadece ABD’yi değil, dünyanın geri kalanını da yakından ilgilendirir nitelikte. Bu nedenle, gerek seçimlerin ABD içi dinamiklerle olan bağlantısını kurmak, gerekse bunun muhtemel sonuçlarına işaret etmek, önümüzdeki dönemi anlamak açısından önemli olanaklar sunabilir. 


Başkanlık Yarışı
ABD’deki siyasal sistem ve seçimlerle ilgili yazanların üzeride ortaklaştıkları konu, ABD’li seçmenlerin, mevcut iki partili sistem yapısı nedeniyle sürekli “kötünün iyisine” mahkum oldukları. Zira, muhafazakar ve liberal seçenekler etrafından şekillenen sistemde, aslında geniş toplum kesimlerinin gündelik hayatları açısından herhangi bir iyi seçenek yok. Dolayısıyla bu “ehven-i şer” söylemini, “kötü ve daha kötü” seçenekler olarak düzeltmek gerekiyor.

Bilindiği gibi ABD’de başkanlık sistemine dayalı bir siyasal oluşum hüküm sürüyor. Bu nedenle de seçimlerde başkan adayları özel olarak öne çıkıyor. Daha ağır bir tempoda ilerleyen seçim kampanyaları, son iki aya gelindiğinde yoğunlaşıyor ve artık geleneksel hale gelmiş olan “başkanlık tartışmaları” ile iki aday daha önceden kararlaştırılmış konular üzerine canlı yayında izleyicilerin/seçmenlerin karşısına geçiyorlar. Dört oturum olarak gerçekleştirilen tartışmada tarafların temel argümanları ise şöyle özetlenebilir.

Obama ve “Değişim”
Demokratların adayı ve halihazırda ABD başkanı olan Barack Obama’nın temel argümanı bir “enkaz devraldıkları” üzerine. Zira 2008 krizinin en şiddetli günlerinde iktidara gelen Obama, krizin nedeni ve sorumlusu olarak Cumhuriyetçi ekonomi politikalarını ve bir önceki başkan Bush’u gösteriyor. Başkan Obama, ekonomide karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kendi yönetimleri sayesinde, finans sisteminin topyekün çökmesinin önüne geçildiğini, özellikle krizden etkilenen ve iflas aşamasına gelen yerli otomotiv sektörünün, yürüttükleri aktif kurtarma politikaları sonucunda krizin etkilerine karşı korunabildiğini ve bu sayede binlerce çalışanı işsiz kalmaktan kurtardıklarını iddia etti. Buna ek olarak, büyük sigorta şirketlerine “karşı” geliştirdikleri mücadele sonucunda hayata geçirdikleri sağlık ve sigorta reformu (Obama Care) sayesinde, bütün vatandaşların sağlık hizmetlerinden faydalanır hale geldiklerini anlattı. Enerji politikaları açısından da kömür ve petrol yerine alterrnatif enerji kaynaklarına dayalı bir üretim yapısına geçiş için gerekli hazırlıkların yapılacağı sözünü verdi. Dış politika alanında ise, Afganistan’dan çekilmenin öncelikli gündemleri olduğu ve bundan sonra “dış müdahale” konusunda daha temkinli olacaklarını anlattı. Son olarak, ABD seçim dönemlerinin geleneksel gündem maddesi olarak kürtaj konusunda da, kadınların kendi kararlarına saygı duymaya devam edeceklerini açıkladı.

Romney ve “Muhafazakarlık”
Cumhuriyetçilerin başkan adayı olan Mitt Romney’in temel argümanı ise, Obama’nın izlediği ekonomi politikasının artan işsizlik ve yoksulluk sorunlarını çözmede başarısız olduğu idi. Daha önce Massachusetts valisi olan Romney, aynı zamanda ABD’nin önde gelen işadamlarından ve zenginlerinden biri. Bu özelliklerine vurgu yapan Romney, Türkiye’de 2002 seçimlerindeki Cem Uzan’ı hatırlatan şekilde, ekonomik krizden çıkışta izleyeceği politikayı hazırlarken, iş dünyasında edindiği tecrübelerin çok önemli rol oynadığının ısrarla altını çiziyor. Krizle mücadele ve iş yaratma konusunda ise, oldukça çelişkili bir seçim kampanyası geçiren Cumhuriyetçi aday, ilk başlarda, yeniden ekonomik büyümenin sağlanması için, ABD’deki yatırım ortamının iyileştirilmesini, bunun için de, özellikle en zenginler ve büyük şirketler üzerindeki vergi yüklerinin azaltılması gerektiğini savunuyordu. Ancak kampanyanın sonlarına doğru, bunu değiştirerek, zenginlere vaad ettiği vergi indirimi yerine, orta sınıfların vergi yüklerini azaltacağı sözünü verdi. Dış politika alanında, yine birbiriyle çelişen şekilde, bir yandan caydırıcılığın artırılması adına ordunun ve askeri harcamaların artırılmasından yana olduğunu savunan Romney, diğer yandan ABD’nin daha mutedil bir dış politika izlemesi geretiğini savunan Obama ile aynı görüşü paylaştığını belirtti. Son olarak kürtaj tartışmasında ise “yaşam hakkını” savunduğunun altını çizerek, kürtaja karşı olduğunu belirtti. Dolayısıyla Romney, özellikle 1980 sonrası noeliberal ideoloji ile muhafazakarlığın mutlu evliliğinin gerçekleştirildiği topraklardaki geleneğe bağlı kalarak, bir yandan aile değerlerine önem veren, farklı etnik ve dinsel gruplara karşı hasmane bir siyaset izleyen, ancak diğer yandan da bireyciliğin en erdemli ideoloji olduğuna inanan bir yaklaşımı tutartlı bir şekilde sürdürüyor.

Üçüncü Seçenek: Başka Bir Amerika Mümkün!
ABD’deki iki partiye göre biçimlendirilmiş sistem nedeniyle, herhangi bir üçüncü partinin ulusal düzeyde siyaset yapabilmesi, hatta başkanlık seçimlerinde bir alternatif olarak çıkması “normal” şartlar altında neredeyse imkansız. Ancak buna rağmen, özellikle radikal sol ve yeşiller hareketinden gelen partilerin zor da olsa seslerini duyurmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunların arasında en etkin olanı 2001 yılında kurulan Yeşiller (Green Party), ekolojik sorunların çözümünü gündeminin üst sıralarına taşıyan, şiddet karşıtı, sosyal adaleti tesis etmeyi amaçlayan ve taban örgütlenmesi ilkesine dayanan yapısı ile öne çıkıyor. Ancak 6 Kasım’daki seçimlere “başka bir Amerika mümkün!” sıloganı ile hazırlanan Yeşiller, mevcut siyasal sistem nedeniyle güçlü bir alternatif olmaya doğru evrilmesini sağlayacak bir taban bulamıyor. Yine Yeşiller gibi, Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (Party for Socialism and Liberation), Sosyalist Eşitlik Partisi (Socialist Equality Party), ABD Sosyalist Partisi (Socialist Party USA), Barış ve Özgürlük Partisi (Peace and Freedom Party) gibi pek çok irili ufaklı muhalif hareket, ABD siyaseti içersinde yer alıyor. Ancak bu parti ve hareketler, bir yandan mevcut siyasal sistem nedeniyle seslerini duyurmakta zorlanırken, diğer yandan da özellikle radikal sendikal hareketin bastırılması gibi nedenlerden ötürü, işçi sınıfının, siyahların, göçmenlerin ve genel olarak ezilenlerin temsilcisi olma konumunu kazanamamış durumda. Dolayısıyla, iki partili sisteme dayanan siyasette, bu iki partinin dışında herhangi bir partiye verilen oylara “boşa gitmiş” gözüyle bakılırken, özellikle muhalif kesimlerden gelen tepkiler, genellikle “oyların bölünmemesi” gerekçesiyle soğurulup yine Demokratlara yönlendiriliyor.

Son dönemde “işgal” hareketi (Occupy Wall Street) tarafından organize edilen kitlesel gösteriler ve Chicago’daki öğretmenler sendikasının gerçekleştirdiği geniş çaplı ve kitlesel grevler, kriz sonrasında geniş toplum kesimlerinin tepkilerinin açığa çıkması bağlamında oldukça anlamlı girişimler olarak değerlendirilmeli. Ancak temel olarak üniversite öğrencilerinin, harçları ödeyebilmek için aldıkları yüksek banka kredilerinin yarattığı borç sorunlarına dayanan bir öğrenci hareketi olarak gelişen “işgal” hareketinin, farklı toplum kesimleri ile temas kuramaması, gerekse de, öğretmenler sendikasının yaptığı grevlerin, sendikasız ve güvencesiz bir şekilde çalışan işçi sınıfının geniş kesimleri ile buluşamaması gibi nedenlerden dolayı, yeni gelişen bu muhalif hareketler, ciddi bir üçüncü seçenek yaratma konumunun hayli gerisinde kalıyor.

Seçimlerin Esas Gündemi: Ekonomik Kriz
Ancak, en az farklı konulardaki alternatif çözüm önerileri kadar, başkan adaylarının performatif gösterilerine de odaklanan “başkanlık tartışmalarını” bir kenara koyarsak, seçimleri belirleyen esas gündemin ekonomik kriz ve bunun sonuçları olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Gerçekten de 2008 yılında açığa çıkan ve banka, finans ve sigorta şirketlerinin ard arda batmalarıyla başlayan ekonomik krizin en yakıcı günlerinde, “umut ve değişim” sloganı ile iktidara gelen Obama yönetiminin ekonomik performansı, yeniden seçilmesini zora sokacak nitelikte. Uygulanan bir çok “kurtarma paketine” karşın işsizlik oranlarının bir türlü kriz öncesi seviyeye gerilememesi, borçlarını ödeyemedikleri için bankalar tarafından evlerine el konulanların sayısındaki artış, yoksulluk sınırı altında yaşayan Amerikalıların sayısal olarak yükselmesi gibi pek çok sorun, geniş kitlelerin hayat şartlarını giderek daha da zorlaştırıyor.

Ancak ekonomik kriz karşısında, Obama yönetiminin Avrupa’dan farklı olarak daha esnek bir politika izlemesi sonucunda ekonominin resesyondan çıkması, siyasi olarak Obama’nın artı hanesine yazılıyor. Gerçekten de, devletin ekonomiye müdahalesi anlamında en temel iki araç olan para ve emek gücünin her ikisini de kullanan ABD, Avrupa’nın karşılaştığı sürekli kötüleşen ekonomik durum ile şimdilik ayrışmış gibi görünüyor. Bu anlamda, bir yandan paranın değerinin düşürülmesine ve özel zararların devletleştirilmesine yönelik genişletici para politikaları, diğer yandan da emek gücünün değerinin düşürülmesini amaçlayan reel ücretin azaltılması politikası, Obama döneminde başarıyla uygulanmış durumda.

Liberal Siyasetin Açmazları ve Kapitalist Devlet
Ancak ABD’deki başkanlık seçimini daha geniş bir çerçeveye oturtarak, liberal teorinin temelini oluşturan “çoğulculuk” argümanı[1] çerçevesinde tartışmak gerekiyor. Liberal teze göre devlet, farklı toplum kesimlerine eşit mesafede duran, toplumdaki farklı çıkar ve baskı grupların yarışması sonucunda belirlenen iktidarca yönetilen bir mekanizmadır. Ancak eğer kapitalist sosyal ikişkiler sistemini veri alıyorsak, devletin, politikacıların siyasi kökenlerinden ya da politik eğilimlerinden bağımsız olarak, sermaye birikim sürecinin gerekleri ile sınırlanmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Örneğin, herhangi bir sistem karşıtı hareket bir şekilde iktidar olsa dahi, özel mülkiyete dokunmadığı ölçüde, yatırım kararları özel şirketlerde kalmaya devam eder. Bunun sonucunda ise, ekonomik büyüme ve iş yaratma gibi temel kararlar sermaye sınıfının elinde olduğundan, iktidarda olan partiler, ekonomik büyümeyi sürdürmek, işsizliği azaltabilmek ve iktidarlarını koruyabilmek için, siyasi yönelimlerinden bağımsız olarak sermaye yanlısı politikalarla uzlaşmak durumunda kalacaktır. 

Bu bağlamda, Cumhuriyetçi aday Romney’in ABD’nin sayılı zenginlerinden olmasının karşısında Obama’nın “öteki” kategorisinde yer alan bir siyah olarak, “değişim” sloganı etrafında alternatif politikalar izleyeceğini ummak, ancak liberal çoğulculuk ütopyası çerçevesinde mümkün hale geliyor. Ancak bu ütopik durumu bir kenara koyup, gerçek hayata döndüğümüzde, gerek özel olarak ABD devletinin, gerekse genel olarak kapitalist devletin, yapısal olarak sermaye yanlısı ve geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen politikaları uygulamaya devam edeceğini belirtmek gerekiyor. Bu çerçevede içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz karşısında ABD’nin tutumu, bu durumu en açık bir şekilde ortaya koyar nitelikte. Buna göre 2008 krizinin patlak verdiği sırada iktidar olan Obama’nın ilk ve en önemli icraatı, borçlarını ödeyemez duruma gelen yoksul kitlelerin derdine derman olmak yerine, onların bu halde olmasında önemli katkıları olan bankaların kendilerini kurtarmak oldu. Yine, birbiri ardına uygulamaya konulan kurtarma paketleri ile özel zararlar kamulaştırılarak, sermaye kesimine muazzam miktarda karşılıksız kaynak transferi gerçekleştirildi. Bu anlamıyla iktidarda olan siyasi partinin ya da başkanın politik yöneliminden bağımsız olarak, devlet, kapitalist sistemde devletin temel işlevlerinden biri olan “özel zararın sosyalleştirilmesi”, yani geniş kitlelerin sırtına yüklenmesi işlevini yerine getirdi. Dolayısıyla, gerek ABD özelinde, gerekse diğer kapitalist ülkelerde birbiriyle yarışan siyasi partilerin, özel mülkiyeti ve piyasa mekanizmasını hedef alan bir siyaseti ciddi ve inandırıcı bir alternatif olarak toplumun önüne sunmadıkları sürece, geniş toplum kesimlerinin dertlerine derman olacak seçenekleri geliştirmeleri olanaksız gibi görünüyor.

Bu yazı, daha önce 4.11.2012 tarihinde Evrensel Gazetesi’nin Pazar ekinde yer almıştır: http://evrensel.net/news.php?id=39786


[1] Daha geniş bir analiz için Şebnem Oğuz’un “Çoğulculuk Yapısal Olarak Mümkün Değildir” başlıklı değerlendirmesine bakılabilir:  http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=47963