2008 yılında ABD konut piyasasındaki kredilerin batması
ile tetiklenen ekonomik kriz, bankacılık ve finans sisteminin entegre yapısı
nedeniyle hızla Avrupa piyasalarına ve dünya geneline yayılmış durumda. Ancak
2008’den günümüze kadar geçen süreci farklı aşamalarda değerlendirebiliriz.
Krizin Aşamaları
İlki, ABD’nin en yoksul kesimlerine değişken oranlı faiz ile verilen uzun vadeli konut kredilerinin, FED tarafından faizlerin 2007’den itibaren artırılması sonrası batık hale gelmeleriydi. Bu aşamada, bankalardan borçlanan (genellikle düşük gelirli işçi sınıfı ailelerinden oluşan) geniş toplum kesimleri, artan faizler nedeniyle ödeme güçlüğü ile karşı karşıya kalıp evlerine el konması sonucu daha da yoksullaştı.
İkinci aşamada, uzun vadeli bu ev kredilerine dayanılarak piyasaya sürülen finansal kağıtlar, dayandıkları kredilerin batması sonucunda “zehirli” hale geldi. Ardından, bu kağıtları bilançolarında bulunduran bankalar ve emeklilik şirketlerinin birer birer iflası ile karşılaştık. Bu süreç ABD merkezli olarak ortaya çıkmasına rağmen, bankacılık ve finans sisteminin yüksek oranlı uluslararası entegrasyonu nedeniyle hızla Avrupa’daki bankaların ve emeklilik şirketlerinin batmalarına neden oldu.
Krizin derinleşmesindeki bir sonraki aşama ise, sorun yaşayan bankaların ya yeniden sermayelendirilmesi ya da doğrudan devletleştirilmesi yoluyla, özel zararların merkez bankaları yoluyla sosyalleştirilmesi, yani özel zararın topluma yayılması süreci idi. Bununla beraber, ortaya çıkan “güven” sorunu nedeniyle oluşan likidite krizini aşmak üzere, yine G-7 ülkelerinin merkez bankaları ortak hareket ederek piyasaya para pompalamaya başladı. Bunun sonucunda ise, özel zararın devletleştirilmesinden ve batan şirketlerin kurtarılmasından doğan büyük kamu açıkları nedeniyle kriz bir sonraki aşamaya, yani devlet borçlarının ödenememesi aşamasına geldi. Dolayısıyla, 2008 yılında ABD merkezli başlayan kriz, farklı aşamalardan geçerek günümüzde Avrupa’da yoğunlaştı ve devletlerin iflaslarına neden olan borç krizleri olarak ortaya çıktı.
Krizin Aşamaları
İlki, ABD’nin en yoksul kesimlerine değişken oranlı faiz ile verilen uzun vadeli konut kredilerinin, FED tarafından faizlerin 2007’den itibaren artırılması sonrası batık hale gelmeleriydi. Bu aşamada, bankalardan borçlanan (genellikle düşük gelirli işçi sınıfı ailelerinden oluşan) geniş toplum kesimleri, artan faizler nedeniyle ödeme güçlüğü ile karşı karşıya kalıp evlerine el konması sonucu daha da yoksullaştı.
İkinci aşamada, uzun vadeli bu ev kredilerine dayanılarak piyasaya sürülen finansal kağıtlar, dayandıkları kredilerin batması sonucunda “zehirli” hale geldi. Ardından, bu kağıtları bilançolarında bulunduran bankalar ve emeklilik şirketlerinin birer birer iflası ile karşılaştık. Bu süreç ABD merkezli olarak ortaya çıkmasına rağmen, bankacılık ve finans sisteminin yüksek oranlı uluslararası entegrasyonu nedeniyle hızla Avrupa’daki bankaların ve emeklilik şirketlerinin batmalarına neden oldu.
Krizin derinleşmesindeki bir sonraki aşama ise, sorun yaşayan bankaların ya yeniden sermayelendirilmesi ya da doğrudan devletleştirilmesi yoluyla, özel zararların merkez bankaları yoluyla sosyalleştirilmesi, yani özel zararın topluma yayılması süreci idi. Bununla beraber, ortaya çıkan “güven” sorunu nedeniyle oluşan likidite krizini aşmak üzere, yine G-7 ülkelerinin merkez bankaları ortak hareket ederek piyasaya para pompalamaya başladı. Bunun sonucunda ise, özel zararın devletleştirilmesinden ve batan şirketlerin kurtarılmasından doğan büyük kamu açıkları nedeniyle kriz bir sonraki aşamaya, yani devlet borçlarının ödenememesi aşamasına geldi. Dolayısıyla, 2008 yılında ABD merkezli başlayan kriz, farklı aşamalardan geçerek günümüzde Avrupa’da yoğunlaştı ve devletlerin iflaslarına neden olan borç krizleri olarak ortaya çıktı.
Ancak yukarıda kısaca aktardığımız süreç, ekonomik krizin
sadece tetikleyici yönünü oluşturuyor. Sürece daha genel hatlarıyla
baktığımızda ekonomik krizlerin kapitalist sistemin işleyişi açısından bir bir
istisnayı değil, kaideyi oluşturduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla,
Marks’ın da ısrarla altını çizdiği gibi, kriz, kapitalist üretim tarzı ve
sermaye birikimi açısından yapısal bir unsurdur. Marks’ın bıraktığı yerden, ekonomik
krizler üzerine var olan literatür genellikle Marksist gelenek öncülüğünde
geliştirilmiş ve kar oranlarının düşme eğilimi, kar sıkışması, aşırı üretim/birikim,
eksik tüketim gibi sürecin farklı yönlerine işaret eden açıklama çerçeveleri
ortaya konulmuştur. Burada, bu yaklaşımların detayına girmeden içinden geçmekte
olduğumuz krizi yaratan koşulların
tarihsel gelişimini sermaye birikiminin ana eğilimlerine bakarak kısaca
değerlendireceğiz.
Güncel Krizin Tarihsel Temelleri
Güncel krizin temelleri 1970’lerde yaşanan krizle
doğrudan bağlantılı. 1970’li yıllarda kar oranlarının düşmesi sonrasında, yeniden
karlılık koşullarının yaratılabilmesi için yapılan ilk iş, işçi sınıfına,
örgütlülüklerine ve kazanımlarına karşı geniş çaplı bir saldırı ve geriletme
kampanyasına girişilmesiydi. Bunun sonucunda 1980’li yılların başlarından
itibaren özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere, pek çok ülkede
neoliberal programlar hayata geçirilmeye başlandı ve emek üretkenliği ile reel
ücretler arasındaki makas, ilkinin lehine bir şekilde değiştirildi. Ancak gerek
reel ücretlerin düşürülmesinden, gerekse dünya genelindeki kapitalist şirketler
arasındaki rekabetten kaynaklanan sebeplerle, üretilenlerin satılması yani
eksik talep sorunu ile karşı karşıya gelindi. Bu aşamada, kapitalist birikim
sürecinin son dönemini karakterize eden bir başka önemli mekanizma, yani kredi
mekanizması devreye sokularak, sosyal hakların ve reel ücretlerin gerilemesi
ile düşen alım gücü, faiz oranlarının düşürülmesi yardımıyla borçlanmanın
kolaylaştırılması sağlanarak, suni olarak yeniden tesis edilmeye çalışıldı.
Bunun anlamı, özellikle işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerini koruyabilmek için giderek daha fazla kredi kullanmaları, yani borçlanmaları idi. Kredi, her dönemde sermaye birikiminin en önemli katalizörlerinden biri olmuştur. Kredi ilişkisi sayesinde sermaye, henüz üretilmemiş olan artı değer üzerinde dahi hak sahibi olma iddiası taşır hale gelmektedir. Bu haliyle kredi, sermayenin geleceği ipotek etmesi anlamına gelir. Ancak kredi ilişkisinin son dönemde aldığı biçim bunun da ötesine geçerek, işçi sınıfının bizzat kendisini bağlayan bir pranga haline dönüşmüş ve yüksek borçluluk, giderek geniş toplum kesimlerini pasifize eden bir mekanizma haline gelmiştir.
Dolayısıyla, finansallaşma olarak da tanımlanan bu son dönem için belirtilmesi gereken, gelişen bu yüksek boçluluğun, doğrudan reel ücretlerin düşürülmesi ile bağlantılı olduğudur. Ancak her borç ilişkisi gibi, yaratılan tüm bu mekanizma da gayet kırılgan bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Zaten reel ücretlerin düşürülmesi nedeniyle alım güçlüğü yaşayan geniş toplum kesimlerinin borçlarını geriye ödeyememesi, bir anda kurulan tüm bu sistemin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, 2008 yılında açığa çıkan ve uzun vadeli ev kredilerinde yaşanan sorunların sistemin geneline yansımasıyla belirginleşen ve giderek bankaların ve sonunda da devletlerin iflaslarıyla sonuçlanan sürecin gerisinde, 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirilen sermaye stratejisinin, yani neoliberal yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekiyor.
Bunun anlamı, özellikle işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerini koruyabilmek için giderek daha fazla kredi kullanmaları, yani borçlanmaları idi. Kredi, her dönemde sermaye birikiminin en önemli katalizörlerinden biri olmuştur. Kredi ilişkisi sayesinde sermaye, henüz üretilmemiş olan artı değer üzerinde dahi hak sahibi olma iddiası taşır hale gelmektedir. Bu haliyle kredi, sermayenin geleceği ipotek etmesi anlamına gelir. Ancak kredi ilişkisinin son dönemde aldığı biçim bunun da ötesine geçerek, işçi sınıfının bizzat kendisini bağlayan bir pranga haline dönüşmüş ve yüksek borçluluk, giderek geniş toplum kesimlerini pasifize eden bir mekanizma haline gelmiştir.
Dolayısıyla, finansallaşma olarak da tanımlanan bu son dönem için belirtilmesi gereken, gelişen bu yüksek boçluluğun, doğrudan reel ücretlerin düşürülmesi ile bağlantılı olduğudur. Ancak her borç ilişkisi gibi, yaratılan tüm bu mekanizma da gayet kırılgan bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Zaten reel ücretlerin düşürülmesi nedeniyle alım güçlüğü yaşayan geniş toplum kesimlerinin borçlarını geriye ödeyememesi, bir anda kurulan tüm bu sistemin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, 2008 yılında açığa çıkan ve uzun vadeli ev kredilerinde yaşanan sorunların sistemin geneline yansımasıyla belirginleşen ve giderek bankaların ve sonunda da devletlerin iflaslarıyla sonuçlanan sürecin gerisinde, 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirilen sermaye stratejisinin, yani neoliberal yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekiyor.
Kriz ve Avrupa’nın Neoliberal Dönüşümü
Özellikle 2011 yılından itibaren krizin yoğunlaştığı
Avrupa coğrafyasına baktığımızda ise, buradaki sorunları daha iyi anlayabilmek
için, krizin Avrupa’ya özgü açığa çıkış biçimlerine değinmek gerekiyor. Buna
göre, Avrupa Birliği (AB) bir dizi yapısal eşitsizlik üzerine kurulmuştur.
Genellikle şu anda krizde olan güney ülkeleri daha çok emek üretkenliklerinin
görece düşük olması nedeniyle sistematik olarak dış ticaret açığı verir
durumda. Bunun karşısında başta Almanya olmak üzere, bir dizi kuzey ülkesi ise
yine sistematik olarak dış ticaret fazlası veriyor. Bu süreç sonucunda ise,
güney ülkelerinin dış ticaret açıklarını başta kuzey ülkelerinden olmak üzere,
uluslararası piyasalardan borçlanarak kapattıklarını görüyoruz. Dolayısıyla
Avrupa krizinin gerisinde, öncelikle AB içi eşitsizliklerin yatmakta olduğu
söylenebilir.
Zaten sistematik olarak dış ticaret açığı veren ve bu açığını da piyasadan borçlanarak kapatan güney ülkeleri için, ABD’den ithal edilen krizin etkileri, batan bankaları devletleştirmekten doğan zararların da devletin borcuna dönüştürülmesiyle beraber giderek daha da yakıcı olarak hissedildi ve sonuçta bu ülkeler başta Yunanistan olmak üzere, borçlarını döndürememe sorunu ile yani iflasla karşı karşıya kaldılar.
Zaten sistematik olarak dış ticaret açığı veren ve bu açığını da piyasadan borçlanarak kapatan güney ülkeleri için, ABD’den ithal edilen krizin etkileri, batan bankaları devletleştirmekten doğan zararların da devletin borcuna dönüştürülmesiyle beraber giderek daha da yakıcı olarak hissedildi ve sonuçta bu ülkeler başta Yunanistan olmak üzere, borçlarını döndürememe sorunu ile yani iflasla karşı karşıya kaldılar.
Ancak özellikle AB çerçevesinde, krizden çıkış için
önerilen kemer sıkma politikalarına bakıldığında ise, bu süreçte krizi, sermayenin
AB genelinde daha da güçlenmesi ve neoliberalizmin derinleşmesi için bir fırsata
çeviren Alman sermayesini görmekteyiz. Buna göre Alman sermayesi, krizle
beraber özellikle 2000’li yıllarda yine Alman işçi sınıfını denetim altına
alarak kurduğu yeni “Alman modeli” çerçevesinde tüm Avrupa’yı dönüştürme
projesini devreye sokmuştur. Bu modelin temeli, işçi sınıfının gücünün
geriletilmesine, reel ücretlerin baskılanmasına, çalışanların sosyal haklarının
geriletilmesine, esnek çalışma uygulamalarının emek piyasasında ana norm haline
getirilmesine ve bu yollarla uluslararası “rekabet gücünün” yeniden tesis
edilmesine dayanmaktadır.
Bu bağlamda, krizdeki ülkelere “Alman modeli” çerçevesinde önerilen, ülkelerindeki çalışma hayatını sermaye lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim, sağlık, emeklilik ve sosyal harcamalar gibi kalemlerden kısılarak kamu borcunun daraltılması ve bu yolla da, uluslararası alanda “rekabetçi” hale gelerek dış ticaret açıklarının kapatılmasıdır. Son olarak, krizdeki ülkeler, var olan dış ticaret açıklarını ve borçlarını azaltmak ve en azından bir süre kazanmak için devalüasyon yoluna, Avrupa parasal alanı içerisinde oldukları, yani kendi basmadıkları bir parayı ulusal para birimi haline getirdikleri için gidememektedir.
Bu bağlamda, krizdeki ülkelere “Alman modeli” çerçevesinde önerilen, ülkelerindeki çalışma hayatını sermaye lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim, sağlık, emeklilik ve sosyal harcamalar gibi kalemlerden kısılarak kamu borcunun daraltılması ve bu yolla da, uluslararası alanda “rekabetçi” hale gelerek dış ticaret açıklarının kapatılmasıdır. Son olarak, krizdeki ülkeler, var olan dış ticaret açıklarını ve borçlarını azaltmak ve en azından bir süre kazanmak için devalüasyon yoluna, Avrupa parasal alanı içerisinde oldukları, yani kendi basmadıkları bir parayı ulusal para birimi haline getirdikleri için gidememektedir.
Krizin Geleceği
Yukarıda ana hatlarıyla ifade ettiğimiz gibi bugün
krizden çıkış için önerilen politikalar, bizzat krizin nedeni. Dolayısıyla,
kısa vadede krizden “çıkıştan” çok, ekonomik krizin daha da derinleşmesi ve
zaten pek çok Avrupa ülkesinin çoktan girdiği resesyonun daha da genişlemesi
gündemde. Ancak krizin bundan sonrasının nasıl şekilleneceği, genel olarak
sınıf mücadelesinin alacağı biçimlere ve özel olarak da işçi sınıfının krizin
faturasını kendisine ödetmeyi amaçlayan sermaye programlarına direnebilme
kapasitesine bağlı. Her ne kadar şimdiye dek, herhangi bir ülkede net bir
şekilde daraltıcı programın geriletilmesi sağlanamasa da, bu programlara karşı
olan direnişin giderek daha da geniş kitleleri içerecek şekilde genişlemesi,
krizin geleceğinin AB Merkez Bankası koridorları kadar, Yunanistan, İspanya,
Portekiz ve İtalya meydanlarında belirleneceğine işaret ediyor. Bu anlamıyla
denilebilir ki, tarih bir kez daha Avrupa sokaklarında yazılacak.
---------------------------------------------
Bu yazı daha önce SoL Gazetesi'nde, 20 Ekim 2012 tarihinde yayınlanmıştır.
---------------------------------------------
Bu yazı daha önce SoL Gazetesi'nde, 20 Ekim 2012 tarihinde yayınlanmıştır.