Geçtiğimiz hafta ard arda önce IMF Türkiye Raporu, DünyaRaporu ve Türkiye’de yeni Orta Vadeli Program (2013-2015) açıklandı. Tabii ki
açıklanan tüm bu belgelerin ortak noktası, 2008 yılından itibaren bir türlü
içinden çıkılamayan ekonomik krizi konu almalarıydı (1).
Açıklanan bu rapor ve
programları özellikle Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, krizin etkilerinin
2012’nin son çeyreğinde ve özellikle de 2013 yılında daha net olarak
gözleneceğini söyleyebiliriz. Ancak bu etkiler, tabii ki tüm taraflar için eşit
bir şekilde dağılmıyor. Örneğin sanayi sektörüne bakıldığında, krizin en sert
etkilerinin görüldüğü 2009 yılından itibaren ilk kez yüzde 1.2 oranında daralma
yaşandığını, ancak buna karşın, yine Ağustos ayı için bankacılık sektörünün aylık
net karının yüzde 19.2 artarak 15 milyar TL’yi bulduğunu görüyoruz. Ancak bu
aylık değerlendirmelerin dışında, sürece genel olarak bakmak ve özellikle 2001
krizi sonrası izlenen ekonomi politikalarının temel yönelimlerini ve bunun
çalışanlar açısından etkilerini ele almak gerekiyor.
2001 krizi sornası izlenen ekonomi politikası, enflasyon
karşıtı bir programa dayanıyordu. Bunun için ise, iç talebin baskılanması ve
büyümenin dış talep çekişli olarak gerçekleşmesinin öngörülmesi idi. Ancak iç
talebin baskılanması, esas olarak geniş toplum kesimlerinin alım güçlerinin
sınırlanması anlamına geliyor. Dolayısıyla, 2001 krizi sonrasında uygulanan
enflasyon hedeflemesi sistemi, esasında düşük ücret hedeflemesinden başka bir
anlam taşmıyor. Bu sürecin bir başka temel özelliği, Türkiye’de üretken sermaye
kesimlerinin giderek daha fazla uluslararası sistemle entegre olması. Özellikle
takip edilen para politikası ile de desteklenen bu eğilim, uluslararası
rekabette kur avantajı yerine emek verimliliğini artırarak ayakta kalma
stratejisine dayanıyor. Emekten tasarruf edilmesi ve daha çok teknoloji yoğun
üretim yapısına geçilmesi hedefinin çalışanlar açısından anlamı ise, yüksek
hızlı ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranının bir türlü düşürülememesi,
işsizliğin halihazırda çalışanlar üzerinde bir şantaj olarak kullanılarak reel
ücretlerin düşürülmesi ve giderek esnek çalışma biçimlerinin daha da yaygınlaştırılarak
hayata geçirilmesidir.
Ancak izlenen bu ekonomi politikasının iki temel
çelişkisine işaret etmek gerekiyor. Bunlardan ilki, yukarıda değindiğimiz
yüksek oranlı ve devamlı işsizliğin bir türlü düşürülememesi iken, diğeri de
Türkiye’de sermaye birikiminin temel özelliklerinden biri olan cari açık
sorunu. En basit anlamıyla ifade edersek, cari açık, dış ticaretten kaynaklanan
ve yurt dışına satılanların yurt dışından satın alınanları karşılayamadığı bir
ödemeler dengesi problemini ifade ediyor. Bunun önemi ise, dış açığın özellikle
kısa vadeli sermaye hareketleriyle ve de kaynağı hala tam olarak belli olmayan
ve büyük ihtimalle izlenen ekonomi politikasına dış siyasi desteğe işaret eden
“net hata ve noksan” kaleminden gelen sermaye girişleriyle karşılanıyor
olmasıdır. Dolayısıyla bu iki alanda yaşanabilecek muhtemel değişiklikler
(Suriye meselesi gibi), bir dizi önemli krizi anında tetikleyecek nitelikte.
Son olarak, açıklanan rapor ve programların, yukarıda
ifade edilen temel problemlerle ilgili, öncekinden farklı bir öneri
getirmediğini belirtmek gerekiyor. Orta Vadeli Program’a göre ekonomik büyüme
bu yıl için yüzde 3.2, 2013 için yüzde 4, 2014-5 için yüzde 5 olarak öngörülmüş
durumda. İşsizlik oranının ise 2015’te yüzde 8.7’ye gerilemesi bekleniyor. Ancak
tüm bu iyimser beklentilerin kaderi, krizin Avrupa’daki seyrine bağlı. Bununla
beraber, Program’da belirtilen hedefler ile bu hedeflere ulaşmak için izlenmesi
öngörülen yollar arasında da çelişkiler var. Örneğin istihdamı artırma hedefi
ile yüksek katma değerli ürünler üretme seviyesine geçiş ya da uluslararası
rekabetçi politikalar içsel olarak birbiri ile çelişiyor. IMF’nin Türkiye
Rapor’unda ise, özellikle bütçe açığının yaratacağı muhtemel sorunlara ve buna
karşı önlem alınması gereğine işaret ediliyor ki, zaten hükümet artık IMF’nin
uyarısına gerek kalmadan böylesi tedbirleri kendiliğinden alır durumda.
Toparlamak gerekirse, 2008 yılından itibaren hemen hemen
tüm ülkelerde etkileri görülen ekonomik krizin ve etkilerinin süreceği kesin. Ancak
ekonomik krizi, bir doğa olayı gibi, başımıza gelen bir felaket olarak
algılamamak gerekiyor. K. Marks’ın da belirttiği gibi, kriz, kapitalist üretim
yapısının ve daha genel olarak kapitalist toplumsal ilişki sisteminin ayrılmaz
bir parçası. Bunu ortaya çıkaran, tetikleyen mekanizmalar tarihsel olarak
farklılaşabilse de, krizlerin sürekliliği tartışmasız bir gerçek olarak
karşımızda duruyor. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da, sermayenin
istisnasız her krizi, işçi sınıfının ve tüm çalışanların haklarını geriletmek
için “fırsata çevirme” yönündeki mahareti. Dolayısıyla, ekonomik krizi ve
krizden çıkış için yapılan önerileri, toplumsal tarafları olan ve mücadele
içinde şekillenen süreçler olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu nedenle en
basitinden, sermayenin orta vadeli bir perspektifte yapacaklarına karşı
çalışanların ve sendikaların da bu süreci nasıl karşılayacaklarını açıklamaları
ya da en azından bu yönde bir hazırlık yapmaları gerekmekte. Aksi halde kriz
bir defa daha sermaye için bulunmaz bir fırsat, geniş toplum kesimleri için ise
yaşam düzeyinin gerilemesi ve yoksulluk anlamına gelecek.
(1) Bu yazı daha önce, 12.10.2012 tarihinde Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır: http://www.evrensel.net/news.php?id=38016