Geçtiğimiz haftayı kısaca özetlersek 2007-8'den itibaren var olan tablonun değişmediğini, hatta krizin daha da derinleştiğini görebiliriz. FED, gelen işsizlik rakamlarının bir türlü düşürülememesi üzerine piyasalara sınırsız parasal destek sağlayacağını ilan etti. Bunun karşısında Avrupa Merkez Bankası (ECB), geleneksel yolundan sapmayarak, sadece yapısal reformların uygulanması koşulu ile ikincil piyasalardan fon alımının yapılabileceğini ilan etti. Geçtiğimiz dönemden farklı olan ise, Çin'deki yavaşlamanın daha da belirginleşiyor olması.
Daha önceden de belirttiğimiz gibi, devletlerin ya da kamu otoritelerinin krize müdahale edebilmek için çok fazla seçenekleri yok. Ya parasal değersizleşme ya da emek gücünün değersizleştirilmesi yoluyla yeniden toparlanma yönünde politika izleyebilirler. Son krizde ABD, her iki yolu da aynı anda uyguluyor. AB ise (Almanya olarak da okunabilir), ikinci seçenek üzerinde ısrarla duruyor. Ancak krizi karşılama biçimleri farklı olsa da krizi yaratan yapısal dinamiklerde bir değişiklik olmadıkça, konjonktür karşıtı politikalarla, politik otoritelerin krizi önleme şansları bulunmuyor. O zaman bu yapısal şartların neler olduğuna bir kez daha göz atabiliriz (#).
1970'li yıllardan itibaren sistemin yapısal krizi, kar oranlarının bir türlü yükseltilememesinden kaynaklanıyor. Bu durumda, en geleneksel yöntem, ücretlerin düşürülerek, yeniden karlılığın sağlanması. Ancak ücretlerin düşürülmesi, bu defa sistematik bir şekilde üretilenlerin satılması sorununu, yani talep yetersizliğini beraberinde getiriyor. Bu durumda ise kredi mekanizması devreye sokularak, talebin suni olarak pompalanması gündeme geliyor. Ancak buradaki talebin, öncekine göre niteliksel bir farkı var, o da borçlanmadan kaynaklanıyor olması. Dolayısıyla, finansallaşma olarak da özetlenen bu durum, farklı ülkelerde farklı zamanlarda devreye sokulsa da, günümüzde dünya genelinde gözleyebileceğimiz bir vak'a olarak karşımıza çıkıyor.
Kapitalist toplumsal ilişkilerde ve üretim yapısında temel motif kar olduğuna göre, karlılığın azalması, bir dizi sonucu da beraberinde getiriyor. Bu durumda, ekonomik büyüme yavaşlıyor, işsizlik artıyor, kamu borcu yükseliyor ve tüm bunlar döngüsel bir şekilde tekrar talebin daralmasına ve tekrar kredi/bireysel borçlanma yoluyla suni talep yaratılması yönündeki çabalara neden oluyor.
Krizin temel dinamiklerinden biri olan karlılığın yeniden tesis edilememesinin en önemli nedeni ise yine sistemin bir diğer yapısal unsuru olan rekabet mekanizması. Özellikle 1970'lerden itibaren önce Almanya ve Japonya'nın, ardından 1980'lerde ve 1990'larda Doğu Asya ülkelerinin son olarak da Çin'in oyuna girmesiyle çıta giderek ulaşılması zor olan noktalara tırmanıyor. Yani bir şirket, aynı kalitedeki herhangi bir malı diğerlerinden daha ucuza ürettiği anda, diğerlerinin rekabet üstünlükleri sarsılıyor. Ancak, aynı kalitedeki bir malı daha ucuza üretmenin mümkün olan tüm yolları (teknoloji yoğun: işsizlik; emek yoğun: düşük ücret; hızın artırılması: fazla çalışma) çalışanların yaşam koşullarını giderek daha da kötüleştiren uygulamalar.
Toparlamak gerekirse, kar oranlarının düşmesi, rekabet, işsizlik ve ücretlerin düşürülmesi, talebin daralması ancak buna karşı kredi yoluyla bireysel borçluluğun genişletilmesi, günümüze kadar gelen süreçte krizin temel seyri idi. Ancak sistem açısından güncel olan sorun, mevcut bu mekanizmaların da işlemiyor oluşu. Tüm parasal destek çabalarına rağmen ABD'nin en büyüklerinden olan Bank of Amerika'nın bugün, yıl sonuna kadar 16.000 çalışanı daha işten çıkaracağını ilan etmesi, mevcut mekanizmaların işe yaramadığını bir kere daha ortaya koyuyor.
(#) Bu kısa değerlendirme, R. Brenner'in krizin yapısal kökenleri üzerine olan analizinden yola çıkmıştır.