Geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği İstatistik Kurumu tarafından yayınlanan verilere bakıldığında 2012 yılının sonunda teknik olarak resesyona girileceği belli oldu. Teknik resesyon, üst üste iki çeyrek, yani 6 ay boyunca negatif büyüme gerçekleşmesi durumuna verilen ad. Ekonomik büyümenin gerçekleşmemesi durumunda, ekonominin resesyonda olduğu ilan ediliyor. Ancak bu dar teknik yorumu bir kenara bırakırsak, Avrupa’nın krizinin ne durumda olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bunun için biraz geriye dönüp krizin yapısal ve Avrupa’ya özgü yanlarına bakmak gerekiyor[1].
Krizin yapısal kökenleri, Marksistler tarafından uzunca bir süredir açıklanıyor. Her ne kadar bu açıklama biçiminde farklı kriz teorileri olsa da, hemen hemen hepsinin paylaştığı ortak nokta, krizin kapitalizme içkin olduğu ve piyasa ekonomilerinin kendiliğinden dengeye geldiğini iddia eden neoliberal yaklaşımın geçersizliği.
Ancak güncel krizi anlayabilmek için Avrupa içi dinamiklere de değinmek gerekiyor. Buna göre Avro birliği, Almanya için devalüasyon, yani yerli parasının değersizleşmesi anlamına gelirken, şu anda krizde olan ülkeler açısından revalüasyon, yani yerli yarasının değerlenmesi anlamına geldi. Bunun dış ticarete yansıması ise, devalüasyon etkisi yaşayan Almanya için ihracatının kolaylaşması ve dış ticaret fazlasına ulaşılması iken, revalüasyon etkisi yaşayan diğer ülkeler için ihracatın daha da zorlaşması ve bunun sonucunda da dış ticaret açığının giderek sürdürülemez bir boyuta erişmesi sonucunu doğurdu.
Kur farkları dış ticaret açısından önemli bir etken. Ancak süreci belirleyen yegane unsur değil. Para birliğinden kaynaklanan sorunların dışında, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin arasında yapısal eşitsizlikler de mevcut. Buna göre geleneksel olarak bir ekonomideki dış ticaret açığı (fazlası) yurt dışına satılan mal ve hizmetler ile yurt dışından alınan mal ve hizmetlerin farkına göre belirleniyor. Dış ticaret açığı ya da fazlasını belirleyen, kur ayarlamalarından daha önemli (ve yapısal) bir değişken emek üretkenliği. Yani birim zamandaki çıktı miktarı. Dolayısıyla bir ekonomide emek üretkenliği yükseldiği oranda birim zamanda daha fazla çıktı elde edilebiliyor. Böyle bir durumda ise maliyetlerin azalması yani üretilenlerin daha ucuza üretilmesi durumu ortaya çıkıyor. Bunu mümkün kılan ise, bir ekonominin sermaye yoğun, yani teknoloji yoğun üretim yapabilme kapasitesi. Dolayısıyla emek verimliliğini artıran sermaye yoğun üretim yapabilme, yani teknolojiyi kullanabilme kapasitesi. Bu noktada belirtmek gerekir ki, sermaye yoğun üretim ya da teknolojinin (Marksist terminolojiyle söylersek ölü emeğin) giderek üretim sürecinde daha fazla kullanılıyor olması, kendi başına artı değer yaratan bir süreç değil, ancak artı değerin yaratılmasını hızlandıran bir etki yapıyor. Ancak Almanya’nın son dönemde bu kadar öne çıkmasının en önemli nedeni, sermaye yoğun üretim yapabilme kapasitesinin yanında, özellikle 2000’li yılların başından beri ücret artışlarını radikal bir şekilde kısıtlayabilmesinden ileri geliyor.
Dolayısıyla Avrupa’nın krizinin gerisinde, parasal birliğin getirdiği etkilerin yanı sıra, Avrupa ekonomileri arasındaki eşitsiz ve bileşik gelişme süreci yatmakta. Eşitsiz ve bileşik gelişme ise, bir yanda hızla gelişen ve rekabet gücünü artıran bir Almanya yaratırken, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya gibi ülkelerin rekabet güçlerini yitiren ve giderek artan bir oranda dış ticaret açığı veren ülkeler haline gelmesine neden oluyor.
Dış ticaret açığı veren ülkelerin bunu karşılama biçimlerine bakıldığında da krizin patlak verdiği noktaya ulaşıyoruz. Buna göre şu anda kriz yaşayan ülkelerin tamamında dış ticaret açıkları dış borçlanma ile karşılanmaya çalışılıyor. Bunun birkaç temel mekanizması olabilir. Ancak kriz sürecinde öne çıkan temel mekanizma kamu borçlarının artması olarak ortaya çıkıyor. Medyada sık sık karşılaştığımız İtalyan ve İspanyol devlet tahvillerinin faizlerinin yükselmesi ya da krizde olan ülkelerin borçlanma maliyetlerinin artması ya da giderek daha yüksek faizlerle borçlanmak durumunda kalması bunun bir sonucu olarak görülebilir.
Krizdeki ülkelere, bu yüksek borçluluk durumundan kurtulmaları için önerilen reçete ise kamu harcamalarını daraltmaları ve yapısal uyum politikalarını hızla hayata geçirmeleri. Her iki önerinin dayandığı temel unsur ise, bu ekonomilerin tekrar “rekabetçi” bir konuma gelmeleri. Bu ise, esas olarak emek piyasalarının esnekleştirilmesine, yani, sendikaların ve işçi sınıfının pazarlık gücünün kırılmasına dayanıyor. Dolayısıyla, krizdeki ülkelere çözüm olarak önerilen paketlerdeki temel argüman, emek gücünün değersizleştirilmesi, yani ücretlerin ve sosyal hakların daraltılması. Çözüm paketlerine göre ancak bu sayede, krizdeki ülkeler daha rekabetçi hale gelebilir ve borçlarını geri ödeyerek dış ticaret açıklarını kapatabilir.
Ancak Avrupa Birliği İstatistik Kurumu tarafından son açıklanan veriler, bunun neredeyse ütopik bir yol olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Açıklanan verilere göre Avrupa Birliği’ni oluşturan 17 ülkede ikinci çeyrek döneminde milli gelir ortalama olarak % 0.4 oranında daralmış durumda. Buna karşılık yukarıda işaret ettiğimiz gibi bu daralma, tüm üyeler için eşit dağılmıyor ve eşitsiz ve bileşik gelişme eğilimini bu verilerden de takip edebiliyoruz. Buna göre aynı dönemde Almanya % 1 oranında büyürken, krizde olan güney ülkeleri (İtalya, İspanya, Yunanistan, Portekiz) ortalama % 3.25 daralmış durumda. Yine krizin etkilediği İngiltere de % 0.8 daralma yaşadı.
Sonuç olarak söylenebilecek olan, bizzat krize neden olan politikaların krizden çıkış için de öneriliyor olmasının irrasyonelliği, esasında şu anda yaşanan krizden çıkışsızlığı ifade ediyor. Krizdeki ülkelerin, borçlarından daraltıcı ekonomi politikaları ile kurtulacağı öne sürülüyordu. Ancak son veriler bunun pek mümkün olmadığını bir kez daha açığa çıkardı. Geldiğimiz noktada, ekonomik kriz giderek neoliberal ütopyanın krizi halini alıyor.