Türk lirasının değer kaybı ve faiz oranının yüksekliği nedeniyle Türkiye’nin bir kriz atmosferi içinde olup olmadığı sorusu ya da hükümetin aldığı/almayı planladığı önlemlerin olası bir krizi önleyip önlemeyeceği konusu yeniden hararetle konuşulmaya başlandı. Bir paket olarak pazarlanan ekonomik önlemlerin içinde mart ayı sonunda yasalaşan tek hazine hesabının kapsamının genişletilmesi de yer alıyor. Ayrıca KDV borcu bulunanların ödemelerinin tecili ve gıda enflasyonunu kontrol altına almak için çalışmaların sürdüğü, bir yandan daha fazla teşvik verilirken öte yandan da vergi ödemelerinde kolaylık sağlanması gibi unsurlar hükümetin yakın dönemdeki planları arasında.
Hükümetin bu planları ekonomi yönetiminde işlerin iyi gitmediğini gösterirken, bir yandan da semptomatik tedaviden vazgeçmeyen AKP’lilerin hastayı öldürme noktasına uzanabileceklerini gösteriyor.
Kısaca enflasyonun ve faizin neden yüksek kaldığına ve hükümetin girişimlerinin neden sorunları ağırlaştırdığına değinmek istiyorum.
Enflasyon Neden Yüksek?
Türkiye’nin üretim yapısını dönüştürücü bir müdahalede bulunmaksızın görece yüksek büyüme temposunu sürdürme telaşından ve TL’nin süreğen değer kaybından.
Hükümet 2018 yılı bitmeden seçime gitmeyi planlıyor. Ancak yüksek büyüme isteği
nedeniyle kredi genişlemesinin tempo kaybetmemesini, piyasanın canlı kalmasını, Kredi Garanti Fonu (KGF) kredileriyle yüzdürülen firmaların en azından bir yıl daha batmamasını istiyor.
Bu tercihin yansıması Türkiye’nin makroekonomik kırılganlıkları, yüksek cari açık, yüksek reel sektör borcu ve ekonominin finansman yapısı nedeniyle OHAL koşulları altında hızla değer kaybeden TL’nin değer kaybına set çekilmemesini beraberinde getiriyor.
2003’ten bu yana Türk Lirası’nın en fazla değer kaybettiği dönemdeyiz. Reel efektif kur 2003’ten bu yana en düşük rakam olan 83,42 olarak açıklandı. Türk Lirası’ndaki hızlı düşüş görünür ve çarpıcı. Aşağıdaki grafik kurdaki değer kaybını ve faizlerin bu süreçte artışını özetliyor. Doların son 2 haftalık yükselişinin dolar endeksi halen 90 civarında seyrederken gerçekleşmesi de aslında değer kaybının sürebileceğini söylemeye izin veriyor.
Kaynak: TCMB
Kurdaki değer kaybı kısa bir zaman aralığı sonrasında enflasyonu da yukarı çekiyor. Hatırlatmak gerekirse Türk lirası OHAL koşulları altında bugüne kadar yüzde 25’i aşan oranda değer kaybetti (20 Temmuz 2016 TCMB alış kuru 1 USD = 2,97 TL). İthalatta ara malının payının yüzde 75 civarında gezindiği ve üretmek için ithal etmek zorunda olan bir ekonomide para biriminin değer kaybı fiyatlara doğrudan etkide bulunur. Dolayısıyla söz konusu değer kaybının enflasyona da etki ettiğini söylemek mümkün, hatta esasen bu değer kaybı nedeniyle enflasyonun çift haneye demir attığı da ileri sürülebilir.
Faizler Neden Yüksek Seyrediyor?
Ekonominin finansman ihtiyacının dudak uçuklatan seviyelere ulaşmış olmasından.
Türkiye’nin bir yıl içinde vadesi gelen özel sektör borcu, kamu borcu ve finanse edilmesi gereken cari açık verileri toplandığında yıllık finansman ihtiyacının 226 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Cari açık kısa vadeli girişlerle finanse ediliyor. Bu paranın gelebilmesi ancak yüksek faiz koşullarına bağlı. Türkiye’nin risk pimi halen düşük, ancak finansman ihtiyacı o kadar yüksek ki faizler düşmüyor.
Türkiye ekonomisindeki faaliyetlerin sürdürülmesinin sermaye girişinin tempo kaybetmemesine bağlı olduğu bir ortamda Merkez Bankası fonlama faizlerini yukarı çeker ve hükümet etkili bir yatırım yönetimi ve teşvik politikası uygularsa bu durumda bir süre sonra faizlerin düşüşü görülebilir. Ancak bu tepkinin yaratacağı sarsıntı ve ilk aşamadaki şok kolayca kontrol edilemeyebilir. Türkiye’de kriz ve çalkantı dönemlerinde daha önce görüldüğü üzere maliyetin yükünün emekçilerin üzerine bindirilmesi politik olarak pahalı bir yöntem, piyasacılığı nedeniyle hükümet çaresiz ya da buldukları çare seçimlere kadar sorunların ötelenmesi.
Bu amaçla paket üzerine paket açıklayan hükümet hem yeni teşvik mekanizmaları arıyor, hem de örneğin KDV tahsilatında gevşek davranarak kendi meşrebince piyasada daha fazla para kalmasını sağlıyor. Ancak aynı hükümet 2017 yılında borçlanma limitini geçmiş ve faizleri yukarı çekecek şekilde daha önce öngörülen bütçe açığının yarısı kadar ek borçlanmaya gitmişti. Dolayısıyla kısa vadeli bir düşünce tarzının egemenliği ve piyasacı ufuksuzluk işleri zorlaştırıyor.
Yeni bir Kriz mi Geliyor?
5 Nisan Kararları’nın yıl dönümünde hatırlatıldığı üzere 1994’tekine benzer bir kriz gelmiyor, ancak başka türlü bir kriz her daim eşikte bekliyor, mevcut sıkıntılar ağırlaşıyor. Bu koşullar altında kendi arkasından iş çevrildiğini hisseden ve isteği hilafına faizlerin inmediğini gören Cumhurbaşkanı’nın girişimleri ve hükümetin faizleri indirme isteği akla 1994’tekine benzer bir krizin yaşanıp yaşanmayacağı sorusunu getirdi. Hükümetin piyasada likidite bolluğu yaratmak amacıyla KDV tahsilatındaki çekingenliği ya da KGF aracılığıyla kredilerin desteklenmesi ve bir bolluk izlenimin yaratılması da gözlemcileri benzerlikler aramaya zorluyor. Ancak yine de benzetme daha ileriye götürülmemeli.
1994’te daha önceki borcun faizini ödemek için yeni borç bulmak zorunda kalan devletin sıkışmışlığı bugün yok. Ancak bugünkü büyük çaresizlik yeni finansman kaynaklarının maliyetinin yüksekliğinin TL’nin değer kaybı beklentisini desteklemesi. En önemlisi de Merkez Bankası’nın faiz indiriminin yol açacağı muhtemel bir döviz şokunun çok sayıda firmayı batma noktasına getirmesi. Türkiye’de büyük firmaların milyarlarca dolarlık açık pozisyonu bulunuyor. Finans dışı firmaların net döviz pozisyon açığı toplamda 221,5 milyar dolara erişti. Bu nedenle döviz kurundaki sıçrama, firmaların yastık yaptıkları fonların hızla eriyip gitmesine vesile olabilir.
Faiz indirimi ısrarının devamı ve fiiliyata geçirilmesi durumunda Türkiye’den sermaye çıkışları görülecek ve takiben yükümlülüklerini karşılamayan firmaların batma noktasına geldiklerini göreceğiz. Ancak krizin derinleşmesi kısa vadede devletin borç çevirme sıkıntısı nedeniyle oluşmayacak. Bu nedenle ilk akla gelecek olan da firmaların zararlarının toplumsallaştırılması ve bazı şirketlerin kurtarılması olacak. Türkiye’de kamu borcunun fırlaması pahasına bu tarz bir kurtarma operasyonu tasarlanacak.
Krizin gerçekleşmemesi ve büyük bir ekonomik travma olmaksızın beceriksiz piyasacı zihniyetten kurtulmak en iyisi olur, ancak yeni bir ekonomik çalkantı durumunda firmaların özel zararlarının kamulaştırılmasını alternatif bir programla engellemek durumundayız. Zaten içinde bulunduğumuzu dahi söyleyebileceğimiz krizin derinleşmesi ne 1994’e ne de 2001’e benzer şekilde gerçekleşecek. Etkileri ise bu ekonomi yönetimi anlayışı altında daha ağır deneyimlenecek.
Not: Bu yazı 7 Nisan 2018'de gazeteDuvar'da yayımlandı.