Türkiye’de ekonomik
istikrarsızlığın farklı boyutları var. Bu kısa değerlendirmede üç boyutu
vurgulayacağım: Birincisi Türkiye ekonomisinin temel yapısal sıkışmışlığı olan
sermaye girişlerine bağımlılık, ikincisi Türkiye’de yerleşik hal alan yatırımcı
demokrasisinin etkileri, sonuncusu da 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında iktidar
çevrelerindeki politika tartışması ve alınan piyasacı önlemlerin sorunları
derinleştirmesi. Kısacası istikrarsızlık yapısal reformlarda gecikmeden değil,
piyasacılıkta ısrardan kaynaklanıyor.
2016 yılının sonbaharında büyük bir
değer kaybı yaşayan Türk lirasındaki hareketlilik hem Türkiye ekonomisindeki
temel sorunların tekrar tartışılmasına vesile oldu, hem de uzun bir zaman sonra
Türkiye’de yeniden bir ekonomik krizin başladığı düşüncesinin yaygınlaşmasını
hızlandırdı. Bu düşüncenin temelsiz olmadığı 12 Aralık’ta açıklanan büyüme
rakamlarıyla doğrulandı. Gayrisafi yurtiçi hasıla 2016 yılı 3. çeyrekte tam 7
yıl sonra % 1,8 oranında azalırken, ekonomik daralmanın boyutu, Türkiye
İstatistik Kurumu’nun yeni hesaplama yöntemiyle açıklandığı için olduğundan
daha az gösterildi.
3. çeyrekteki daralmayı takip eden
aylarda, özellikle Kasım ayında Lira’nın değer kaybının hızlandığını ve döviz
açık pozisyonu aynı zamanda 213 milyar ABD dolarını (bundan sonra dolar) aşan
özel sektörü bir borç çevirme telaşının sardığını biliyoruz. Konuyu
ayrıntılandırmanın ve muhtemel gelişmeleri öngörmenin yolu farklı boyutlarda
tartışmayı sürdürmekten geçiyor. Bu kısa değerlendirmede üç boyutu vurgulamak
istiyorum: Birincisi Türkiye ekonomisinin temel yapısal sıkışmışlığı ve
nükseden istikrarsızlıkları, ikincisi Türkiye’deki siyasal iktisadi yönetim
anlayışı ve yatırımcı demokrasisinin etkileri, sonuncusu da 15 Temmuz darbe
girişimi sonrasında siyasal İslamcı iktidar çevrelerindeki politika tartışması
ve kapasite yetersizliği.
Bu üç boyut zamansal olarak, ilerleyen
kısımlarda açıklamaya çalışacağım üzere, daha uzun vadeli bir dönüşümden daha
kısa vadeli bir arayışa doğru sırayla farklılaşıyor. Ayrıca birbirleri içine
geçen, birbirlerinin desteklediği eğilimleri dönem dönem derinleştiren ve
hızlandıran, kriz ve istikrarsızlıkların temposunu biçimlendiren unsurlar
olarak ele alınabilir görünüyorlar. Aynı zamanda muhtemel bir alternatif
arayışının nereden güç devşirebileceği yönlü bir soruya da ilk cevapların
verilmesi için göz önünde bulundurulması gereken hususlar olarak arz edilebilirler.
Sermaye girişlerine
bağımlı ekonomi
Yukarıda belirttiğim birinci boyut, Türkiye
ekonomisinin geç kapitalistleşen bir ülke ekonomisi ve dünya ekonomisinin
merkezlerine yakınsamaya çalışan bir ekonomi olarak benzer konumdaki ülkelerle
paylaştığı özellikleri ima ediyor. Uluslararası finansal kuruluşların
terimlerini kullanacak olursak orta gelir düzeyi olarak ele alınan, ya da
“yükselen piyasa” olarak görülen küresel Güney ülkeleri dünya kapitalizminin
merkezlerinde alınan politika kararları ve bunlarla bağlantılı sermaye
hareketlerinden derin bir şekilde etkileniyorlar. Bu etkilenim
doğallaştırılmaması ve son 40 yılda dünya ekonomisindeki dönüşüm ve finansal
mimariyle ilişkilendirilmesi gereken bir özellik.
Birey tercih ve özgürlüklerine vurguda
bulunarak kolektif eylemliliğin bastırılması ile birlikte piyasa inşası,
piyasalaştırma/serbestleştirme ve işler durumdaki piyasanın desteklenmesi olarak
da tanımlanabilecek neoliberalizmin küresel ölçekte dayattığı unsurlardan
birisi; geç kapitalistleşen ülkelerde piyasaya tabi hale getirilmiş politikaların
savunusuydu. Söz konusu önerilen/dayatılan politika demeti sermaye girişlerine
uygun bir zemin hazırlanması ve hızlı kalkınma için gerekli fonların sağlanması
anlamına gelmekteydi. Sonuç olarak önce 1990’ların sonundaki Asya krizi ve
benzerlerine kadar, yaşanan çöküntü ve takiben 11 Eylül sonrasındaki dolar
bolluğunun da etkisiyle 2008-09 uluslararası finansal krizine kadar katlanarak
artan sermaye girişleri ile bu ülkelerdeki şirketlerin ve devletlerinin
borçlarının çevrilmesi göreli olarak daha uygun koşullarda gerçekleşti.
Bu dönemde, Türkiye ekonomisi sermaye
hareketlerinin serbestleştirilmesi sonrasında yaşanan çevrimlerle ekonomik
canlanmanın cari açığı arttırdığı ve ani duruşlar ya da sermaye çıkışlarıyla
karakterize olunan çöküşlerin yaşandığı bir dizi kriz ve istikrarsızlık
döneminden geçti. 1994 ve 1999-2001 kriz dönemleri ile bu bu krizlerin öncesi ve sonrasındaki canlanmalar bu dalgaları biçimlendirdi. Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin (AKP) ilk döneminde, küresel dolar bolluğunun da etkisiyle sahip
olunan finansman kolaylığı benzer bir canlanma yarattı, uluslararası finansal
krizin dalgalarının Türkiye’ye vurduğu 2008 son çeyreğinden itibaren takip eden
bir yıllık dönemde ise Türkiye tarihinin en ağır ekonomik daralma dönemlerinden
biri deneyimlendi (ayrıntılar için bkz. Akçay ve Güngen, 2016).
Kısacası çok sayıda liberal ve yeni
kurumsalcı tarafından bir başarı dönemi olarak gösterilen 2002-2007 yılları
arasındaki canlanma ya da ilk AKP döneminin ekonomi politikaları Türkiye
ekonomisinin sermaye girişlerine bağımlılığını azaltmadı, bu bağlamda bir
dönüşüm yaratmadı. Doğrudan yatırımların (esasen bu yıllarda bankalara
ortaklıklar ve özelleştirme sürecinde Türkiye’ye giren sermayenin) ağırlık
taşıdığı yatırımların söz konusu temel yapısal sorunu ortadan kaldırmadığı bu
dönem ve takip eden yıllarda bir kez daha açık bir şekilde görüldü.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinin 40
yıla yaklaşan neoliberal uygulamaların 30 yıla yaklaşan sermaye serbestliğinin biçimlendirdiği
patikada yaşadığı temel yapısal sorun bir yandan da dünya ekonomisiyle
bütünleşme biçiminin dayattığı bir sorun haline geldi. Bu biçim ekonomik
canlanmanın merkez ülkelerdeki politika tepkileri ve kararları ile son derece
yakından ilgili olduğu, ülke içindeki aktörlerin tepkilerinin bu kararlara göre
karlı pozisyonlar alarak istikrarsızlıkları savuşturmak şeklinde açıklanabileceği
bir bağlam yaratmıştı. Türkiye’de son aylardaki istikrarsızlığı ve son
yıllardaki siyasal iktisadi tartışmayı bu temel zemine oturtmak gerekmektedir.
Önemli bir nokta siyasal İslamcı ve çeşitli faşist iktidar temsilcilerinin
söylemleri ve Türkiye ekonomisine dair verdikleri rakamların her daim bu zemin
üzerinde ele alınması gerekliliğidir.
Devletin finansallaşması
sürecinde bir veçhe: Yatırımcı demokrasisi
2008-09 uluslararası finansal krizi ve
sonrasında, söz konusu arka planda, siyasal iktisadi yönetim anlayışının
tasarrufları devam etti. Değinmek istediğim ikinci boyut yapılacakların ve alınacak önlemlerin yatırımcılara güven
vermesi gerekliliği anlayışı üzerinden doğrudan yatırımcılarla birlikte
tartışılarak karara bağlanmasıdır. Başka bir ifade kullanacak olursak politika
yapım süreçlerinin finansal piyasa standartları doğrultusunda biçimlendirildiği
ve finansal sektör isteklerinin esas kabul edildiği bir dönemin – devletin
finansallaşmasının – unsuru olarak siyaset yapıcılar uluslararası yatırımcılar
ve finansal fön yöneticilerine hesap verme sorumluluğu taşımaktadır. Bu
yatırımcılar için demokrasi, toplumun geniş kesimleri içinse otoriter bir
dayatma anlamına gelse de, aynı toplumsal kesimlerin finansal sistemle
bütünleştirilmesi projesinde bir aksaklık olmadığı müddetçe, yatırımcı
demokrasisinin toplumsal fayda için gerekli reformların uygulanması şeklinde sunulması
mümkündür.
Kredi çöküşü sonrasında miktarsal
genişleme ile piyasalara savrulan dolarlar aralarında Türkiye’nin de olduğu
ülkelere akarken, Türkiye bu sayede 2010 ve 2011’de (eski yöntemle sırasıyla %
9,2 ve % 8,8) rekor büyüme oranlarına ulaştı. Krizin ikinci aşamasında Avro
Bölgesi’ndeki daralma Türkiye’ye de ihracat kanalı ile etkide bulunurken, bu
dönemde Türkiye ekonomisi tarihsel ortalamasının da altında bir büyüme
platosuna oturdu. Üçüncü aşama olarak da adlandırılan 2014 sonundan itibaren
başlayan dönemde ise geç kapitalistleşen ülkelere sermaye girişlerinde yaşanan
yavaşlama ve hatta 2015’teki çıkış yönlü hareket bu ülkelerdeki aktörlerin
finansman kaynaklarına daha zor ulaşması anlamına geldi. 2007-14 arasında
şirketler kesiminin borcunun Çin’den sonra en hızlı artış gösterdiği ülke olan
Türkiye için bu çıkış yönlü hareket, özel sektörün döviz yükümlülükleri hızla
arttığı ve döviz açık pozisyonu artmaya devam ettiği için özellikle ağır bir
sorun teşkil etmekteydi.
Korkut Boratav’ın (2016) Merkez
Bankası ödemeler dengesi tablolarından yaptığı hesaplara referansla son
yıllardaki sermaye girişlerini ve bunların karakterize ettiği çevrimleri
hatırlayalım: 2013 Nisan’ından 2014 Nisan’ına kadar olan dönemde bir önceki 10
aylık dönemin ortalamasına göre yabancı sermaye girişlerinde % 43,6 oranında
bir düşüş gözlendi. Bu dönem zamanın başbakanının faiz indirimi konusunda daha
fazla konuşma yaptığı, ABD Merkez Bankası’nın miktarsal genişleme programını
bir takvime bağlayarak sonlandıracağını beyan ettiği dönemdi aynı zamanda. 2014
Mayıs’ından itibaren sekiz aylık dönemde bir artış gözlenmesine karşın, 2015
Şubat’ından itibaren yine ortalamalar üzerinden yapılan bir hesapla yabancı
sermaye girişlerinde % 55,5’e varan bir oranda radikal bir düşüş gözlenmiştir.
2016 yılı başında girişler artmıştır. Darbe girişimi sonrasında da portföy
yatırımları ağırlıklı girişler bir süre daha devam etmiştir. Ancak 2016
sonbaharının rakamlarının çıkış yönlü olacağı, ABD’de faiz artışı beklentisi
yanı sıra Donald Trump’ın başkan seçilmesi sonrasında görülen merkeze dönüş
eğilimi nedeniyle de neredeyse kesindir.
Bu çıkış, Türkiye’de kredi
kaynaklarına erişimin daha zorlaşması anlamına gelmektedir. Söz konusu boyut
bağlamında vurgulanması gereken iki nokta bulunuyor: Türkiye ekonomisine giriş
ve çıkışların temposu küresel Güney’deki başka ülkelerle paralellikler
sergilemektedir. Türkiye bu nedenle bir kişinin ağzından çıkanların büyük alt
üst oluşlara yol açtığı bir ülke olarak görülmemelidir. Türkiye siyasetinin iç
çalkantıları tempoyu etkilemekte ama yönü değiştirmemektedir. İkinci nokta da
iktidar partisi kadroları ve siyasal İslamcılar tarafından dillendirilen
yeni-kalkınmacı ya da müdahaleci politika önerilerinin ancak ve ancak sermaye
girişlerine bağımlı ekonomi zemininde ve devletin finansallaşması sürecine tabi
bir şekilde gündeme gelebilmesidir. Bu nedenle iktidar çevrelerindeki “yeni”
Türkiye’nin ihtiyaçlarına uyumlu kalkınmacı öneriler (iktidarın faiz oranını
doğrudan düşürmesi, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının kaldırılması, kilit
sektörlere doğrudan devlet yatırımı ve/veya açıktan devlet desteği, fiyatlar ve
vergi oranlarıyla müdahaleci bir anlayış uyarınca oynamak vb.) görece daha
yüksek sesle dillendirilmelerine karşın henüz yaşama geçirilmemişlerdir (bkz.
Güngen ve Akçay, 2016) ve daha büyük alt üst oluşlar görülmeden yaşama
geçirilmeleri de pek olası değildir.
Türkiye’de ekonomik büyümenin sermaye
girişlerine olan bağımlılığı siyaset yapıcıların sürekli olarak yatırımcılara
hesap vermesi yükümlülüğünü doğurmaktadır. Bu nedenle örneğin Mehmet Şimşek 15
Temmuz darbe girişimi sonrasında 560 fon yöneticisiyle saatler süren bir toplantı
düzenlemek zorunda hissetmiştir ve bu tarz toplantılar düzenli bir hal almaya
başlamıştır.
Darbe girişimi sonrası:
küresel okyanusta kayıp bir balık
Bundan önceki iki boyut Türkiye’de
eleştirel siyasal iktisatçılar tarafından neoliberal dönem boyunca sıklıkla
dillendirildi. Üçüncü boyut bu ikisinin üzerine binen ne yapacağını bilememe
durumudur. Kifayetsiz muhteris sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu
bildiğimiz iktidar kadroları arasında piyasacılığın ötesinde düşünme yetisi içeriği
boş kalkınmacılık salvolarını aşarak gelişmemiştir. Uluslararası sistem içinde
Türkiye’nin değişen bir ittifaklar dizgesi içinde bölgesel güç olmasına ilişkin
iktidar partisinin hevesleri küresel çalkantılar karşısında kullanılabilecek
bir donanım ihdasına henüz yetmemektedir.
Mevcut arayışların “yeni” Türkiye
tanımlamasıyla daha yüksek sesle dillendirildiği bir ortam darbe girişiminin
siyasal İslam’a hayat öpücüğü vermesi ile ortaya çıktı. Son aylarda ekonomi
yönetimi alanında neoliberal yeni kurumsalcılıkla içeriği belirsiz yeni
kalkınmacılık arasında halihazırda mevcut gerilimde ikinci hat görünürde giderek
ağırlık kazanmaya başladı. Ancak bu, yatırım ortamının iyileştirilmesi adı
altında yeni teşvik programlarının tasarlanmasını engellemedi ya da bir süredir
bekletilen emek piyasasına ilişkin yeni düzenlemelerin tamamen rafa kaldırılması
anlamına gelmedi. Türkiye’de iç politika malzemesi olarak kullanılan hamasi
çıkışlara karşın yatırımcı demokrasisinin temel ayakları sağlamlaştırılmaya
devam etti ve ekonominin sermaye çıkışları karşısındaki kırılganlığı daha
görünür hale geldi.
Bu bağlamda küresel okyanusta sürekli
olarak ihtişamlı bir geçmişi arayan politika yapıcılar bu arayış sırasında
alınan yolla kayıp sıfatını daha da hak eden bir ekonomik ortama katkıda
bulundular. Darbe girişimi sonrasında alınan önlemler geçici ve parçalıydı ve
esas sorunlara (sermaye akımlarına bağımlılık ve yatırımcılara hesap verme
zorunluluğu içindeki piyasacılık) dokunmaktan uzaktı (bkz. Güngen, 2016). Uluslararası
gelişmelerin ağırlıkla etkide bulunduğu Lira’nın değer kaybını hızlandıracak
kofluktaydı.
Olayları ve önlemleri kısaca
hatırlatmak gerekirse:
- - Ağustos
ayında öncelikle konut kredisinde faiz oranlarının indirimi için kampanya
başlatıldı; şirketler yeni kampanyalar düzenlemeye başladı; ancak, OHAL
koşullarında bu çağrıya uyan bankaların sayısının artmasına karşın düşüş siyasi
iktidarın hedeflediği yıllık % 9-10 bandına gerileme anlamına gelmedi.
- - Eylül
2016’dan itibaren görülen sermaye çıkışları ve öncelikle FED’in faiz artışı
beklentisi Türkiye’yi derinden etkilemeye başladı.
- - 23
Eylül günü Moody’s Türkiye’nin notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına
çekti.
- - Hükümet
Eylül ayı sonunda tüketici kredilerinin yapılandırılması ve kredi kartı taksit
düzenlemeleriyle bireysel borçların ötelenmesinin önünü açtı. Bu önlemler
2010-13 yılları arasında kredi genişlemesi, artan cari açık ve cari açığın
ağırlıkla portfolyo yatırımları ile karşılanmasının yarattığı endişelerin karakterize
ettiği ortamdan ne kadar uzaklaşıldığının da simgesiydi.
- - Ekim
başında açıklanan Orta Vadeli Program (2017-19) 2017 yılı için büyüme oranı
artışı (% 4,4), enflasyon oranı düşüşü (% 6,5) cari açığın milli gelire
oranının artışının engellenmesini (% 4,2) öngördü, 2016 yılı içinde dar tanımlı
işsizliğin % 10,5’te tutulacağı tahminini ilan etti. Cari açık dışındaki hedef
ve tahminler sadece 1 ay içinde tamamen geçersiz/anlamsız hale geldi. 2016 yılı
3. Çeyrekte ekonomik daralma ihtimali bu dönemde açıktan konuşuluyordu.
- - Kasım
ayında ABD başkanlık seçimleri ve merkez kapitalist ülkelerdeki politika tepkisi
beklentileri geç kapitalistleşen ülkelerden sermaye çıkışlarını hızlandırdı.
Sonuç olarak, Kasım ayı içinde (Merkez Bankası’nın faiz artırımına karşın) Türk lirasının dolar karşısında devalüasyon oranı % 11,5’e ulaştı. 1 Aralık 2013’ten 1 Aralık 2016’ya kadar olan süre göz önünde bulundurulduğunda devalüasyon oranı % 43’ten fazlaydı. Bu rakam Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki büyük devalüasyonlarla karşılaştırılabilir olmasına karşın 3 yıllık bir süreye yayılmıştı.
Ekonomik kriz ihtimalinin güçlendiği
koşullarda hükümetin Ekonomik Koordinasyon Kurulu toplantısıyla aldığı
kararlar, 64. ve 65. Hükümetlerin genel ekonomi politikası anlayışının devamı
olmakla birlikte başlayan telaşı da simgelemekteydi. Özel sektörü teşvik (ihracat
kredilerinde kapsamlı teminat, özel sektörün prim ödemelerine erteleme,
KOBİ’lere 3 yıllık ve ilk 12 ayı ödemesiz kredi vb.) ve özel sektörün maliyet
ve risklerinin kısmen üstlenilmesinin (Kredi Garanti Fonu aracılığıyla kefalet
sağlanması) ötesinde bir anlam ifade etmeyen kararlar kamu harcamalarının sağlayabileceği
ekonomik etkinin görülmediğini (devletin nihai tüketim harcamaları % 23,8
artarken ekonomi aynı dönemde % 1,8 daralmıştı) ve buna çözüm getirebilecek bir
anlayışın politika yapıcılarda bulunmadığını gösteriyordu. Ayrıca üstü örtük
bir şekilde kamunun riskleri arttırılmaktaydı. Öte yandan kamunun, kamu
bankalarında kullanılan mevduatlarına getirilen % 7,5’luk faiz sınırı ile kamu
bankaların mevduat toplamada maliyetleri kısmen azaltılarak aradaki farkın yine
aynı bankaların kredi kampanyaları ile (aynen 2008-09’da yapıldığı üzere) belirli
sektörlere aktarılmasının önü açıldı.
Alternatif tartışması:
Nereden başlamalı?
Toparlamak için tekrar belirtilmesi
gereken nokta Türkiye’de ekonomik istikrarsızlığın temel nedeninin ekonomik
aktivitenin sermaye girişlerine bağımlı olarak canlanması ve çökmesi olduğudur.
Bu bağımlılık politika yapıcıların tercihleriyle yaratılmıştır ve politika
yapım sürecinin sürekli olarak geniş halk kesimlerini dışlayan, yatırımcıları
içeren bir formda sürmesi zorunluluğunu getirmektedir. Bu bağlamda 15 Temmuz
darbe girişimi sonrasında alınan palyatif önlemler ve ufuk darlığı Türkiye’den
sermaye çıkışlarıyla birleşerek ağır bir devalüasyona yol açmıştır. Verili
koşullar altında sorun siyasal iktidarın bizzat kendisidir. Ancak durum kimi
muhalif liberallerin ifade ettiği üzere iktidarın “yapısal reform”ları
gerçekleştiremeyişi ya da piyasayı rayından çıkartması değildir. Tam tersine sorun,
siyasal İslamcıların ve faşistlerin kapasite yetersizliğinden ziyade siyasal
iktidarın özel sektörün risklerini üstlenme tercihinde açık olduğu üzere kriz
ya da istikrarsızlığın maliyetlerinin emekçilere yüklenmesidir.
Bu anlatı Türkiye’de çok geniş
kesimlerin hak verebileceği bir anlatıdır ve sosyalistlerin hatta kimi sosyal
demokratların dillendirdiği bir kriz ve istikrarsızlık döngüsüne işaret etmektedir.
Ancak sorumlunun ve maliyeti ödetenin siyasal iktidar olduğunun tescili ve
geniş kitlelerce kabulü otomatik bir şekilde alternatiflerin
değerlendirilmesine, farklı politik seçeneklere teveccüh gösterilmesine yol
açmamaktadır. Alternatif ekonomi politikası tartışmasını derinleştirmek ve
somut öneriler üzerinde durmak gerekmektedir.
Uluslararası finansal kuruluşların
beklentisi, 2017’de Türkiye ekonomisinin düşük büyüme platosunda salınmaya
devam etmesidir. Ancak veriler ve FED’in muhtemel faiz artışını takiben
yaşanabilecekler Türkiye’de ekonomik krizin derinleşebileceğini göstermektedir.
Bu koşullar altında somut ve kamusal yönü ön planda bir ekonomik programa ve
talepler bütününe ihtiyaç bulunmaktadır. Planlamacı bir perspektifin kamucu bir
anlayışla içeriğinin doldurulması gerekmektedir. Stratejik sektörlerde, özel
zararların toplumsallaştırılmasına karşı kamusallaştırmanın savunulması
elzemdir. Burada devlet mülkiyeti savunusunun ötesine geçilmesinden,
çalışanların denetiminden ve ortak kararlaştırılan bir yarar doğrultusunda
faaliyet anlayışından söz edilmektedir. Bu nedenlerle bizzat iktidar tarafından
da uygulandığı üzere kamu bankalarının kriz koşullarında devreye girmesi ya da
bazı kamu kurum ve kuruluşlarının özel destek mekanizmaları tasarlamasının
kamusallaştırma anlayışıyla bir ilgisinin bulunmadığının altını çizmek
gerekmektedir.
Türkiye’de kapitalist rekabette geri
kalmamaları uğruna insanlık dışı koşullarda işçi çalıştıran, her türlü çamura
batmış, yolsuzluğu amentü bellemiş çok sayıda özel şirketin ayakta kalması için
kamu kaynaklarının kullanılması alışageldik bir uygulama haline gelmiştir. Bu
şirketlere kamu adına el konulmasının hem içinde yüzdüğümüz borç batağını
sonlandırmak hem de gündelik yaşamımızda deneyimlediğimiz çok sayıda absürdlüğün
ortadan kalkması için gerekli olduğunu bir ortak duyu unsuru haline getirmenin
yollarını bulmalıyız. Alternatif ekonomi politikası tartışmasının yeşereceği
zemin bu arayışta yatmaktadır.
Referanslar:
Akçay, Ü. ve Güngen,
A. R. (2016) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, 2. Baskı, Ankara: NotaBene
Boratav,
K. (2016) “Finans Dalgaları: Batı’da Türkiye’de”, BirGün Gazetesi, 19 Ağustos 2016
Güngen, A. R. (2016) “Ekonomik Çöküntü ve Hazırlık”, kriznotlari.blogspot.com.tr,
17 Kasım 2016
Güngen,
A. R. ve Akçay, Ü. (2016) “Türkiye’de Ekonomi Politikasında Arayışlar,
Çıkmazlar ve Alternatifler”, Tören, T. ve Kutun, M. (der.) Yeni Türkiye? Kapitalizm, Devlet ve Sınıflar, SAV: Istanbul, ss.
246-280
Not: Bu yazı Ayrıntı Dergi'nin Ocak-Şubat 2017 tarihli 19. sayısında yayımlanmıştır. Yazının teslim edildiği Aralık ayı ortasından sonraki bir ayda Türk lirası ABD doları karşısında % 6'dan fazla değer kaybına uğradı.