7 Mayıs 2012 Pazartesi

Fransız ve Yunan Seçimlerinden Sonra Krizin Gidişatı

Geçtiğimiz hafta sonu Fransa ve Yunanistan'da yapılan seçimler, bir anlamıyla Avrupa'da iki yıldır uygulanan krizden çıkış programının oylanması anlamına geliyordu. Sonuç açık: Programdan kimse hoşnut değil. Ancak yerine ne konacağı hala açık değil!


Seçim sonuçlarına geçmeden önce güncel krizle ilgili birkaç hatırlatma yapmakta fayda var. İlki, kriz ne "basiretsiz siyasetçiler" yüzünden, ne "tembel güneyliler" yüzünden ne de"aç gözlü şirketler" nedeniyle yaşandı. Tüm bunların ötesinde, krizin anlaşılması için bakılması gereken yer kapitalist toplumsal ilişki sisteminin bütünü ve bunun temeli olan sermaye birikim süreci. Soruna buradan bakınca, aslında kapitalist üretim tarzının, her aşamasında krizle karşılaşma riskini içinde barındırmakta olduğunu görebiliriz. Üretim araçlarının ve hammaddelerin teminindeki muhtemel gecikmeler ya da fiyat dalgalanmaları, işçi ücretleri, çalışanların muhtemel hak mücadeleleri, üretilen ürünlerin satılamaması riski, rekabet nedeniyle düşen kar oranları gibi birçok neden sıralayabiliriz.

Ancak sıraladığımız bu riskler teorik olmaktan çok aktüel bir gerçekliğe de işaret ediyor. Dolyısıyla bugünkü gelişmeleri anlayabilmek için krizin tarihselliğine dikkat etmemiz gerekiyor. Buna göre 1970'lerde kar oranlarının düşme eğilimi ile başlayan ve bunun sonrasında uygulanan neoliberal politikalar, sermayenin karşı saldırısı olarak gelişen köklü yeniden yapılandırma süreci şeklinde hayata geçti. Ancak burada devreye sokulan kredi ve borçlandırma stratejisi, sadece var olan kriz durumunun geleceğe ertelenmesi bağlamında "geleceğe kaçış" anlamına geliyordu. Dolayısıyla 1970'lere kadar uygulanan Keynesyen talep yönetimi politikaları, 1970'lerdeki kriz sonrasında Neoliberal borç yönetimi politikalarına dönüştü. Borç yönetimi ülkeler düzeyinde Neoliberal ajandanın uygulanabilmesi için en önemli sosyal disiplin aracı olurken, bireysel düzeyde, kişilerin borçlulukları, bir yandan belirli bir yaşam düzeyini sürdürebilmek için elzem hale gelirken, diğer yandan da bu yaşam düzeyi giderek onların boyunlarına takılmış birer urgan haline geldi. Dolayısıyla içinden geçmekte olduğumuz kriz, başımıza gelen bir doğal felaket olmanın ötesinde, kapitalist toplumsal ilişkilerin işleyişinin doğal bir parçası olarak karşımıza çıkmakta.

Bu kısa hatırlatmaları yaptıktan sonra, güncel krize baktığımızda, son iki yıldır uygulanan krizden çıkış programının "Alman Modeli" çerçevesinde şekillenen ve Avrupa'nın Neoliberal politikalar çerçevesinde yeniden yapılandırılmasını amaçlayan yönünün öne çıktığını görebiliriz. En basit ifade ile bu modelin temelinde, bir önceki dönemde verilen mücadeleleri sonucunda çalışanların kazandığı sosyal hakların törpülenmesi, bu alanların piyasa ilişkilerine açılması ve "uluslararası rekabetçilik" söylemi etrafında çalışanların yaşam düzeylerinin giderek daha da düşürülmesi yatıyor. Geçtiğimiz hafta sonu yapılan seçimlerde bu modelin Merkel ile birlikte liderliğine soyunan Sarkozy, seçim malubiyeti sonucunda oyundan çıkmak zorunda kaldı. Yine Yunanistan'da, kriz süresince iktidarda olan merkez partiler büyük güç kaybederek seçimden yenik olarak çıktılar.

Ancak şimdiki mesele, Neoliberal politikaları takip eden hükümetlerin düşmesi değil, yerine geleceklerin hangi politikaları uygulayacakları. Zira krizin başlangıcından beri yapılan seçimlerde iktidarını koruyabilen bir hükümet olmadı. Dolayısıyla şimdi gündemdeki soru daha farklı: Yeni iktidarların krizden çıkış için önerdikleri alternatifler, geniş toplum kesimlerinin sorunlarına çare olabilecek mi?
Özellikle Fransa özelinde düşünürsek, sosyalist Holande'ın başkanlık seçimlerini kazanması, Fransa için uzun yıllar sonra solcuların yeniden başkanlık kazanmaları açısından bir heyecan yaratmışa benziyor. Bu heyecanın kökeninde, Hollande'ın seçim sürecinde yaptığı, uygulanan Neoliberal politikaları eleştiren ve yerine alternatif olarak büyüme ve istihdam yaratacak bir programı koyacağını söyleyen açıklamalar yatıyordu. Zira seçim döneminde The Economist dergisinin kendisini bir "tehlike" olarak tanımlaması ve Almaya'nın başını çektiği "istirar" paktının değişeceği beklentisi bu heyecanın oluşmasında etkili oldu.

Ancak bu büyüme ve istihdam programının ne olduğuna baktığımızda aslında eski yemeklerin yeniden ısıtılarak karşımıza sürüldüğünü görebiliriz: Krizden çıkış için Keynesyen reçeteler. Zira Keynesyen cenahın önemli isimlerinden olan Stiglitz, seçimlerin hemen sonrasında, krizinden çıkış için yaratılacak enflasyonun önemli bir sorun olmayacağını, Krugman ise, talep sorununun çözülmeden krizden çıkışın pek mümkün olmadığını ilan ettiler. Ancak alternatif gibi görünün bu öneriler aslında sadece emek gücünün değersizleştirilmesinin bir başka yolu olduğu oranda, çalışanlar için gerekçi bir çözüm olmanın çok gerisinde kalıyor.