Geçtiğimiz yılın ortalarından itibaren yoğunlaşan ekonomik kriz Avrupa coğrafyasını terk etmiyor. Bir yandan yükselen bir "Alman modelinden" söz edilirken, diğer yandan da Yunanistan'ın iflasının ardından diğer "çevre" ülkeler iflas tehdidi ile sermaye lehine yeniden yapılandırmalara maruz kalıyor. Sonuç: Yeni bir Avrupa kuruluyor ve orada "emeğin" sözü yok!
Ekonomik kriz ve krizden çıkış için önerilen politikaların krizi nasıl derinleştirdiğine daha önce değinmiştik. Şimdi bu politikaların sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Yunanistan'daki iflasın ardından, Yunan halkının orta vadedeki geleceği, kendi yaratmadıkları borçları ödemekle geçecek. İngiltere'den sonra İrlanda da remi olarak resesyona dirmiş durumda. Bu iki ülkeden farklı olarak Portekiz ise, Yunanistan ile benzer bir şekilde iflasın eşiğinde duruyor. Ancak tüm bu gelişmeler yaşanırken, süreç, krizden çıkış için önerilen neoliberal politikalar tarafından şekillendiriliyor. Bunun anlamı ise, sermayenin krizi fırsata çevirip, süreci kendi öncelikleri doğrultusunda belirlemesi.
Bu noktada, kriz sürecinde dahi ekonomik büyümesini sürdüren ve istihdam kaybı yaşamayan Almanya, yeni bir "model" ülke olarak gösterilmeye başlandı. "Alman modeli" ile ilgili geniş bir tartışma, sonraki yazılarımızda olacak. Ancak ilk elden söylenebilecek olan, modelin bir "sermaye modeli" olduğu. Gerçekten de bu "başarı hikayesinin" gerisine bakıldığında, istihdam edilenlerin niteliğinde radikal bir değişim yaşandığı görülebilir. Daha önceden tam zamanlı, sigortalı, sendikalı olarak çalışan Alman "sosyal modeli", 2000'li yıllarla beraber giderek yarı-zamanlı çalışmanın dramatik bir şekilde arttığı bir modele doğru evriliyor. Bunun anlamı ise, Alman çalışanlar açısından hiç de olumlu değil. Sosyal hakları kısıtlanıyor, reel ücret, ekonomik büyümenin çok altında kalıyor ve geniş kitleler güvencesiz çalışma şartlarına mağruz kalarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla yeni Avrupa'nın yükselen modelinin gerisinde çalışanların üzerindeki kontrol mekanizmalarını daha güçlendirmiş olan Alman sermayesinin artan rekabet gücü yatmakta. Yani çalışanların düzenli ve güvenceli işlerden, yarı zamanlı ve esnek çalışma biçimlerine yönlendirilmesi, modelin gerisinde yatan en önemli neden. Dolayısıyla, Almanya önceki dönemde sosyal demokrasinin ve "Sosyal Avrupa'nın" modeli iken şimdi, "Neoliberal Avrupa'nın" simgesi durumunda.
Model rebaketçi Almanya olunca, diğer ülkelerin de krizden çıkış için bunu izlemeleri öneriliyor. Zira kamu borcu ya da ödemeler dengesi sorunu yaşayan ülkelerin, rekabet güçlerinin eksikliğinden dolayı dış açık verdikleri, bunun ise, "istikrar" tedbirleri sayesinde yeniden "normale" dönebileceği öğütleniyor. Bir anlamda sermaye, kriz sürecini, çalışanların haklarında kısıtlamalar yaparak lehine çevirme stratejisini sürdürüyor. Tıpkı 2001 ve 2008'de Türkiye'de olduğu gibi.
Sonuç olarak karşımızda, parçaları yavaş yavaş yerine konulan bir puzzle gibi beliren bir yeniden yapılandırma süreci var. Parçalar tamamlandırğında ise karşımızda artık Alman modeli çerçevesinde yeniden yapılandırılan yeni bir "Neoliberal Avrupa Birliği" olacak. İşin kötü tarafı, nasıl Alman modelinde, Alman çalışanların sözü yoksa, yeniden yapılandırılan her bir ülkede de o ülke çalışanlarının sözü olmayacak. Diğer taraftan tabii ki, tüm bunlar, sonuçları önceden belirlenmiş süreçler olarak yaşanmıyor. Topun ağzında olan Portekiz'de bir yılda üçüncü kez yaşanan genel grev ya da Alman kamu çalışanlarının grevlerine bakıldığında, süreci bir kez daha kendi haklarına sahip çıkanların mücadelesi belirleyecek.
Ekonomik kriz ve krizden çıkış için önerilen politikaların krizi nasıl derinleştirdiğine daha önce değinmiştik. Şimdi bu politikaların sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Yunanistan'daki iflasın ardından, Yunan halkının orta vadedeki geleceği, kendi yaratmadıkları borçları ödemekle geçecek. İngiltere'den sonra İrlanda da remi olarak resesyona dirmiş durumda. Bu iki ülkeden farklı olarak Portekiz ise, Yunanistan ile benzer bir şekilde iflasın eşiğinde duruyor. Ancak tüm bu gelişmeler yaşanırken, süreç, krizden çıkış için önerilen neoliberal politikalar tarafından şekillendiriliyor. Bunun anlamı ise, sermayenin krizi fırsata çevirip, süreci kendi öncelikleri doğrultusunda belirlemesi.
Bu noktada, kriz sürecinde dahi ekonomik büyümesini sürdüren ve istihdam kaybı yaşamayan Almanya, yeni bir "model" ülke olarak gösterilmeye başlandı. "Alman modeli" ile ilgili geniş bir tartışma, sonraki yazılarımızda olacak. Ancak ilk elden söylenebilecek olan, modelin bir "sermaye modeli" olduğu. Gerçekten de bu "başarı hikayesinin" gerisine bakıldığında, istihdam edilenlerin niteliğinde radikal bir değişim yaşandığı görülebilir. Daha önceden tam zamanlı, sigortalı, sendikalı olarak çalışan Alman "sosyal modeli", 2000'li yıllarla beraber giderek yarı-zamanlı çalışmanın dramatik bir şekilde arttığı bir modele doğru evriliyor. Bunun anlamı ise, Alman çalışanlar açısından hiç de olumlu değil. Sosyal hakları kısıtlanıyor, reel ücret, ekonomik büyümenin çok altında kalıyor ve geniş kitleler güvencesiz çalışma şartlarına mağruz kalarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla yeni Avrupa'nın yükselen modelinin gerisinde çalışanların üzerindeki kontrol mekanizmalarını daha güçlendirmiş olan Alman sermayesinin artan rekabet gücü yatmakta. Yani çalışanların düzenli ve güvenceli işlerden, yarı zamanlı ve esnek çalışma biçimlerine yönlendirilmesi, modelin gerisinde yatan en önemli neden. Dolayısıyla, Almanya önceki dönemde sosyal demokrasinin ve "Sosyal Avrupa'nın" modeli iken şimdi, "Neoliberal Avrupa'nın" simgesi durumunda.
Model rebaketçi Almanya olunca, diğer ülkelerin de krizden çıkış için bunu izlemeleri öneriliyor. Zira kamu borcu ya da ödemeler dengesi sorunu yaşayan ülkelerin, rekabet güçlerinin eksikliğinden dolayı dış açık verdikleri, bunun ise, "istikrar" tedbirleri sayesinde yeniden "normale" dönebileceği öğütleniyor. Bir anlamda sermaye, kriz sürecini, çalışanların haklarında kısıtlamalar yaparak lehine çevirme stratejisini sürdürüyor. Tıpkı 2001 ve 2008'de Türkiye'de olduğu gibi.
Sonuç olarak karşımızda, parçaları yavaş yavaş yerine konulan bir puzzle gibi beliren bir yeniden yapılandırma süreci var. Parçalar tamamlandırğında ise karşımızda artık Alman modeli çerçevesinde yeniden yapılandırılan yeni bir "Neoliberal Avrupa Birliği" olacak. İşin kötü tarafı, nasıl Alman modelinde, Alman çalışanların sözü yoksa, yeniden yapılandırılan her bir ülkede de o ülke çalışanlarının sözü olmayacak. Diğer taraftan tabii ki, tüm bunlar, sonuçları önceden belirlenmiş süreçler olarak yaşanmıyor. Topun ağzında olan Portekiz'de bir yılda üçüncü kez yaşanan genel grev ya da Alman kamu çalışanlarının grevlerine bakıldığında, süreci bir kez daha kendi haklarına sahip çıkanların mücadelesi belirleyecek.