18 Mart 2020 Çarşamba

Neye güven, neye kısmet

Politika yapıcıların ağızlarından komşu ülkeyle ya da enerji bağımlısı olunan başka bir ülkeyle resmen savaş ifadeleri dökülüyor. Bu arka planda, çeşitli kamuoyu yoklamalarının tarihinin en düşük destek seviyesine düştüğünü iddia ettikleri AKP’de bölünmeler gerçekleşirken ve Türkiye tarihinin en sert krizlerinden birisinin etkileri geride bırakılmamışken politika yapıcılar neye güveniyor sorusunun cevabının detaylandırılması gerekiyor.

Herkesin malumu olan kısım Türkiye’deki otoriterliğin muhalefeti bazı alanlarda söz söylemekten alıkoyması. Zaten, sermaye ile göbek bağı bulunanların alternatif bir model önermeleri zor olduğu için ekonomik tartışma kısır hal alıyor. Bazı eski AKP’lilerin muhalefet cenahına katılması sürecinde uluslararası yatırımcıların gözünde yakalanan pırıltı ile bizzat kendi sorunlarının sorumlularının muhalefette de yer alması nedeniyle birçok toplum kesiminin yaşadığı “o da aynı, bu da aynı” hissiyatının yarattığı bezginlik arasındaki tezat bundan daha güçlü olamazdı.

Elbette, sınıfsal bir gözlükle olaylara bakmaktan aciz muhalefetin her efelenmede Erdoğan yönetiminin arkasına dizilmek zorunda hissetmesi de eklenmeli. Daha milliyetçi olduklarını beyan etmezlerse muhalefet yapmadıkları düşüncesindeki şahsiyetler, Türkiye’nin sorunlarının ana kaynağı olarak resmettikleri yapının dış politika konusundaki kararlarını sorgulamaktan kaçınıyor.

Bunlar bilinenler. Fakat, birkaç ek daha yapılabilir.

DENGELENME SENARYOSU

Amerikan Merkez Bankası’nın parasal sıkılaşma dönemleri küresel Güney’e doğrudan etkide bulundu. Son 30 yılda bu dönemleri 1994, 1999-2000, 2004-06, 2015-18 olarak tarihlemek mümkün. Türkiye’de siyaset yapıcıların güvendiği bir husus son sıkılaşmanın sona ermiş görünmesi. 2001 sonrasındaki ve 2008-09 uluslararası finansal krizi sonrasındakine benzer bir dönemin Türkiye’ye tanıyacağı zaman sırasındaki dönüşümle, bir sonraki sıkılaşma evresinin, cari açık sorununu kontrol altına almış bir Türkiye ile karşılanmasının mümkün olduğunu iddia ediyorlar.

Sürekli açık veren ülkelerde ekonomik kriz dönemlerinde faaliyetin yavaşlaması sonucunda cari açığın azalması olağandır. Türkiye’de 2018’de başlayan kriz sırasında bu değişim dengelenme olarak pazarlandı. Siyaset yapıcıların düşündükleri senaryonun kısmen önceki krizlerde küresel Güney ülkelerinde yaşananlarla da ilgili olduğunu biliyoruz. Bu noktada Brezilya ile yapılacak bir karşılaştırma anlamlı olabilir.

21’inci yüzyılın başında meta fiyatlarındaki hızlı artış Brezilya’nın cari açık sorununu çözmüş göründü, ancak bu canlılık sona erdikten sonra Brezilya tekrar kronik cari açık veren bir ülke haline geldi. 2015-16 krizi sonrasında kontrol edilebilir seviyelere gelen açığın önümüzdeki dönemde bir sorun yaratması beklenmiyor. Bunun bir nedeni de dış ticaret dengesinde verilen fazla. Yine de ülke küresel Güney’in sermaye girişlerine bağımlılığı bakımından ayrı bir konumda durmuyor.

2015 başından 2016 sonuna kadar devam eden uzun kriz sonrasında gerçekleşen bu dönüşümün Brezilya’nın sınai yapısı ve ticari bağlantılarıyla ilgisi var. Resmi büyüme verileri üzerinden ülkenin krize girdiği ilk çeyrek ve takip eden aylardaki ihracat-ithalat değişimi, sanıyorum Türkiye’deki siyasi yapıcıların arzusuna dair bir gösterge veriyor. 2018 ikinci çeyreğinde krizi başlamış olan Türkiye’nin seyriyle karşılaştırdığımızda (yıllıklandırılmış ithalat ve ihracat verilerini kriz başlangıcı ve takibinde ele aldığımızda) Türkiye’de “dengelenme” dedikleri çöküşün izleğini görebiliyorsunuz.



Not: T ekonomik krizin başladığı çeyrek. Brezilya için 2015’in ilk çeyreği, Türkiye için 2018’in ikinci çeyreği. Kaynak: IMF Ödemeler Dengesi Tabloları (Yıllıklandırılmış veri, milyon ABD Doları)


KISIR DÖNGÜ

Ancak aynı zamanda sınırlılıkları da fark etmek mümkün. Ülke farklılıklarını hatırlatmakta fayda var: Brezilya’nın ticari açıklığı Türkiye’ye göre daha az. Bu nedenle ülke küresel büyüme yavaşlamasından Türkiye’ye nazaran daha farklı kanallarla etkileniyor, ancak en büyük pazarları olan ABD ve Çin’deki gelişmeler Türkiye’ye kıyasla çok daha hızla etki yaratabiliyorlar. Türkiye’de ise ara malı bağımlılığı azaltılmadan cari açığın sorun olmaktan çıkması mümkün değil. Hizmetler kesiminde bir değişiklik olmadan hızla ihracatın artması gerekli. Burada senaryonun işlemesi çokça etkenin bir arada işlemesine bağlı. Tam da bu amaçla bazı araştırmacıların yanlış bir şekilde “devlet kapitalizmi” işareti olarak değerlendirdikleri adımlar atılıyor. Örneğin süper teşvik uygulamalarıyla krizin fırsata çevrilmesi amaçlanıyor.

Fakat isteğin yerine gelmesi zor, çünkü bir kısır döngü içindeyiz. Türkiye’de holding, kamu kurumu, vakıf ayaklarına dayanan rejimin kaynak yaratma ve dağıtım kanalları kendisini zaman zaman sarsıcı bir şekilde ahtapot örgütlenme modeli ile açığa vuruyor. Kanallar tıkandığında bütçeden yapılacak aktarımlar ve riskin toplumsallaştırılması telafi mekanizmaları sunabiliyor. Türkiye’de bütçenin denetlenememesinin yanı sıra kurumsal kapasitenin felç olması da ekonomi yönetiminin çeşitli işlemlerinin sorunsuz devamını sağladığı için bu modelin parçalarına göre “ekonomi tıkırında”. Ancak tıkırındaki işler, olanın korunmasını, mevcut birikim modeline pek el uzatılmamasını imliyor. Şöyle ifade edeyim: Torunlar-Kızılay-Ensar skandalında ipuçları görülen ve iş dünyasını sarmalayan ağın sadece “muhafazakar” olarak adlandırılan sermaye grupları için mi işlediğini mi düşünüyorsunuz? Bu ağın Türkiye’nin üretim yapısını kısa ve orta vadede değiştirmesi mümkün mü?

HERKES BİRBİRİNİN SIRTINI KAŞIRSA

Biraz daha açıklayalım. O çok konuşulan süper teşvikler örneğin: 2019’da teşvik verilen bir polipropilen tesisini ele alalım. Bu yatırımda enerji tüketim harcamalarının yüzde 50’sini devlet karşılıyor. KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti ve yüzde 100 vergi indirim oranı tanınan yatırım için aynı zamanda 10 yıl boyunca sigorta primi desteği sunuluyor. Bu koşullarda değil bir dev şirket, orta ölçekli bir müteahhit dahi yatırıma kalkışabilir artık. Söz konusu destekler herkesin cebinden karşılanıyor. Peki, sabit yatırım tutarının hatırı sayılır bir kısmına erişecek destek miktarının kendisi bazı soruları gündeme getirmez mi? Böyle bir destekten faydalanacak sermayeden “vatan ve millet” adına ne gibi karşılıklar beklenecek? Bu karşılıkları veren sermayenin yatırımları ve faaliyeti nasıl denetlenecek?

Hatırlayanlar olacaktır, başka bir polipropilen hikayesi daha vardı: 2018’de açıklanan süper teşvik alan projelerden birisinin, Türkiye’nin cari açığını ileride 1,4 milyar dolar azaltacağı vurgulanan 5,2 milyar dolarlık yatırımın 2020 yılında faaliyete geçeceği duyurulmuştu. O tesisin akıbetini duyan var mı? Çevre felaketi yaratacak yatırımlara, bol bol kazıklanmaya dengelenme demek uygun mudur?

Soruların devamını getirmek mümkün. Kısacası, uluslararası finansal koşulların bir sonraki değişim evresine kadar, niyet edilen, beklenen, güvenilen dönüşümle kısmet olacak arasında çarpıcı farklılıklar beklemek uygun. Türkiye’deki rejimin işleyişi ve rant mekanizmaları böyle bir fark vaat ediyor. Bir yandan da herkesi, kredi öncülüğünde büyümeye geri çağırıyor. Mevcut siyasal rejim, aynı zamanda geniş bir ortaklar ve sessizler grubu yarattığı için durumun siyasallaştırılması ise ayrı bir maharet gereksiniyor.

not: bu yazı 7 Şubat 2020'de gazeteduvaR'da yayımlandı.