Çin'de önceki gün açıklanan PMI verileri (satın alma
yöneticileri endeksi), ekonomik büyümenin tempo kaybetmeye devam ettiğini
gösteriyor.
PMI verileri sadece 2015'teki yavaşlamayı göstermiyor, bu
yavaşlama aynı zamanda 2009 krizinden beri en düşük seviyeye ulaşıldığına işaret ediyor. Açıklanan bu veri üzerine ekonomik
yavaşlamanın gerçekleşeceği beklentisinin kuvvetlenmesiyle birlikte Çin'de
yüzde 3'e yakın borsa düşüşleri gerçekleşti. Bu düşüşü, Haziran ve Temmuz aylarındaki düşüşlerle ve Ağustos'taki devalüasyonla beraber değerlendirdiğimizde Çin'de
işlerin iyi gitmediği açık.
Kaynak: http://goo.gl/srYNc9 |
Küresel ekonomik krizin 2008'den itibaren seyrini düşündüğümüzde, krizin derinleşme aşamasına geçtiğini görüyoruz. Bu anlamda Çin
için 2008 krizi yeni başlıyor diyebiliriz. Ancak Çin’in dünya ekonomisi ile
yüksek entegrasyon düzeyi, Çin’deki sorunların hızla diğer ülkelere sirayet
edebileceğini gösteriyor. Gerçekten de Çin’deki tempo kaybı, bir yandan dünya
ticaretinin daralmasına, diğer yandan da emtia fiyatlarının düşmesine neden
oldu. Ayrıca, tempo kaybının önüne geçmek için yapılan devalüasyonlar, ABD ve
Avrupa’ya deflasyon dalgaları yollamaya devam edecek. Kısacası, yakın gelecekte
küresel düzeyde ekonomik kriz riskinin ortadan kalkacağına dair herhangi bir
kanıtımız yok.
Süreci takip edebilmeyi kolaylaştıracağı düşüncesiyle,
30.08.2015 tarihinde Birgün
Gazetesi'nde yer alan röportajı aşağıya ekliyorum.
Gelişmeleri izlemeye devam edeceğiz.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme yaşadığı günlerden
oldukça uzakta olduğunu belirten ekonomist Ümit Akçay’a göre Fed’in faiz artışı
sonucunda teknik olarak krize girme ihtimali oldukça yüksek. Türkiye’nin
ekonomideki yapısal sorunlarına bir de siyasi belirsizlikler, ABD’nin faiz
artırım beklentisi ve Çin’deyaşanan sarsıntı eklenince ekonomideki alarm
seslerini iyice duymaya başladık. ‘Dünya ekonomisi nereye gidiyor’, ‘dolar ne
olur, ‘ekonomik kriz çıkar mı’ gibi sorular halkın gündeminde uzun zamandır hiç
bu kadar yer tutmamıştı. Biz de bu sorulara yanıt aramak için New York
Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Araştırmaları Enstitüsü’nden ekonomist Dr.
Ümit Akçay ile konuştuk.
Bir süredir Çin'de yaşananlar, yeni bir küresel krizin
habercisi mi yoksa 2008 krizi ile bağlantıları var mı?
Geçtiğimiz haftalarda Çin merkezli yayılan yeni dalgasını
2008’de başlayan küresel ekonomik kriz konjonktürünün içinde değerlendirmek
gerektiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl Ali Rıza Güngen ile yazdığımız
“Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” adlı
kitapta 2008 sonrası süreci kabaca üç dalga halinde incelemiştik. Bunlardan
ilki ABD merkezli gelişen ve konut piyasasındaki sorunların tetiklemesiyle
patlak veren, ardından hızla finansal mimarinin çöküşüne neden olan ve genel
bir ekonomik krize dönüşen aşamaydı. İkincisi, krizin Avrupa’ya sirayet
etmesiyle başladı. Avrupa’da kriz, AB’nin kurumsal ve sınıfsal yapısına göre
şekil aldı ve bu yapı sayesinde Alman sermaye çevreleri krizi Güney Avrupa
ülkelerini “ıslah etmek” için kullanıldı. Bu süreç halen sürüyor.
Kitapta
küresel krizde son aşamanın “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki ülkeleri vuracağını
öngörmüştük. Geçtiğimiz yıldan itibaren bu sürecin içindeyiz. Bu sürecin en
önemli özelliği, küresel ekonomik krizin dünya ölçeğine yayılma sürecini
tamamlayarak derinleşme aşamasına geçmesiydi. Derinleşme ile de başta Çin olmak
üzere, dünya genelindeki önemli üretim üslerinde ekonomik büyümenin tempo
kaybetmesini ve genel olarak durgunluğun yaygınlaşmasını kast ediyoruz. Şimdi
bu sürecin içindeyiz.
Çin borsadaki sert düşüşler tüm dünya piyasalarını sarstı.
Neden piyasalar Çin'den bu kadar etkilendi?
İki neden var. İlki, Çin’in dünya ekonomisinin önemli bir
üretim üssü olması ve buradaki büyüme temposunun yavaşlamasının emtiya
fiyatlarından tutun, dünya ticaretine kadar pek çok alanda etkilerinin
olmasıdır. Bunun nedeni Çin’in dünya ticaretindeki payının çok büyük olmasıdır.
Örneğin, dünyadaki petrolün yüzde 14’ünü, soya fasülyesiin yüzde 57’sini, bakır
cevherinin yüzde 31’ini ve demir cevherinin yüzde 57’sini Çin tek başına ithal
ediyor. Böyle bir üretim üssündeki yavaşlamanın sadece kendisini etkilemesi söz
konusu değil. Büyümenin yavaşlamasından bahsederken de hatırlatalım, büyümenin
yüzde 7’nin altına düşme riskinden bahsediyoruz. Bu pek çok ülke için çok
yüksek bir oran ancak Çin için böyle bir durum en son 1990’da görülmüştü. Buna
ek olarak Çin yönetimi, yüzde 8’in altındaki herhangi bir büyümeyi rejim için
tehdit olarak algılıyor.
İkinci neden de, Çin’in küresel finansal mimarinin önemli
bir parçası olması. Bunun anlamı, küresel düzeyde finansal bütünleşme düzeyinin
artmış olmasıdır. Bu entegrasyon düzeyi, işlerin iyi gittiği zamanlarda sermaye
hareketlerinin rahatça sürmesini sağlıyor. Ancak işler kötüleştiğinde, sistemin
herhangi bir yerinde ortaya çıkan bir sorunu, çıktığı yere hapsetmek giderek
zorlaşıyor. Bu finansal mimaride Çin’in ABD ile ilişkisi öne çıkıyor. Bunun
nedeni Çin’in muazzam dış fazlasını yeniden götürüp ABD hazine kağıtlarına
yatırıyor olması. Bu açıdan Çin’deki herhangi bir ekonomik sarsıntı, 1990’lı
yıllar boyunca AB merkezli olarak oluşan yeni finansal mimaride önemli sarsıntılar
yarratabilme potansiyeli taşıyor.
ABD Merkez Bankası Fed'in Eylül ayında faiz artırmasını
beklerken Çin, para birimi yuanı devalüe etti. Ne anlama geliyor? ABD'de nasıl
yankılandı? Fed'in faiz artırım kararını etkiler mi?
Çin’deki devalüasyon, bir bakıma önceki soruyu yanıtlarken
kısaca özetlediğim küresel krizin derinleşmesine verilen bir yanıt niteliğinde
gerçekleşti. Ekonomik büyümesi büyük ölçüde ihracat çekişli olan Çin
ekonomisinde bu kanalın hasar görmesi, devalüasyon yaparak ihraç mallarını
ucuzlatma ve böylelikle büyümeye destek olma sürecini gündeme getirdi. Bu
hamlenin ABD açısından iki anlamı vardı.
İlki, ucuzlayan Çin malları, bunların
önemli bir tüketicisi olan ABD için enflasyon artışını frenleyebilecek bir etken
olarak devreye girdi. Ki olası faiz artışının temel gerekçesi, enflasyonun
gelecekte artacağı beklentisi idi. İkincisi de, olası bir faiz artışı sonucunda
doların diğer paralar karşısında değer kazanması ile ABD’nin Çin’e karşı olan
dış ticaret açığının daha da artacak olması. Bu nedenlere bir de içinden
geçmekte olduğumuz küresel krizin derinleşmesi konjonktürünü de eklediğimizde,
yakın gelecekte ABD’de bir faiz artırımı yapılması olasılığının giderek
azaldığını düşünüyorum.
ABD'nin faiz artışına gitme sürecinde en kırılgan ülkelerin
başında Türkiye geliyor. Türk Lirası bu süreçte Brezilya Reali'nin ardından en
fazla değer yitiren ikinci para birimi oldu. Türkiye ekonomisindeki şokları
sadece siyasi-jeopolitik belirsizlik ile dış etkenlere mi bağlamak gerek?
Bu faktörler önemli. Ancak daha önemlisi ekonomik yapının bu
faktörlerdeki değişikliklere aşırı duyarlı şekilde kurulmuş olması. Bunun
anlamı, 2000’lerin ilk yarısındaki büyüme hikayesinin büyük oranda ABD merkezli
kredi genişlemesi ile beslenmiş olmasıdır. Tersi durumda da, yani küresel fon
akışlarının yön değiştirmesi durumunda da ekonomik büyümenin yavaşlaması
gündeme gelir. Dolayısıyla, küresel piyasalara entegrasyonu yüksek olan bir
ülke olan Türkiye için dış gelişmelerden etkilenmemek söz konusu değil.
Siyasi
ve jeopolitik risk ise belirsizlikten kaynaklanıyor. Yoksa yabancı sermayenin
ülkenin gidişatının demokrasiden saptığını düşünüp, bu nedenle yatırımları
durdurması gibi bir durum yok. Zira sermaye ülkelerin rejimlerine değil, karına
bakar. Ancak karlılık koşullarında belirsizlik olduğunda farklı alternatiflere
yönelmesi doğal. Şu anda Türkiye’deki siyasi kilitlenme ve yeniden alevlenen
savaş koşulları bu belirsizliği artıran önemli unsurlar.
TCMB'nin sürece dönük attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğru adımlar atıyor mu?
TCMB’nin yapabileklerinin sınırlı olduğu ve gereğinden fazla
önem atfedildiğini düşünüyorum. Bunun bir nedeni, merkez bankası
bağımsızlığının siyasetçiler için oldukça işlevsel olması. Örneğin işler
yolunda gittiğinde, bağımsız merkez bankası tarafından yürütülen para
politikasının olumlu sonuçları hükümete yazar. Ancak işler kötü gittiğinde,
merkez bankasının bağımsız olduğu hatırlanır ve siyaset kurumu sorumluluğu
üzerinden atmak için bankayı işaret eder. Bunun yanında 30 milyar doların
altına inmiş olan bir net rezerv seviyesiyle, küresel bir dalga sonucunda artan
kura müdahale etmenin sonuç alabilecek bir seçenek olmadığını düşünüyorum.
Banka’nın elindeki diğer seçenek olan faiz artışının da farklı sonuçları var.
Faizler arttığında, borçlanma maliyetleri de artacağından bunun ekonomik
büyümeye olumsuz etki yapmasından çekiniyor. Dolayısıyla para politikasında bir
kilitlenme durumuna geliyoruz. Zaten bu tip dönemlerde maliye politikasının
devreye girmesi daha etkin sonuçlar verebilir.
Son olarak TCMB’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı para
politikasının “normalleştirilmesi” yol haritasının oldukça talihsiz olduğunu
düşünüyorum. Teknik açıdan faiz korioru sistemi yerine koridorun politika faizi
etrafında simetrikleştirilerek daraltılmasının “sadeleştirme” açısından
faydaları olabilir. Ancak dünya ekonomisi yangın yeriyken ortodoks para
politikalarına dönüş ne gerçekçi ne de mümkün diye düşünüyorum.
Türkiye'ye şu anda 'ekonomik krizde' demek doğru mu? Fed'in
olası faiz artışına gitmesi Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecek?
Bu kriz tanımını nasıl yaptığınıza göre değişir. Genel geçer
resesyon tanımı, iki dönem üstüste ekonomik daralmanın yaşanmasını anlatır. Bu
çerçeveden bakarsak henüz bu noktada olmadığımızı söyleyebiliriz. Ancak her ne
kadar kısa vadede gerçekleşme ihtimali oldukça düşse de, Fed’in faiz artışı
sonucunda teknik olarak da krize girme ihtimalimiz yükselecektir.
Eğer gerçekleşirse, faiz artışı sadece Türkiye’de değil,
benzer ülkelerde de önemli kırılmalara neden olabilir. Bunu açmak için
2000’lerde yaşadığımız süreci yeniden hatırlamalıyız. 2000’ler boyunca ABD
kökenli yaşanan kredi genişlemesi sayesinde, aralarında Türkiye’nin de olduğu
bir dizi ülke, oldukça sert bir neoliberal program uygulamalarına karşın bu
programın yaratması muhtemel olan hoşnutsuzlukları, kredi genişlemesi sayesinde
törpüleyebildi. Bu anlamıyla finansın gündelik hayata sızması, reel
gelirlerinin artmadığı bir ortamda insanların yaşam masraflarını
karşılayabilmek için giderek daha fazla borçlanmaları ile sağlandı. Bunu mümkün
kılan ise ABD merkezli kredi genişlemesiydi. Bu sürecin tersne dönmesi,
2000’ler boyunca oldukça yükselmiş hanehalkı borçluluğunun sürdürülmesinde
ciddi sorunların çıkmasına neden olabilir. Dolayısıyla, kredi genişlemesi
döneminin sonlanması, neoliberal programın yarattığı toplumsal sorunları daha
görünür kılacaktır. Bunun hükümetler açsından anlamı, iktidarların farklı
toplumsal kesimlerle geniş koalisyonlar kurma kapasitesinin giderek daralması
olacaktır. Nitekim, Türkiye’de 2012 itibariyle yaşanan bu ekonomik sürecin
siyasi yansımalarını 2013’ten itibaren gözlemliyoruz. Sonuçta olası
bir faiz artışı, bizim gibi ülkelerde önceden hesaplanmayan
sonuçların doğmasına vesile olabilir.
Ancak bu orta vadeli değişimlerin yanında, doğrudan etkisi
TL’nin değersizleşmesi ve borçlanma maliyetlerinin artması olacaktır. Bu
durumda ekonomi, bir yandan enflasyon artışı basıncına maruz kalacak, diğer
yandan da bunu önlemek ve Fed ile eşgüdümlü bir şekilde hareket etmek için
yapılacak olan faiz artışı ekonomik büyümenin daha da yavaşlamasına neden
olacaktır. Dolayısıyla durgunluk içinde enflasyon anlamına gelen stagflasyon
durumu yaşanabilir. Türkiye açısından kamu bütçesi, bu eğilime karşı bir eğilim
olarak kullanılabilir ancak bunun da uzun vadeli bir çözüm olmayacağı aşikar.
Kısacası, Fed faizleri artırsa da artırmasa da, kısa vadede mevcut ekonomik
yapı ve bu yapı nedeniyle ekonominin sermaye akımlarından etkilenme seviyesi
değişmediği sürece Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme temposunu yakalaması
mümkün görünmüyor. Faiz artışının ertelenmesi olumlu bir etki yapmayacaktır
ancak artış yapılması mevcut durumu daha da kötüleştirebilir.