İki haftasını dolduran Gezi direnişi üzerine pek çok yorum ve analiz yapılacak. Nilüfer Göle'nin başını çektiği depolitizasyon harekatını bir kenara koyduğumuzda, başbakanın şahsi üslubu, iktidarın değişen yapısı ya da isyanın sınıfsal niteliği üzerine yapılan tartışmalar devam edecek. Ancak burada, hareketin bastırılması için aktive edilen "faiz lobisi" argümanı üzerinden, direnişin ekonomi-politiği ve hükümetin muhtemel adımları üzerine kısa bir değerlendirme yapacağız.
Başbakan'ın açıklamalarına göre iki haftadır Gezi parkı için pek çok ilde yapılan gösterilerdeki direnişçiler ile kim olduğunu bilmediğimiz ancak "dışarıda" olduğu Başbakan tarafından tespit edilen "güçler" arasında bir ittifak var ve direnişçiler (tabii ki "dışarısının" yönlendirmesiyle) bir anda sokaklara döküldüler. Başbakan'a göre bu lobi ve bunu oluşturan yerli ve yabancı sermaye çevreleri, hükümeti yıpratmak için bu harekete giriştiler ve ortaya çıkan istikrarsızlık durumundan da fayda sağlıyorlar. Dolayısıyla buradan devam edersek, insanlar günlerdir yüksek faiz için direniyor, gaz yiyorlar, yaralanıyorlar gibi bir yere varabiliriz. O yüzden buradan gitmemek gerek.
Başbakan'ın içi pek de dolu olmayan bu argümanını bir kenara koyarsak sermaye için önemli olanın, hükümetlerin siyasi istikrarı korumaları olduğunu belirterek tartışmayı sürdürebiliriz. Bu çerçevede istikar, muhtemel anti-kapitalist hareketlerin önlemek ya da çalışanların ekonomik ve sosyal hak kazanımlarının önüne geçmek ve sermaye için elverişli bir karlılık ortamı hazırlamak olarak görülebilir. Bu durumda hem sermaye için uygun "yatırım iklimi" gerçekleşmiş olur, hem de borç çevriminde bir sorunla karşılaşılmayacağı varsayılır. Bu çerçevede eğer siyasi istikrar bozulduysa, ülkenin borçlarını vaktinde ve tam olarak ödeyememesi ya da var olan yatırımların aksaması ihtimalleri ortaya çıkacağından, bu ülkeye verilen borçlarda, siyasi risk de eklenir ve faizler giderek yükselir. Örneğin ABD'deki FED'in sıfır faiz önerirken Türkiye'de Merkez Bankası'nın yüzde 5'ler düzeyinde önerdiği reel faiz getirisine karşı yatırımcının hala ABD'yi tercih etmesinin nedeni, ABD hükümetlerine ve devletine duyduğu sarsılmaz güvenden ileri gelmektedir. Dolayısıyla yerli ya da yabancı sermaye açısından önemli olan siyasi iktidarların istikrarı sağlayabilme kapasitesidir. Bir başka ifadeyle, mümkün olan en az itirazla bir "yatırım iklimini" hangi iktidar kurabiliyorsa sermaye onun tarafında saf tutar.
Hükümetin Muhtemel Seçenekleri
İki haftayı geçen Gezi direnişi nedeniyle yerli ve yabancı yatırımcılarda yani sermaye çevrelerinde hükümetin bu krizi iyi yönetemediği izlenimi giderek güçlenmiştir. İMKB'deki yüksek oranlı kayıplar, Merkez Bankası ve diğer kamu kuruluşlarının müdahalelerine rağmen doların ve avronun yükselişine devam etmesi ve yabancı sermaye çıkışları, direnişin yarattığı istikrarsızlığı ve hükümetin bununla başa çıkma biçiminin yarattığı belirsizliği ifade eder niteliktedir.
Başbakan'ın içi pek de dolu olmayan bu argümanını bir kenara koyarsak sermaye için önemli olanın, hükümetlerin siyasi istikrarı korumaları olduğunu belirterek tartışmayı sürdürebiliriz. Bu çerçevede istikar, muhtemel anti-kapitalist hareketlerin önlemek ya da çalışanların ekonomik ve sosyal hak kazanımlarının önüne geçmek ve sermaye için elverişli bir karlılık ortamı hazırlamak olarak görülebilir. Bu durumda hem sermaye için uygun "yatırım iklimi" gerçekleşmiş olur, hem de borç çevriminde bir sorunla karşılaşılmayacağı varsayılır. Bu çerçevede eğer siyasi istikrar bozulduysa, ülkenin borçlarını vaktinde ve tam olarak ödeyememesi ya da var olan yatırımların aksaması ihtimalleri ortaya çıkacağından, bu ülkeye verilen borçlarda, siyasi risk de eklenir ve faizler giderek yükselir. Örneğin ABD'deki FED'in sıfır faiz önerirken Türkiye'de Merkez Bankası'nın yüzde 5'ler düzeyinde önerdiği reel faiz getirisine karşı yatırımcının hala ABD'yi tercih etmesinin nedeni, ABD hükümetlerine ve devletine duyduğu sarsılmaz güvenden ileri gelmektedir. Dolayısıyla yerli ya da yabancı sermaye açısından önemli olan siyasi iktidarların istikrarı sağlayabilme kapasitesidir. Bir başka ifadeyle, mümkün olan en az itirazla bir "yatırım iklimini" hangi iktidar kurabiliyorsa sermaye onun tarafında saf tutar.
Hükümetin Muhtemel Seçenekleri
İki haftayı geçen Gezi direnişi nedeniyle yerli ve yabancı yatırımcılarda yani sermaye çevrelerinde hükümetin bu krizi iyi yönetemediği izlenimi giderek güçlenmiştir. İMKB'deki yüksek oranlı kayıplar, Merkez Bankası ve diğer kamu kuruluşlarının müdahalelerine rağmen doların ve avronun yükselişine devam etmesi ve yabancı sermaye çıkışları, direnişin yarattığı istikrarsızlığı ve hükümetin bununla başa çıkma biçiminin yarattığı belirsizliği ifade eder niteliktedir.
Bu durumun bir adım ötesinde gelişebilecek muhtemel bir kriz senaryosunda, Türkiye'deki yüksek faizden yararlanmak için gelen kısa vadeli yatırımlara dayanan sıcak paranın ani çıkışı ile beraber yaşanması muhtemel olan kur şoku ve ardından da başta bankacılık sistemi olmak üzere ekonominin geri kalanına etki etmesi beklenebilir. Kısa vadeli gelen sıcak paranın dışında, özel sektörün borçlarını çevirmesi için gerekli olan yabancı sermaye ihtiyacını karşılamak da zorlaşabilir. Örneğin bu yıl için özel sektör 221 milyar dolarlık borçlanmaya gitmesi gerekiyor, karşılaştırma için belirtelim, bu meblağ krizde boğuşan Yunan ekonomisinin büyüklüğüne eşit. Bu durumda hükümetin önünde piyasaları sakinleştirebilmek, yerli ve yabancı yatırımcıya güven verecek istikrar ortamını ve müesses nizamı yeniden tesis edebilmek için atacağı muhtemel adımlarla ilgili iki varsayımdan hareket edebiliriz.
Bunlardan ilki direnişi şiddet kullanarak ezmek. Bu seçeneğin, sonunda istikrarı sağladığı ölçüde, sermaye için daha az tercih edilebilir bir yol olduğunu varsaymamayı gerektirecek bir neden yok. Zira, yatırımcı, demokrasiden ziyade istikrara bakar. Dolayısıyla herhangi bir demokratikleşme sürecinin farklı sermaye kesimleri ile kurulacak ittifak ile geleceğini düşünmek en hafif ifadeyle naiflik olur. O nedenle, herhangi bir sermaye grubu ile hükümet arasındaki gerilimde, bu sermaye grubunun demokrasiden taraf olduğu, bunun karşısındaki hükümetin de otoriter olduğu gibi bir çıkarımında bulunmak kolaycılık olur. Ancak hükümet direnişi her ne pahasına olursa olsun bastırmayı seçerse bunun riski, kısa sürede bunu gerçekleştirememe ihtimalidir. Bu durumda sermaye çevreleri istikrarı sağlayacak başka siyasi aktörler aramaya başlayabilirler.
İkinci yol, direnişçilerin taleplerini kabul etmek ya da en azından gerilimi azaltarak ve tonu düşürerek var olan kriz ortamının çözülmesine çabalamak. Bu seçenek yerli ve yabancı yatırımcı açısından kısa vadede istikrarı sağladığı ölçüde olumlu karşılanacaktır. Ancak uzun vadede sermaye için bu seçenek çok da tercih edilen ve gerçekleşmesi için özel olarak çaba harcanacak olan bir yol değildir. Zira direniş sayesinde elde edilecek bir kazanım, benzeri direnişler için örnek olarak görüleceğinden, bu yolun açılmış olması, "yatırım iklimi" açısından parçalı bulutlu bir ortam yaratabilir. Fatih Özatay'ın belirttiği gibi "olayların yatışması, Türkiye ekonomisini izleyenlerce ne ölçüde sürdürülebilir bir sakinlik olarak yorumlanacaktır? Bu direniş başlamadan önce böyle bir direnişin olabileceğini düşünen var mıydı? Yoktu. Oysa şimdi ortada bir örnek var. Olabiliyor ve olmasına yol açan nedenler var demek ki. Nedenler ortadan kalkmadıkça her an yeni bir direniş olma olasılığının gündemde asılı kalması anlamına gelir bu durum". Dolayısıyla uluslararası ya da yerli yatırımcı, sokaktaki direnişçinin dostu değildir, zira sermaye açısından demokrasi talepleri kolayca istikrarsızlık yaratan hareketler olarak algılanabilir.
Bunlardan ilki direnişi şiddet kullanarak ezmek. Bu seçeneğin, sonunda istikrarı sağladığı ölçüde, sermaye için daha az tercih edilebilir bir yol olduğunu varsaymamayı gerektirecek bir neden yok. Zira, yatırımcı, demokrasiden ziyade istikrara bakar. Dolayısıyla herhangi bir demokratikleşme sürecinin farklı sermaye kesimleri ile kurulacak ittifak ile geleceğini düşünmek en hafif ifadeyle naiflik olur. O nedenle, herhangi bir sermaye grubu ile hükümet arasındaki gerilimde, bu sermaye grubunun demokrasiden taraf olduğu, bunun karşısındaki hükümetin de otoriter olduğu gibi bir çıkarımında bulunmak kolaycılık olur. Ancak hükümet direnişi her ne pahasına olursa olsun bastırmayı seçerse bunun riski, kısa sürede bunu gerçekleştirememe ihtimalidir. Bu durumda sermaye çevreleri istikrarı sağlayacak başka siyasi aktörler aramaya başlayabilirler.
İkinci yol, direnişçilerin taleplerini kabul etmek ya da en azından gerilimi azaltarak ve tonu düşürerek var olan kriz ortamının çözülmesine çabalamak. Bu seçenek yerli ve yabancı yatırımcı açısından kısa vadede istikrarı sağladığı ölçüde olumlu karşılanacaktır. Ancak uzun vadede sermaye için bu seçenek çok da tercih edilen ve gerçekleşmesi için özel olarak çaba harcanacak olan bir yol değildir. Zira direniş sayesinde elde edilecek bir kazanım, benzeri direnişler için örnek olarak görüleceğinden, bu yolun açılmış olması, "yatırım iklimi" açısından parçalı bulutlu bir ortam yaratabilir. Fatih Özatay'ın belirttiği gibi "olayların yatışması, Türkiye ekonomisini izleyenlerce ne ölçüde sürdürülebilir bir sakinlik olarak yorumlanacaktır? Bu direniş başlamadan önce böyle bir direnişin olabileceğini düşünen var mıydı? Yoktu. Oysa şimdi ortada bir örnek var. Olabiliyor ve olmasına yol açan nedenler var demek ki. Nedenler ortadan kalkmadıkça her an yeni bir direniş olma olasılığının gündemde asılı kalması anlamına gelir bu durum". Dolayısıyla uluslararası ya da yerli yatırımcı, sokaktaki direnişçinin dostu değildir, zira sermaye açısından demokrasi talepleri kolayca istikrarsızlık yaratan hareketler olarak algılanabilir.
Ayrıca bu seçeneğin hükümet açısından siyasi riskleri olacağı öngörülebilir. Zira siyasi tansiyon bizzat Başbakan tarafından bu denli yükseltilmişken buradan kendi kitlesini bir şekilde tatmin etmeyecek bir şekilde geri adım atmanın "evde zor tutulan yüzde elli" için bir hayal kırıklığı yaratacağı açık.
Adalet, Kalkınma, Demokrasi ve Kapitalizm
Adalet, Kalkınma, Demokrasi ve Kapitalizm
Yukarıda ortaya koyduğumuz hükümetin iki seçeneğini direnişçiler açısından değerlendirdiğimizde, ilk seçeneğin hayata geçmesinin çok zor olduğu söyleyebiliriz. Zira hükümet geçtiğimiz iki hafta boyunca uyguladığı şiddetin oranını artırarak direnişi bastırmaya çalışmış ancak her seferinde daha kitlesel bir tepki ile karşılaşmıştır. Dolayısıyla direnişin kitleselliğine bakıldığında hükümetin böyle bir hareketi kolayca bastırabilmesi pek mümkün görünmüyor. İkinci olarak direnişin süresi uzadıkça ekonomik maliyetleri artmakta, bu ise hükümetin bu maliyetleri azaltmak için direnişçilerin taleplerini bir ölçüde de olsa karşılaması için zorlayıcı bir unsuru oluşturmakta. Hükümetin ikinci yolu takip etmesi, yani direnişçilerin taleplerini kabul etmesi ise kuşkusuz Türkiye'deki demokrasi mücadelesi açısından ciddi bir kazanım olacak.
Sonuç olarak bu Gezi direnişi, 11 yıldır süren AKP iktidarında gelen ekonomik büyümenin demokrasinin gelişimini beraberinde getireceğine dayanan liberal tezin iflas ettiğini gösterdi.
Bu anlamıyla süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Gezi direnişi Türkiye
bağlanında Neoliberal muhafazakarlığın sınırlarını işaretlemiş oldu.