2 Kasım 2017 Perşembe

“Son Dönemeç” Öncesi Gidişat: Geleceğe Kaçış Planı

Express yazılarıma bir süredir ara vermek zorunda kaldım. 2017’nin başına en son #Express149’a yazdığım yazının başlığı “Sagflasyonist Sıkışma” idi. O günden bu güne yaşanan sıkışma ertelendi ancak aşılamadı. 2019’daki “son dönemeç” öncesi tüm dikkatler ekonominin büyük bir sorun çıkarmasını önleyecek şekilde yönetilmesine yoğunlaştırılmış durumda. Bu yazıda, 2007-2008 krizinin başlangıcının 10. yılını arka fona alıp, dünya ekonomisindeki ve siyasetindeki temel değişimlerden yola çıkarak Türkiye’deki ekonomi-politik gidişatın güncel başlıkları üzerinde durdum. 


Küresel Kriz 10 Yaşında

Geçtiğimiz 10 yılda dünyada ve Türkiye’de kritik gelişmeler yaşandı. 10 yıl önce dünya ekonomisini ve siyasal gündemini şimdiki ile karşılaştırdığımızda şu dramatik farklılıklar hemen göze çarpıyor. 2007’de küresel krizin ilk ipuçları 1990’ların sonu itibariyle ABD merkezli olarak oluşan yeni finansal mimaride ciddi çatlakların olduğu görülmüştü. Ancak bu çatlakların küçük sıvalarla kapatılabileceği düşünüyordu. Piyasa ekonomisine ve finansal piyasaların etkinliğine olan güven tamdı. 10 yıl sonra bugün, anaakım iktisatçıların elinde politika yapıcılara önerebilecek standart bir reçete kalmadı. Yani anaakım iktisatçılar 10 yıldır bilinmeyen sularda yüzüyor ve varılan yerin topografyası halen çıkarılabilmiş değil. 

Ekonomi

Geçtiğimiz 10 yılda krize karşı uygulanan ekonomi politikası temel olarak para politikası kanalı ile şekillendi. Merkez bankaları tarihte eşi görülmemiş büyüklüklere varan müdahalelerle küresel ekonominin çöküşünü erteleyebildi. Bu operasyon ile aynı zamanda sermaye birikiminin dönemsel dalgalanmalarına da müdahale edilmiş oldu. Özellikle ABD’de siyaseten maliyetinin çok büyük olması nedeniyle iş çevriminin dip noktasına varmasına izin verilmeden yapılan müdahale, firma kurtarmaları ile sonuçlanınca, bir süredir kronik bir sorun olan emek üretkenliğindeki azalma trendi kriz sonrasında daha da hızlanarak sürdü. Yani, normalde batması gereken, ancak para politikası kullanılarak kurtarılan ancak esasında yaşayan ölüler haline gelen zombi firmaların nasıl tasfiye edileceği konusu, günümüzün en önemli sorunlarından biri haline geldi. 

Para politikası kanalı ile yapılan firma kurtarma operasyonları bu firmaların bilançosunda bulunan batık kağıtların merkez bankası tarafından sağlanan güvenilir kağıtlarla değiştirilmesi yoluyla gerçekleştiğinden, bu eşi benzeri görülmemiş büyüklükteki kurtarma operasyonu dünya genelinde ve bu operasyonun yoğun olarak yapıldığı ülkelerde gelir dağılımı adaletini daha da bozdu. Batık kağıtları elinde bulunduran batık firma sahipleri ve hissedarları daha da zenginleşirken, toplumun geri kalanı, ılımlı ekonomik toparlanmadan beklediği payı alamadı. ABD’de 10 yıl sonra ekonominin neredeyse tam istihdam düzeyine gelmesine rağmen halen enflasyon artışın hedeflenen yüzde 2 seviyesine gelememesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin daha da bozulmasının bir sonucu olarak görülebilir. 

Beklenen enflasyon artışının gelmemesinin nedenlerinden bir diğeri de, yaratılan istihdamın genellikle düşük ücretli ve güvencesiz işlerle gerçekleştirilmesiydi. Buna, 2007-2008 krizi ile emek piyasasının dışına atılanları, yani istihdama katılım oranının düşmesini de eklersek, gelinen noktada görülen toparlanmanın güven vermekten uzak olduğunu görebiliriz. Zaten ABD merkez bankası FED’in gerek faiz artışında gerekse bilanço daraltma operasyonunda bu kadar temkinli ve yavaş davranmasının en önemli nedeni bu güvensizlik. FED’in en önemli korkusu, tıpkı 1937’de 1929 krizinin etkilerinin ortadan kalktığı tespiti üzerine faiz artışına gidilmesi sonrasında yeni bir ekonomik çöküşün yaşanması gibi, günümüzdeki kuvvetli parasal sıkıştırmanın benzer bir yeni çöküşü tetikleme olasılığı. 



Ancak günümüzdeki sorunlar 1930’ların dünyasından daha karmaşık. Zira bütünleşmiş küresel piyasa üzerine kurulan yeni finansal mimaride, merkez ülkede alınan kararlar, diğer ülkeleri çok daha hızlı ve şiddetli bir şekilde etkiliyor. ABD’deki ılımlı toparlanmaya olan güvensizlik, küresel fonların ABD dışı piyasalara, özellikle de Çin’e ve yükselen piyasalar olarak kodlanan ülkelere yönelmesine neden oluyor. Bu ise, aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkelerdeki ekonomik çöküşü sürekli erteliyor. Kasım 2016’da D. Trump’ın başkanlığı ile bu gidişatın değişebileceği beklentisi ile yaşanan küresel dalgalanma, Trump’ın kısa vadede ekonomik büyümenin iki katına çıkarılması gibi ekonomik vaatlerinden hemen hemen hiçbirini yerine getirememesi sonucunda, şimdilik duruldu. 

Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın miktarsal genişlemeye bu yıl içinde son vereceği ve yine bu yıl içinde ABD’de FED’in bilanço daraltmaya başlayabileceği beklentileri mevcut olsa da, yeni bir çöküşün yaşanabileceği korkusu karar alıcıları bu hamleleri yaparken çok temkinli olmaya zorluyor. Merkez ülkelerdeki bu temkinlilik ise, Türkiye gibi ülkelere gelen fon akışının sürmesini sağlıyor. Meselenin daha ilginç yanı, gerek ABD’de, gerekse AB’de 2007-2008’de finansal krizi tetikleyen mekanizmanın halen yerli yerinde duruyor olması. Kısacası, küresel krizin 10’uncu yılında ekonomi yönetimleri krizin aşıldığı ve yeni ekonomi politikalarının formüle edildiği bir ortamda değiller. 

Siyaset

Geçtiğimiz 10 yılda dünya siyasetin gündemi ise, ekonomidekinden farklı olarak değişti. 10 yıl önce erken kapitalistleşmiş ülkelerde liberal merkez siyasetler hakim konumda idi. Ekonomi yönetimi neoliberal teknokrasilere emanet halde, deyim yerindeyse “otomatik pilotta” ilerliyordu. 10 yıl sonra ise, liberal merkez siyasetlerin sadece erken kapitalistleşmiş ülkelerde değil dünya genelinde itibar kaybetmesi ile karşı karşıyayız. 2007’den farklı olarak 2017’de siyasal gündem yükselen sağ popülizm. 

Bilindiği gibi 2007-2008 küresel krizi sonrasında, krizden çıkış için uygulanan ekonomi politikalarının ana doğrultusu kriz öncesiyle aynıydı. Politika yapıcıların “daha fazla neoliberalizm” şeklinde özetlenebilecek olan bu yolu tercih etmelerinin en önemli nedeni, onları başka türlü bir tercih yapmaya zorlayacak koşulların oluşmamış olması idi. Krizden sonra ABD’deki işgal hareketleri (Occupy Wall Street) büyük ses getirmişti. Avrupa’da kemer sıkma tedbirlerine karşı sendikalar sokaklara çıktı. Ancak bunlar siyasi gidişatı etkileyecek güçte değildi. Sonuçta karşımıza krizin maliyetlerini üstlenmek zorunda kalan; ancak daha kötüsü, yakın gelecekte de herhangi bir değişim umudu olmayan öfkeli milyonlar çıktı. 

Genellikle, sistemin ekonomik ve siyasal olarak kendini yeniden üretmesinde yaşanan aşikar tıkanıklar olduğunda, alternatiflerin gündeme getirmesi açsından sola daha geniş bir alan açıldığı düşünülür. Ancak geçtiğimiz 10 yıl, bu yaygın kanının her zaman için geçerli olmayabileceğini gösterdi. Bunda bir yanıyla Batı’da sosyal demokrat partilerin liberal merkezin bir parçası haline gelmeleri ve seçmene bir merkez sağ partiden farklı bir ekonomik vaatte bulunamamaları etkili oldu. Bu durum en bariz şekilde 2016 başkanlık seçimlerinde yeniden gündeme geldi. Trump gibi bir sağ popülistin karşısına çıkan Clinton, sağduyunun sesi olarak kitlelere seslendi. Ancak 10 yıldır krizin külfetini taşıyan geniş kalabalıklar için sağduyunun sesi, sırtlarındaki yükün daha da artması ya da en azından azalmaması anlamına geliyordu. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri şu: Başkanlık yarışında Trump’ın kazanmasındaki kritik faktör Cumhuriyetçilerin aldığı oy oranının artması değil Demokratların oy oranının azalmasıydı. 



Sosyal demokrasi geniş yığınların gözünde merkez siyaset ile özdeşleştiği oranda bir seçenek olmaktan çıktığında siyasi arena sağ ve sol popülizme kalmaktadır. Sol popülizmin parlak örneklerinden biri, B. Sanders’in yürüttüğü seçim kampanyası oldu. Demokratların başkan adayı olamasa da hiç beklenmeyen bir çıkış yakalayan Sanders, bu tip bir projenin hayata geçebileceğini göstermiş oldu. Seçim sonrasında herkesin aklında kalan şu oldu: Trump’ın karşısına Clinton yerine Sanders çıksaydı sonuç farklı olabilir miydi? ABD’deki bu deneyim, Atlantik’in diğer yanında da geç olmadan yankılandı. C. Corbyn, Büyük Britanya’da İşçi Partisi liderliğine seçilmesi sonrasındaki ilk ciddi sınavını başarıyla verdi. Yapılan bu yıl yapılan erken seçimlerde İşçi Partisi tarihsel olarak aldığı en yüksek oy oranlarından birine ulaştı ve hükümet kurmak için gerekli çoğunluğu elde edemese de, karşı tarafından tek başına iktidar olmasını engelleyebildi.

Bu deneyimler arasında en dramatik olanı kuşkusuz Yunanistan’da Syriza’nın yaşadığı oldu. Avrupa’da kemer sıkma tedbirlerine karşı yükselen sol dalganın en önemli merkezlerinden biri Yunanistan idi ve ekonomik iflas, Yunanistan’daki merkez siyasetin, Türkiye’deki 2001 krizi sonrasında olduğu gibi çökmesiyle sonuçlandı. Borçların ödenmeyeceği ve kemer sıkma tedbirlerinin kabul edilmeyeceği vaatleriyle iktidar olan Syriza Ocak-Temmuz 2015 arasında adım adım eridi. Temmuz’daki referandumda, Troyka’nın her türlü tehdidi ve baskısına rağmen Syriza’ya destek oyu çıkmasına rağmen Syriza liderliği para birliğinden çıkmaya cesaret edemediği için, tarihin en sert kemer sıkma paketlerinden birinin altına imza atmak zorunda kaldı. Syriza deneyimi hareketin kendisinden kaynaklanan sorunların yanında, herhangi bir sol alternatifin ortaya çıkması durumunda nelerin yaşanabileceğini göstermesi açsından da öğreticiydi. Küresel finans kapitalin taarruzu, bankacılık sisteminin kilitlenmesi ve gündelik hayatın felç edilmesi karşısında başı sonu belli, net ve inandırıcı bir sol programın ve bunu uygulayacak siyasi iradenin yokluğunda, koşullar hızla eskiye, hatta eskinin daha kötüsüne döndü. 



Bu anlamda Yunanistan’daki Ocak-Temmuz 2015 dönemi, herhangi bir ülkede bir radikal sol seçenek iktidara geldiğinde nelerle karşılaşılabileceğinin bir özeti idi. Bu deneyim aynı zamanda Avrupa Birliği’nin mevcut kurumsal yapısının sola kapalı olduğunu da tescil etmiş oldu. Bir başka ifadeyle, para birliğinde kalarak kemer sıkma politikalarına karşı çıkmanın imkansızlığını anlatan “Syriza paradoksu”, Avrupa’da gelişebilecek herhangi bir sol hareketin önünde, aşılması gereken en büyük sorunlardan biri olarak duruyor.

Kısacası, 10 yıl sonra siyaseti değişmiş durumda. Solun bir alternatif olarak ortada olmadığı siyaset sahnesi sağ popülizmler tarafından şekillendiriliyor. Bu açıdan ilginç bir dönemin içinden geçiyoruz. 1970’lerin sonunda beri, krizden çıkış için bir formül olarak geliştirilen neoliberaral politikalar 2008 krizinde duvara tosladı. Ancak neoliberal politikalar özünde emeğin gücünü kırmak üzere geliştirildiğinden, gerek erken gerekse geç kapitalistleşmiş ülkelerde emeğin örgütlenme kapasitesini daraltacak ekonomik, idari ve fiziksel tedbirler bütünü olarak hayata geçti. Geldiğimiz noktada, emekçilerin örgütlenme kapasitelerindeki daralma nedeniyle sol seçenek bir türlü anlamlı bir çıkış yapamıyor. Bu ortamda farklı ülkelerde otoriterleşen yönetimler, birbirini besleyerek ilerliyor.

Türkiye

Dünya ekonomisine ve siyasetine 10 yıllık bir ayraç ile bakmak, günümüzde nasıl bir sürecin içinden geçmekte olduğumuzu daha iyi anlayabilmemizi kolaylaştırabilir. Bu 10 yıllık dönemde ekonomik alanda bir esaslı bir değişim yaşanmaması (krizin etkilerinin sürmesi), siyasi alanda önemli değişimler yaşanmasına (liberal merkez siyasetin çökmesine) neden olmuştur. Yukarıdaki kısımda bunu kısaca özetlemeye çalıştım. Böyle bir dünya ahvalinden Türkiye’ye baktığımızda, Türkiye’deki siyasetin ve ekonominin ana hatlarıyla dünya ile uyumlu gittiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de de ekonomi politikaların ana doğrultusu halen neoliberalizmdir, siyaseten de dünya ile uyumlu bir şekilde otoriterleşme eğilimleri hızlanmaktadır. 

Bu genel anlatıyı biraz daha somutlaştırmak için, 2017 başında #Express149’daki “stagflasyonist sıkışma” tespitinden devam edebiliriz. Türkiye ekonomisi, kendi kategorisindeki ülkeler gibi, (ilk şoku saymazsak) küresel krizin etkilerini, 2013 Mayıs’ında, FED başkanının faizleri artıracakları açıklamasından sonra hissetmeye başladı. Bunun nedeni, Türkiye ekonomisinin ekonomik büyümesi sürdürebilmek için sermaye girişlerine bağımlı olan ekonomik yapısıdır. Sermaye girişlerinde yavaşlama ve net çıkış dönemleri krizlerle, girişlerin bollaşması ise güçlü büyüme dönemleriyle eşleşmektedir. Türkiye ekonomisi bağlamında 2013 sonrasında oluşan bu “eğik düzlem”, ekonomik yavaşlama anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse, Gezi İsyanı, AKP ile Cemaat arsındaki kavganın alevlenmesi, 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimi, 7 Haziran’da AKP’nin 13 yıl sonra ilk defa tek başına iktidar olamaması ve nihayetinde 16 Nisan referandumu ile gerçekleşen rejim değişimi, 2013 sonrasında oluşan bu “eğik düzlemde” yani, ekonomik büyümenin yavaşladığı ortamda gerçekleşmiştir.

Geleceğe Kaçış

2016’daki başarısız darbe girişiminin yarattığı şok, 2013’ten itibaren süren yavaşlama sürecinin 2016’nın üçüncü çeyreğinde ekonomik daralma ile sonuçlanmasına neden oldu. Bu daralma, 2008 krizinden beri ilk defa yaşandı. 16 Nisan referandumu öncesine gelen bu daralma, hükümeti geniş kapsamlı bir dizi önlem almaya itti. “Geleceğe kaçış” planı olarak adlandırdığım bu önlemler paketinin üç ayağı vardı: (i) kamu garantileri marifetiyle özel zararın sosyalleştirilmesi ve fiilen iflas etmiş firmaların kurtarılması; (ii) sıra dışı para politikası araçları kullanılarak TL’deki dalgalanmanın azaltmaya çalışılması, (iii) kredi genişlemesinin büyük bir hızda artırılması.

Bunlardan ilki, büyük ölçüde Kredi Garanti Fonu (KGF) aracılığıyla gerçekleştirildi. Başbakan Yıldırım, yakınlarda verdiği bir mülakatta durumu net bir şekilde özetledi: “Eğer, 250 milyarlık kredi hacmini oluşturmasaydık bugün 30 bin tane sanayici, iş adamı göçmüştü. Bankalar zora girmişti. Ekonomi maalesef zora girecekti”.[2] Yıldırım’ın bu sözlerinden de anlaşıldığı gibi, normalde bankalardan borç alamayacak durumda olan, yani fiilen batmış 30 bin firma, KGF ile sağlanan garantiler sayesinde bankalardan borçlanabildi. Ancak alınan bu borçların ödemesi geldiğinde bu firmaların ne kadarının borçlarını geri ödeyebileceğini bilemiyoruz. 

İkincisi, para politikası araçları arasında olağanüstü günler için ayrılmış olan Geç Likidite Penceresi (GLP) fonlama faizinin, ana politika faizi olarak işletilmesidir. Bunun anlamı şu: Kağıt üzerinde Türkiye’nin politika faizi (1 haftalık repo) 8 olarak kalmayı sürdürüyor, uluslararası karşılaştırmalarda bu faiz oranı kullanılıyor. Ancak fiili olarak politika faizi Ağırlıklı Ortalama Fonlama Faizi (AOFF) haline geliyor. AOFF’nin gelişimine baktığımızda ise, 31.10.2016’da 7.79 olan faizin, 09.08.2017’de 11.98 düzeyine gelerek 4.19 puan arttığını görüyoruz. Büyük kısmı, TL’nin hızla değersizleştiği Ocak 2017’de gerçekleşen bu faiz artışı, TL’nin dalgalanmasını bir ölçüde de olsa azaltmaya yaramıştır. 

Son olarak üçüncü adım, kredi genişlemesinin muazzam bir şekilde artırılmasıdır. Buna göre Kasım 2016’da yüzde 7’lere düşen kredi artış hızı, Haziran 2017’ye gelindiğinde yüzde 22’ye çıkmıştır.[3] Durma noktasına gelen büyümeyi yeniden hızlandımak için gerekli olan talep canlanmasını kişilerin gelirlerini artırmak yerine kredi genişlemesiyle gerçekleştirmek, erken kapitalistleşmiş ülkelerde finansallaşma sürecinin önemli bir özelliği idi. Görüldüğü gibi bu canlandırma operasyonunda da talep gelir artışı yerine borçlandırma yoluyla desteklenmiştir. Canlanmanın borçlandırma ile gerçekleştirilmesi aynı zamanda onun yumuşak karnını oluşturmaktadır. 

Toparlamak gerekirse, iki gelişme sayesinde Türkiye ekonomisinin 2016 sonu ve 2017 başında yaşadığı stagflasyonist sıkışma ertelenebildi. Bunlardan ilki yukarıda sıraladığım, hükümet tarafından hayata geçirilen önlemler bütünüydü. İkincisi ise, sermaye hareketlerinin yeniden Türkiye gibi ülkelere akmaya başlamasıdır. Yukarıda kısaca değindiğim gibi, Trump’ın başkanlığı sonrasında ekonomik vaatlerini gerçekleştirebileceği beklentisi ile dolarda güçlenme trrendi başlamış ve uluslararası fonlar ABD’ye dönmeye başlamıştı. Doların değerlenmesi ve faiz artışının eşzamanlı olarak gerçekleşme ihtimali, stagflasyonist sıkışma senaryosunun gerçekleşmesini sağlayabilirdi. Bu süreç Türkiye’de TL’nin değersizleşmesi, faiz artışı, ekonomik daralma, işsizliğin artışı gibi bir dizi ekonomik gelişmenin tetiklenmesine neden oldu. Ekonomik büyümenin iki katına çıkarılması, güçlü bir altyapı yatırım programı, maliye politikasının devreye sokulması gibi alt başlıkları olan Trumponomics’in vaatlerinin bir kısmını dahi yerine getirmesi durumunda enflasyonun artış eğilimine gireceği, bu durumda da FED’in faiz artışında daha cesur davranabileceği varsayımları, nasıl fonların ABD’ye akmasını sağladıysa, bu vaatlerin kısa vadede gerçekleşmeyeceğinin belli olması da uluslararası fonların yeniden yükselen piyasalara dönmesine neden oldu. Böylelikle aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen piyasa ekonomileri açsından bir süre daha canlı sermaye girişleri sürdü.

2019 Planı

Geleceğe kaçış planı, biraz da şansın yardımıyla şimdiye kadar yolunda gitti. Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2019 seçimleri öncesinde ekonominin gidişatını şansa bırakmak niyetinde değil. 16 Nisan referandumundan hemen sonra ekonomide kısa vadede yapılacakların açıklanacağı bir plan çalışmasının yapıldığını bu yöndeki açıklamalardan biliyoruz. Plan henüz ayrıntılarıyla ilan edilmedi ancak muhtevasına dair bazı başlıklar kamuoyuna yansıdı. 

Anlaşılan yapılan hazırlık, eğer erkene çekilmezse 2019 yapılacak olan üçlü seçim sürecine (Cumhurbaşkanlığı, genel ve yerel seçimler) kadar ekonomi başlığı altında büyük bir sorun çıkmamasını sağlamaya ve olabildiğince bazı alanlarda vatandaşların gündelik hayatlarını kolaylaştıracak önlemleri almaya yönelik. Buna göre “yatırımlar, 2019’da yapılacak seçimlere kadar ‘öncelikle vatandaşlara değen’ olarak ayıklanacak”. “… acil olmayan kamu yatırımlarının durdurulması, eldeki kaynakların reel sektörün canlandırılması, küçük ve orta ölçekli yatırımcıyı ve vatandaşı rahatlatacak tercihlere yönelmesi” gündemde.[4]

Son söz olarak şunu hatırlatayım: 2019’daki üçlü seçim öncesinde ekonomi iki tarafa da yuvarlanabilecek bir darboğazdan geçecek. Ekonomi yönetimi, bütçe olanaklarını sonuna kadar kullanmak, OHAL’in sağladığı olanakları yatırımcıları cezbetmek için kullanmak, kamu olanaklarıyla kredi piyasasını desteklemek gibi tüm yolları deneyerek, bu darboğazdan krize yuvarlanmadan geçmeye yönelik önlemler alacak. Tabii ki bu önlemlerin tümü uygulansa dahi, dünya konjonktürünün tersine dönmesi durumunda yeterli olmayabilir. Ancak muhalefetin kendi siyasi pozisyonunu kurarken ekonomik krizden medet ummayı ya da “ülkeye yatırım çekmek istiyorsanız demokrasi standartlarını yükseltin” yönlü naif çağları bırakarak, bu “son dönemeç” öncesinde kendi özgücünü nasıl seferber edeceğine odaklanması gerek.[1]




[1] Bu yazı Express Dergisi’nin 155. Sayısı’nda yer aldı. Referans vermek için: Ümit Akçay (2017) “Geleceğe Kaçış Planı”, Express Dergisi, Sayı 155: 26-29.