8 Nisan 2015 Çarşamba

AKP, TÜSİAD ve Küresel Kriz: Yeni Bir Kalkınmacı İttifaka Doğru (mu?)

Türkiye, (biz kez daha!) önemli bir dönemeçten geçiyor. Önümüzde sadece bir genel seçim değil, siyasal rejim ve hatta birikim rejimi alanlarında köklü değişimlerin yaşanabileceği bir süreç duruyor. Büyük oranda yazılı düşünme (ve hatta spakülasyon) niteliğinde olan bu yazıda, mevcut şartlarda her ne kadar zor görünse de, büyük sermaye ile AKP’nin yeni bir “kalkınmacı ittifak” etrafında biraraya gelmek zorunda kalabilecekleri görüşünü tartışmaya açacağım. 

Bu görüşü savunurken dört tespitten hareket ediyorum: 
(i) 2000’lerde yükselen neoliberal popülizmlerin maddi temeli ABD merkezli kredi genişlemesi ile sağlanmıştı, 
(ii) 2015 sonrasında bu genişlemenin sonlarına geliyor olabiliriz, 
(iii) Bu durumda neoliberal popülizmlerin “popülizm” tarafını sürdürmenin maddi zemini ortadan kalkabilir, 
(iv) Neoliberal popülizmler için iki seçenek belirginleşiyor: popülizm tarafı törpülenmiş bir neoliberalizm ya da yeni bir kalkınmacı ittifak. 

Rejim Tartışmaları 

Ahmet Bekmen, 26 Mart 2015’te Başlangıç Dergi’de yer alan yazısına şöyle başlamıştı

““Yukarısı” yeniden kaynamaya başladı. Yeni rejimin hangi esaslar üzerine bina edileceği ile ilgili savaş yeniden alevlendi. AKP içerisinde taraflar beklenmedik ölçüde bir sertlikle karşılıklı hamlelerde bulunuyorlar. Bu elbette çok boyutlu bir savaş. Sermaye fraksiyonları arasında olduğu gibi, politik fraksiyonlar ve partiler arasında da süregidiyor. Türkiye’nin egemenleri arasında ciddi bir meydan muharebesi sürüyor. Üstelik bu meydan muharebesi sadece sertlikler üzerinden de seyretmiyor, arada pazarlıklar da oluyor. Tüm kartlar masada artık”. 
Bu özet, mevcut zemini özetlemesi bakımından bu yazı için de iyi bir başlangıç niteliğinde. Görebildiğim kadarıyla “yukarı”daki mücadelede denklem kabaca şöyle kurulmuş durumda: AKP: (Türk tipi) başkanlığı; CHP: mevcut parlamenter sistemi, HDP: yerelleşmeye desteklenecek parlamenter sistemi savunuyor. TÜSİAD’ın son açıklaması ise net: “TÜSİAD'ın başkanlık veya parlamenter sistem konusunda bir tercihi yok”. 

Arka Plan: Küresel Krizi Derinleşiyor 

ABD 2000’li yıllara, 2000’deki resesyondan çıkış için FED’in faiz indirimi ile desteklenen genişlemeci ekonomi politikalarıyla başlamıştı. 1990’larda giderek belirginleşen yeni finansal mimari sayesinde kredi genişlemesi, sadece ABD ekonomisini değil, dünya ekonomisini de etkiliyordu. “Yükselen Piyasalar” (YP) olarak kodlanan ülkeler, ABD merkezli genişlemeci politikalardan cömertçe yararlandı. 

YP’lerin hemen tamamında neoliberal program uygulanıyordu ancak kredi genişlemesi, neoliberal politikaların yarattığı tahribata pansuman yapabilecek “popülist” önlemlerin alınabilmesini mümkün kıldı. Dolayısıyla ABD merkezli kredi genişlemesi, 2000’li yıllardaki neoliberal popülizmlerin maddi temelini oluşturuyordu. 

2008 krizi patlak verdiğinde, başta ABD olmak üzere diğer merkez ülkelerin eş zamanlı olarak uyguladıkları kurtarma ve canlandırma paketleri, kredi genişlemesinin kesintiye uğramadan sürmesini sağladı. Bunun neoliberal popülizmler açısından anlamı, mevcut rejimin sarsıntıya uğramadan sürdürülebilmesiydi. Türkiye’de zamanın hükümeti bunu “krizin teğet geçmesi” olarak adlandırmıştı. 

2010 ve 2011’de YP ekonomilerindeki rekor büyüme oranları, küresel krizin kalıcı etkilerinin olmayacağı ve bu ülkelerin merkezdeki krizden ayrışrışacakları (decoupling) beklentilerini artırmıştı. Ancak 2012 sonrasında bu ümitler suya düştü ve ekonomik büyüme tempo kaybederek azalmaya başladı. 

Bu tabloda 2015 içinde gerçekleşmesi beklenen FED’in faiz artışı, 2000’ler boyunca gelişen neoliberal popülizmlerin maddi temellerini sarsacak nitelikte olabilir. Dahası, sözkonusu faiz artışı, 1970’lerin sonları ve 1980’lerin başlarındaki faiz artışını andırır bir şekilde, Küresel Güney’deki (birikim) rejim(i) değişikliklerini tetikleyici bir unsur olabilir. Bu anlamda küresel krizin geride kalması şöyle dursun, “derinleşme” aşamasına geçerek sürdüğünü ve bu yeni aşamanın esas muhattabının YP’ler olduğunu belirtmeliyiz. 



Türkiye için 2000’lerdeki Büyüme Modeli Sonlanıyor 

2000’lerde Türkiye ekonomisindeki gelişmelerin, yukarıda kısaca aktardığım tablodaki genel eğilimlere uygun bir şekilde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Yükselen dalgayı iyi gören AKP, kalkınmacı hatta yer yer üçüncü dünyacı olarak nitelendirilebilecek olan Milli Görüş ceketini çıkarak, 2000’ler boyunca dünya genelinde süren kredi genişlemesi sürecine dahil olabilecek nitelikte bir ekonomi politikası izledi. 

Bu programın ana hatlarının zaten Kemal Derviş ile çizilmiş olması nedeniyle, 2000’lerdeki kredi genişlemesi dalgasını yakalaması zor olmadı. Bu dalga sayesinde bir yandan neoliberal program harfiyen uygulanırken, diğer yandan da bir tür “sosyal politika” uygulayarak bu programın yaratabileceği hoşnutsuzlukları törpülemeyi becerdi. 

Bu çizgi, ekonomik büyüme temposunun düşmeye başladığı 2012’ye kadar ana hatlarıyla devam etti. Ancak büyümenin yavaşlıyor olması, neoliberal popülizmin neoliberal tarafının daha görünür hale gelmesine neden oldu. Bunun anlamı; 
(i) büyüme etrafında kurulan ittifakların çatırdaması ve
(ii) büyüme sayesinde hoşnutsuz kesimlerin tepkilerinin törpülenmesinin artık daha zorlaşması idi. 
2012’den sonra Gezi Ayaklanması, 17 Aralık ve sonrasındaki operasyonlar ve son dönemde gördüğümüz AKP için gerişimlerin açığa çıkması bu zeminde gerçekleşti.  

Model Arayışları ve Yeni Bir Kalkınmacı İttifakın Zemini 

Yazının başında Bekmen’den yaptığımız alıntıya dönersek, “tüm kartlar masada artık”. Son dönemde gerek Erdoğan’ın ekonomi danışmanları heyetinin, gerekse Eczacıbaşı’nın ve ardından TÜSİAD’ın ard arda gelen açıklamalarını birarada düşündüğümüzde, “masada olan kartlar” arasında, “yeni bir kalkınmacı iktifakın” da olabileceği ihtimali belirginleşiyor. Bu ihtimal, tarafların birbirine olan düşkünlüğünden değil, küresel krizin derinleşmesinin getirdiği bir zorunluluk olarak masaya geliyor olabilir. 

Zira, 2000’lerde kredi genişlemesine zemininde yükselen neoliberal popülizmlerin önünde iki seçenek şekilleniyor: 
(i) popülizm tarafı giderek eriyen, “çıplak” bir neoliberal modelin yükselişi,
(ii) yeni bir kalkınmacı ittifakın yükselişi. 
Her ikisi de siyaseten daha otoriter bir zeminin kurulması halinde mümkün olabilir. İlkinin uygulanması, Avrupa örneğinde gördüğümüz gibi kolaylıkla hükümet değişikliklerini beraberinde getirebiliyor. İkincisi ise neoliberal mottonun temel nosyonlarının revize edildiği, bir tür sanayi politikası etrafında şekillenen, iç pazara olduğu kadar ihracatta rekabetçiliği artıracak önlemlerin alındığı kalkınmacı bir seçenek. Esasında bu seçenek kalkınma planlarında da yer alıyor. En son Eczacıbaşı bu modeli şöyle özetlemişti: 
“Eği­tim Re­for­mu ve İş pi­ya­sa­sı re­for­mu­nun aci­li­ye­ti var. Onun dı­şın­da ih­ra­ca­tı des­tek­le­yen, re­ka­bet­çi­li­ği teş­vik eden ye­ni bir bü­yü­me mo­de­li ol­ma­lı ama re­ka­bet­çi­lik sa­de­ce kur­la ol­maz. Za­ten bu­nun sa­de­ce kur­la ol­ma­dı­ğı­nı bu dö­nem­de gör­dük. Ta­le­bi olan, kat­ma de­ğer­li mal­lar üret­mek için üre­tim ya­pı­sı de­ğiş­me­li. Ma­li­yet­le­rin re­ka­bet­çi ol­ma­sı önem­li. Kal­kın­ma mo­de­li top­ye­kûn ta­sar­lan­ma­lı”. 
Elbette, konunun pek çok boyutu var. Ve evet, bu tip ittifaklar genellikle siyasetin normal seyri içinde gerçekleşmiyor. Şimdilik sadece bu kartın da masaya geliyor olabilceğini belirtip, meselenin diğer boyutlarını tartışmayı bir başka yazıya bırakacağım.

***

Bu yazı, 08.04.2015 tarihinde Başlangıç Dergi'de yer aldı.