2008 yılında patlak veren küresel kriz henüz sonlanmış
değil. Hatta etkileri derinleşerek sürüyor. Bu kısa değerlendirmede, küresel
krizin kökenlerini ve derinleşmesini, 2014’teki gelişmelerin ışığında ele
aldım. Ardından da küresel düzeyde 2015’e kalan çözümlenememiş sorunlara işaret
ederek, Türkiye’de Haziran 2015’te yapılacak parlamento seçimleri öncesi
Türkiye ekonomisinin genel durumu üzerine gözlemlerime yer verdim. [1]
Küresel krizin kökenleri
15 Eylül 2008’de ABD’de Lehman Brothers’ın iflası
açıklandığında, aynı zamanda kapitalizmin tarihinin dördüncü büyük krizinin
başladığı da ilan edilmiş oldu. Kriz patlak verdiğinde, nedenleri üzerine üç farklı
düzeylerde açıklamalar getirildi: Yapısal dinamikler, kurumsal düzenlemeler ve
ekonomi politikası tercihleri.[2] Hem
küresel krizin kökenlerini hem de güncel gelişimini anlamak için bu üç düzeyde
yaşanan gelişmeleri beraber ele almamız gerekiyor.
2008 krizinin kökenlerini yapısal dinamiklerde arayan
yaklaşımlar genellikle Marksist gelenek içinde yer alıyor. Buna göre, 1970’li
yıllara gelindiğinde, kar oranlarındaki düşme eğilimi sonucunda ortaya çıkan
kriz, gerek devlet-toplum ilişkilerinde gerekse ana akım ekonomi politikası
paradigmasında önemli değişiklikleri tetikledi. Neolibealizm olarak özetlenen
politika paketi, firma karlılıklarının yeniden restore edilmesi amacıyla
tasarlandı. Bu paketin özünde ise emek hareketinin ve sendikaların ekonomik,
siyasi ve toplumsal güçlerini kırmak yatıyordu. Emek hareketinin
güçsüzleştirilmesine ve örgütlenme kapasitesinin daraltılmasına dayanan bu
programa, üretim organizasyonunun esnekleştirilmesi ve uluslararasılaşması
süreçleri eşlik etti. Devletin dönüşümü ve yeni sağ siyasetin yükselişi bu
dönemin siyasi yönünü oluşturuyordu.
Neoliberal paketin uygulanması sürecinde merkez ülkeler açısından iki eğilim daha belirgin hale gelmeye başladı: finansallaşma ve sanayisizleşme. Bunlardan ilki, öncelikle ABD’de, ardından da diğer merkez ülkelerde finans sektöründeki firmaların karlarının sanayi sektöründekilere göre daha hızlı artmasıydı. Esasında bu firma yapılarına bakıldığında şirketlerin tek bir sektöre odaklanmak yerine hem finans hem üretim alanında bulunduklarını görebiliriz. Ancak her iki sektörde faaliyet gösteren firmaların toplam karlarında da finans sektörünün payı giderek artmaya başladı.[3]
Neoliberal paketin uygulanması sürecinde merkez ülkeler açısından iki eğilim daha belirgin hale gelmeye başladı: finansallaşma ve sanayisizleşme. Bunlardan ilki, öncelikle ABD’de, ardından da diğer merkez ülkelerde finans sektöründeki firmaların karlarının sanayi sektöründekilere göre daha hızlı artmasıydı. Esasında bu firma yapılarına bakıldığında şirketlerin tek bir sektöre odaklanmak yerine hem finans hem üretim alanında bulunduklarını görebiliriz. Ancak her iki sektörde faaliyet gösteren firmaların toplam karlarında da finans sektörünün payı giderek artmaya başladı.[3]
İkinci kritik gelişme, geleneksel üretim üslerinin
arasındaki rekabetin yoğunlaşması oldu.[4]
ABD’nin tartışmasız üstünlüğündeki otomotiv ya da elektronik gibi sektörlere
sert bir rekabetle giren Japon ve Alman firmaları, ABD pazarına hızla girş
yaptı. Bunun dışında, artan uluslararası rekabet sonucunda maliyetleri düşürmek
amacıyla ABD kökenli firmalar üretimlerini emek maliyeti ucuz ve altyapısı
güçlü ülkelere kaydırmaya başladı. Dolayısıyla merkez ülkeler açısından artan
rekabet ve finansallaşma, sanayisizleşme ile beraber gelişen bir dinamik
biçimini aldı.
Yapısal düzeyde yaşanan bu değişimlerin yansımalarını
kurumsal düzeyde de izlemek mümkün. Kurumsal düzeydeki en önemli gelişme
sermaye hareketlerinin dünya genelinde serbestleştirilmesi ve merkez ülkelerde
finans alanında var olan düzenlemelerin yavaş yavaş ortadan kaldırılması oldu. Bu
kurumsal dönüşümün ardında, sendikalar ya da devlet gibi dışsal unsurlar
tarafından müdahale edilmediğinde, piyasaların kendi kendine dengeye geleceği
ve istikrarlı bir ekonomik büyümenin sağlayacağı inancı vardı.[5]
Kendi kendine işleyen piyasaların tüm toplum için en iyi
sonuç vereceği inancının en kuvvetli olduğu yer ABD idi. Bunda ABD’deki finans
sektörünün dünya genelinde en büyük ve kuvvetli güç olması yanı sıra, kredi
genişlemesine yani borçlanmaya dayanan tüketimin desteklenmesi amacı da önemli
rol oynadı. Kredi genişlemesi, sadece ekonomik büyümeyi uyardığı için değil,
aynı zamanda siyasi desteğe de tahvil edilebilmesi nedeniyle sistematik bir
devlet politikası haline geldi ve bunun önündeki engeller yavaş yavaş ortadan
kalktı. 1980’ler ve 1990’larda aşamalı olarak geçekleşen deregülasyon hamleleri
1999’da Glass-Steagall yasasının kaldırılması ile taçlandırıldı.[6] 1990’ların
sonralarında oluşan Yeni Finansal Mimari (YFM) bu zeminin üzerine yükselmişti.
YFM’nin özünü, ABD’deki yoksulların finans sistemine içerilmesi oluşturuyordu.[7] Finansal içerilme ağırlıklı olarak konut sektörü aracılığıyla gerçekleşti. YFM’nin oluşumunda finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları da önemli rol oynadı. Bu mekanizmalar aracılığıyla farklı vadeli ve farklı büyüklüklerdeki borçlar bir havuzda toplandı, yeniden dilimlendirildi ve bunlara dayanan yeni menkul kıymetler piyasaya sürüldü. Bu işlemlerin gerçekleşmesi, resmi bankacılık sistemi yanında gelişen ancak bankacılık sisteminin tabii olduğu düzenlemelerin dışında işleyen bir gölge bankacılık sisteminin gelişimi sayesinde hızlandı. YFM’nin önemli bir bileşeni kredi değerlendirme kuruluşlarıydı. Varlığa dayalı menkul kıymetlerin, özellikle emeklilik fonları ve kurumsal yatırımcılar gibi büyük oyuncular tarafından satın alınmasını mümkün kılan, menkul kıymeştirilmiş bu varlıkların güvenilir olduğunun tescil edilmesiydi. YFM’nin son ayağını sigorta şirketleri oluşturuyordu. Sigorta şirketleri, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından değerlendirilen varlıkların batması durumunda sigorta işlevi görecek yeni tip türev ürünler geliştirdiler. Böylelikle neredeyse iflas riskinin olmadığına inanılan bir sistem tamamlanmış oldu.
YFM’nin özünü, ABD’deki yoksulların finans sistemine içerilmesi oluşturuyordu.[7] Finansal içerilme ağırlıklı olarak konut sektörü aracılığıyla gerçekleşti. YFM’nin oluşumunda finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları da önemli rol oynadı. Bu mekanizmalar aracılığıyla farklı vadeli ve farklı büyüklüklerdeki borçlar bir havuzda toplandı, yeniden dilimlendirildi ve bunlara dayanan yeni menkul kıymetler piyasaya sürüldü. Bu işlemlerin gerçekleşmesi, resmi bankacılık sistemi yanında gelişen ancak bankacılık sisteminin tabii olduğu düzenlemelerin dışında işleyen bir gölge bankacılık sisteminin gelişimi sayesinde hızlandı. YFM’nin önemli bir bileşeni kredi değerlendirme kuruluşlarıydı. Varlığa dayalı menkul kıymetlerin, özellikle emeklilik fonları ve kurumsal yatırımcılar gibi büyük oyuncular tarafından satın alınmasını mümkün kılan, menkul kıymeştirilmiş bu varlıkların güvenilir olduğunun tescil edilmesiydi. YFM’nin son ayağını sigorta şirketleri oluşturuyordu. Sigorta şirketleri, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından değerlendirilen varlıkların batması durumunda sigorta işlevi görecek yeni tip türev ürünler geliştirdiler. Böylelikle neredeyse iflas riskinin olmadığına inanılan bir sistem tamamlanmış oldu.
YFM, finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme
mekanizmaları kadar, yeni geliştirilen risk yönetimi tekniklerine de dayanıyordu.[8]
Buna göre tek bir finans kuruluşu üzerindeki risklerin parçalanarak finans
sisteminin diğer unsurları tarafından satın alınabilir hale getirilmesi ve böylelikle
iflas riskinin dağıtılması, yeni risk yönetim tekniklerinin önemli bir
uygulamasıydı. Ancak bu aynı zamanda YFM’nin çöküşünü hazırlayan “sistemik
risk”in de temelini oluşturdu. Son olarak, YFM’nin oluşmasını mümkün kılan bir
diğer unsur ise, 2000’li yıllarda krize kadar gelen süreçte faiz oranlarının
düşük tutulmasıydı. 2000’lerin başında FED, hem resesyondan çıkmak hem de 11
Eylül’ün ekonomik sarsıntısını atlatmak için faiz oranlarını hızla
düşürdüğünde, 1990’lar boyunca oluşan YFM’nin hızla gelişmesi için uygun ortam
yaratılmış oldu.
ABD kökenli krizin Avrupa’ya ulaşması çok zaman almadı.
Zira 1990’larda YFM aynı zamanda uluslararası düzeyde de kurulmuştu. Ancak
uluslararası finansal bütünleşme düzeyinin artması, sistemin bir noktasında
ortaya çıkan bir sorunun diğer noktalara sıçraması da kolaylaşıyordu. ABD’de
çöken finansal sistemden ilk olarak burada yatırım yapmış olan Avrupa kökenli
bankalar ve emeklilik fonları gibi kurumsal yatırımları yönlendiren şirketler
etkilendi. Ancak krizin bu şirketlerin finans sisteminin tümden çöküşünü
tetiklemesini engellemek için devletler devreye girdi ve bu firmaların borçları
devlet tarafından üstlenilerek, kamu borcu hanesine yazıldı. Avrupa krizinin
esas başlangıcı bundan sonra gerçekleşti. Kriz Avrupa’ya ulaştığında ölçek
büyümüş ve firma iflaslarından devletlerin iflasları aşamasına geçilmişti. İlk
örneği İzlanda’da başladı ama Avrupa krizinde fitili ateşleyen Yunanistan oldu.
Küresel Krizin Derinleşmesi ve 2014 Dönemeci
2014 yılına gelindiğinde, özellikle “yükselen piyasalar”
olarak tanımlanan ülkelerin de etki alanına girmesiyle birlikte 2008’de
başlayan küresel krizin coğrafi olarak dünyaya yayılması süreci tamamlanmış
oldu. 2014, aynı zamanda küresel krizin derinleşmesi doğrultusundaki
sinyallerin de güçlendiği bir yıl oldu. Küresel krizin derinleşmesinin en
önemli göstergesi, dünya genelindeki önemli üretim üslerindeki ekonomik büyüme
temposunun yavaşlamaya başlamasıydı. 2010’dan beri süren Çin’deki ekonomik
büyüme istikrarlı bir şekilde yavaşlıyordu, 2014’te bu yavaşlamanın süreceği netleşti.
Çin’e benzer bir şekilde, bir diğer önemli üretim üssü olan Almanya’daki
ekonomik büyüme de 2010’dan beri aralıksız olarak azalmakta.[9] 2014,
Avrupa genelinde ve Japonya’da da ekonomik büyümenin neredeyse resesyon
sınırına geldiği, buna ek olarak gelişmekte olan ülkelerde de genel olarak
ekonomik büyüme temposunun düştüğü bir yıl oldu. Büyüme temposunun düşmesi
eğilimi dışında iki önemli gelişme daha 2014’e damgasını vurdu. Bunlardan ilki
ABD’deki ılımlı toparlanmaya paralel olarak FED’in miktarsal genişleme
politikasını sonlandırması, ikincisi de petrol fiyatlarında yaşanan sert düşüş
idi.
Fed Kararları
ABD ekonomisindeki ılımlı toparlanma ve işsizlik
rakamlarının kriz öncesi seviyeye gerilemesi üzerine FED 2014 yılı boyunca
aşamalı olarak miktarsal genişleme programının sonlandırılması yönünde adımlar
attı. ABD’deki toparlanmanın temel özelliklerinden biri, kriz sürecinde -zaten
oldukça esnek olan- emek piyasalarının daha da esnekleştirilmesi idi. Bunun sonucunda
gerçekleşen ekonomik canlanmadan zenginler faydalanırken, çalışan sınıflar reel
ücret kayıplarını telafi edemediler. İşsizlik oranının azalması, artan ekonomik
aktivitenin önemli göstergelerinden biri idi. Ancak işsizliğin azalmasına, emek
piyasaasına katılım oranının düşmesi eşlik etti.
ABD büyümesiyle ilgili en önemli gelişme, büyümenin kredi
artışına dayanmasıydı. Tıpkı 2000’lerin başında olduğu gibi faizlerin
düşüklüğü, krizden güçlenerek çıkan YFM için uyarıcı bir işlev gördü ve kredi
genişlemesi yani artan borçluluk, ABD toparlanmasının temel ögesi oldu. Ancak
emek piyasalarının daha da esnekleştirilmesi ya da büyümenin borçlanmaya
dayanarak gerçekleşiyor olması, niceliksel trendleri ölçen işsizlik ya da
ekonomik büyüme gibi göstergeler açısından önemli değildi. Günün sonunda, bu
göstergelere göre hareket eden FED 2008’den itibaren sürdürdüğü miktarsal
genişleme programını aşamalı olarak sonlandırdı ve 2015 içinde faiz artırımına
başlayabileceğini ilan etti.
2014’ün Ocak ayında FED açıklamaları sonrası yaşanan
gelişmeler gelişmeler, FED’in faiz artırılımı gündemine alacağı 2015’in ikinci
yarısı için de yol gösterici olabilir. FED miktarsal genişleme stratejisi
dahilinde gerekleştirdiği varlık alımını Ocak 2014’ten itibaren 10 milyar dolar
azaltmaya başlayacağını ilan etmişti. Bu haber üzerine, özellikle Türkiye,
Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerden büyük
miktarlarda para çıkışı gerçekleşti ve uluslararası fonlar ABD piyasalarına
giriş yaptı. Bu sürecin etkisi her bir ülkeye farklı bir şekilde yansısa da,
ortak yön enflasyonun ve faizlerin aynı anda artmaya başlaması ve ekonomik
büyümenin tempo kaybetmesi idi.
Petrol Fiyatı
Küresel krizin 2014 dönemecine damgasını vuran ikinci
önemli gelişme, yılın ikinci yarısında gerçekleşen petrol fiyatlarındaki sert
düşüş idi. Petrol fiyatı Temmuz ile Aralık 2014 arasında yüzde 50’ye yakın
düştü. IMF, petrol fiyatlarındaki düşüşün dünya ekonomisinin büyümesine 0.3 ile
0.7 arasında katkı yapabileceğini ilan etti ve bu düşüşün dünya genelinde
ekonomik toparlanmayı hızlandırabilecek bir “iyi haber” olduğunu ileri sürdü.[10] Ancak
petrol fiyatlarındaki düşüş, eğer küresel krizin derinleşmesinin bir göstergesi
ise, bu IMF’in işaret ettiği gibi “iyi” değil “kötü” bir haber olarak
yorumlanabilir. Buna ek olarak, her ne kadar petrol ithal eden ülkeler için
fiyat düşüşü, maliyetleri azaltıcı etki yapacağı için olumlu olsa da, bu etki tek
yönlü olmayabilir. Örneğin ABD’de olduğu gibi enerji firmalarının kayıpları, finansal
sistemi zorlayacak denli büyük olursa, Ocak 2015 başında ilk emarelerini
görmeye başladığımız ancak zamanla gelişebileeck beklenmeyen bir panik
hareketini tetikleyebilir.[11]
Petrol fiyatları konusunda daha ilginç olan, talepteki
daralmaya paralel bir arz azalması gerçekleşmemesi. Daha açık bir ifadeyle,
küresel krizin derinleşmesinin etkilerini petrol talebinin azalmasından
izleyebiliyoruz. Beklenilen, talep daralmasına karşı OPEC üyesi ülkelerin
petrol üretimlerini kısmaları idi. Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan toplantıda beklenenin
aksine fiyat düşmesine rağmen petrol arzının daraltılmasına yönelik bir kara
alınmadı. Hatta Rusya ve Irak’ta petrol üretimi tarihi seviyelere ulaştı.[12]
Bu verilerden hareketle fiyat düşüşünü pür ekonomik
düzeyde gerçekleşen bir hareketten çok, farklı aktörlerin güttükleri farklı
stratejilerin bir sonucu olarak görmek gerekir. Aktörlerin stratejileri konusu
açıkdığında ilk akla gelen ve en yaygın bir şekilde dile getirilen ABD’nin,
tehdit olarak gördüğü ülkeleri cezalandırmak için geliştirdiği inisiyatifin bir
parçası olarak petrol fiyatlarını düşürdüğüdür.[13] Her
ne kadar sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde bu görüşün geçerli
olabileceği izlenimi uyansa da, süreçteki neden sonuç zincirini takip
edildiğinde, petrol fiyatlarındaki bu denli büyük bir harekete tek başına
ABD’nin izlediği politika tercihlerinin neden olduğunu ileri sürmek zordur. Zira
süreçte önemli aktörlerden biri olan Suudi Arabistan’ın, maliyet avantajı
nedeniyle çok daha düşük bir petrol fiyatında dahi karlılığına devam edebilecek
olması, fiyat düşüşlerinin tüm petrol üreticisi ülkeler açısından aynı etkiyi
yapmayacağını gösteriyor.
2014’ün Lokal Krizleri
Son olarak 2014’te dört ülke ekonomisinin daha irili
ufaklı ekonomik sarsıntı geçirdiğini not etmeliyiz. 2014’ün Haziran sonuna
gelindiğinde Bulgar finans sisteminin dördüncü büyük bankasının batması üzerine
başlayan finansal panik, Avrupa Komisyonu tarafından sağlanan 2.3 milyar
avroluk bir destekle durdurulabildi. Brüksel’deki teknokratlar,
Bulgaristan’daki sorunun “izole” bir gelişme olduğunu ileri sürse de, finansal
sistemin bütünleşik yapısı nedeniyle kriz endişeleri yeniden canlanmış oldu.[14] Henüz
Bulgaristan çalkantısının etkisi geçmemişken, Temmuz ayının ilk yarısında bu
sefer Portekiz’in en büyük bankasının borsadaki işlemleri durduruldu ve merkez
bankası sürece müdahale etmek zorunda kaldı. İşin garibi, Portekiz’deki
bankacılık sistemi ve genel olarak ekonomi 2011’den beri fiili olarak IMF programları
tarafından yönetiliyordu. Portekiz krizinin gösterdiği, 2014’e gelindiğinde
Avrupa’nın genelinde uygulanan kemer sıkma politikalarının iflas etmiş olduğu
idi.[15]
2014’ün Ağustos ayında ise Arjantin hükümeti ile
uluslararası hedge fon yöneticilerinin yaptığı borç yapılandırma görüşmeleri
sonuçsuz kalınca hükümet borçlarının bir kısmını ödemeyeceğini ilan etti.[16]
Son olarak 2014’ün Aralık ayında Rus rublesinin sert değer kaybına yol açan
sermaye hareketleri, Rus ekonomisinin büyük bir sıkıntıda olduğunun işaretiydi.
Kamu gelirlerinin yarısını, ihracatın da üçte ikisini petrol ve gaz satışından
elde eden bir ülke için, kuşkusuz yaşanan ekonomik sıkıntının en önemli nedeni
petrol fiyatlarındaki düşüş idi. Batı’nın Ukrayna konusu ile ilgili koyduğu
yaptırımlar zaten Rus ekonomisini zorlamaya başlamıştı. Ancak ekonomik
büyümenin iyice yavaşladığı bir ortamda petrol fiyatları düşüşü, ekonominin
küçüleceği beklentilerini artıırdı ve sermaye çıkışları süreci daha da
kötüleştirdi.[17]
2015’e Kalan Çözülmemiş Sorunlar
2015 yılı için uluslararası ekonomik kurumlar tarafından
yapılan tahminlere bakarak, önümüzdeki yıl için de 2014 dönemeciyle
belirginleşen ana trendlerin devam edeceğini öngörebiliriz. Bunun anlamı
küresel krizin etkilerinin derinleşerek süreceğidir. Avrupa Birliği Merkez
Bankası’ndan gelen, krizden çıkmak için ne gerekiyorsa yapılacağı yönündeki
açıklamaya rağmen[18],
çoktan deflasyon ve resesyonun eşiğinde olan Avrupa ekonomileri için 2015 pek
umut verici bir yıl olarak görülmüyor. Buna ek olarak Yunanistan’daki erken
seçim kararı sonrasında, 25 Ocak’ta yapılacak parlamento seçimlerde kemer sıkma
politikalarına karşı olduğunu ilan eden radikal sol parti Syriza’nın olası
iktidarı, Avrupa’da krizin gidişatı açısından yeni bir kırılmaya işaret
edebilir.[19]
Alman sermayesinin başını çektiği iktidar bloğunun
formüle ettiği kemer sıkma politikaları sonucunda ekonomik durgunluğun eşiğine
gelen Avrupa ekonomilerine ek olarak doğuda Çin’den gelen haberler de 2015’in
parlak bir yıl olmayacağını ortaya koyuyor. Uzun yıllardır süren yüksek büyüme
temposu 2007’de kırılan ancak 2010’dan sonra istikrarlı bir tempo azalışı
sürecine giren Çin’de 2015 için yüzde 7 civarında bir ekonomik büyüme
bekleniyor.[20]
Japonya’daki beklentiler ise daha çok Avrupa’dakilere paralellikler gösteriyor.
Son olarak, dünyanın diğer coğrafyalarından farklı olarak ABD'nin ekonomik
büyüme trendini sürdürmesi bekleniyor ancak bu, 2008 krizinin etkilerinin
tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Yukarıda işaret edildiği gibi, ABD
ekonomisi açısından en önemli risk, düşük faiz oranları ile çalışan YFM’nin
faiz artışı ortamına sorunsuz uyum sağlayıp sağlayamayacağı konusu.
Uluslararası fon çıkışları sonrası faizleri yükseltmek
zorunda kalan ülkeler için büyüme oranının giderek daha da yavaşlamaya
başlaması, 2014 dönemecinin önemli bir parçasıydı. Dolayısıyla Ocak 2014’te
yaşananlar, 2015 veya sonrasında FED’in alacağı bir faiz artırımı kararının
etkilerinin neler olabileceğini göstermiş oldu. Görünen en önemli etki, küresel
düzeyde değerlenmek için yüksek getiri arrayan fonların ABD’ye geri dönmeye
başlayacağı ve bunun sonucunda piyasasından para çıkışı olan ülkelerde ekonomik
büyüme temposunun daha da düşeceğidir. Dolayısıyla 2014’te küçük bir provasını
gördüğümüz gelişmeler, özellikle 2015’in ikinci yarısından sonrası için küresel
krizin gelişeceği alanları da işaret etmektedir.
2015 açısından takip edilmesi gereken bir diğer gelişme,
Çin’in Rusya’daki kriz sonrasında yaptığı kurtarma paketi önerisinin ileride
başka ülkeler için de tekrarlanıp tekrarlanmayacağıdır.[21] Gerçekten
de Çin’in yaptığı bu öneri basit bir döviz takası değildi, öneri dünya
genelinde son borç verme mercii işlevi yürüten IMF gibi bir kurumun işlevlerini
ikame edecek nitelikteydi.[22]
Çin’in Arjantin ve Venezuela ile yaptığı benzer anlaşmalar da göz önüne
alındığında, enerji kaynakları açısından zengin olan Rusya’nın ekonomik
sıkıntılarını Çin desteği ile aşması durumunda, hem dünyada dolar hakimiyeti
dışında gelişen ekonomik alan daha da büyümüş olacak, hem de 1945 sonrası ABD
öncülüğünde kurulmuş olan Bretton Woods sistemine alternatif bir finansal
sistemin ilk belirtileri uç vermiş olacak.[23] 2015’te
ABD hegemonyasının gerilemesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değil. Ancak
Çin’in uluslararası finans sistemine verdiği sinyaller, önümüzdeki dönemde ABD
hegemonyası içindeki çatlakların arasının biraz daha açılabileceğe işaret
ediyor.
2015’te Türkiye Ekonomisi: AKP’nin Talihi Sürüyor!
Türkiye ekonomisi için 2008 krizi sonrası dönem, küresel
krizin gelişiminin izlerinin takip edilebileceği bir süreç olarak gerçekleşti.
Krizin hemen ertesinde yabancı sermaye girişi sayesinde gerçekleşen rekor
ekonomik büyüme rakamlarından sonra 2012’den itibaren ekonomik büyüme temposu
hız kaybetmeye başladı. Kriz sonrasında uygulamaya konulan program, inşaat ve
enerji sektörlerine dayanıyor ve iç pazarın olanaklarını daha geniş bir şekilde
kullanmayı hedefliyordu. Bunu mümkün kılacak makro ekonomik çerçeve ise faiz
oranlarının düşürülmesi sayesinde gerçekleşebildi. Faizin düşürülmesi sayesinde
gerçekleşen kredi genişlemesi, kriz sonrası ekonomik büyümenin motoru oldu.
Ancak bu politika iki temel sorunla karşılaştı. Sorunlardan ilki, FED’in krizden çıkış için uyguladığı genişleme politikası nedeniyle sermaye girişlerinin bol olduğu bir dönemde faizler düşürülebiliyor, ancak faiz oranlarının düşük tutulması durumunda artan kredi genişlemesi, aynı zamanda finansal istikrarı tehdit ediyordu. Bu riske karşı uygulamaya konulan makro ihtiyati tedbirler, artan cari açığı dizginlemek için para akımlarını yavaşlayıcı önlemler almayı ve kredi genişlemesini daraltmayı amaçladı. Ancak makro ihtiyati tedbirlerin dolaysız sonucu ekonomik büyümenin yavaşlaması oldu.
Ancak bu politika iki temel sorunla karşılaştı. Sorunlardan ilki, FED’in krizden çıkış için uyguladığı genişleme politikası nedeniyle sermaye girişlerinin bol olduğu bir dönemde faizler düşürülebiliyor, ancak faiz oranlarının düşük tutulması durumunda artan kredi genişlemesi, aynı zamanda finansal istikrarı tehdit ediyordu. Bu riske karşı uygulamaya konulan makro ihtiyati tedbirler, artan cari açığı dizginlemek için para akımlarını yavaşlayıcı önlemler almayı ve kredi genişlemesini daraltmayı amaçladı. Ancak makro ihtiyati tedbirlerin dolaysız sonucu ekonomik büyümenin yavaşlaması oldu.
İkinci temel sorun, faizin düşük tutulabilmesinin büyük
ölçüde uluslararası finans sisteminde borçlanma maliyetlerinin azalmasına, yani
FED’in miktarsal genişleme politikasına bağlı olmasıydı. Bu nedenle FED
politikasının değişmeye başladığı Mayıs 2013’ten itibaren, TCMB için faizleri
düşük tutmak giderek zorlaşmaya başladı. Nitekim TCMB’nin Ocak 2014’te yaptığı zorunlu
müdahale, sermaye çıkışlarının gerçekleştiği bir ortamda, faiz oranını aşağıda
tutma ısrarının dövizin hızla değerlenmesine neden olabileceği göstermiş oldu. Eylül
2014’te geldiğimizde, döviz açısından TCMB’nin Ocak kararlarının etkisi ortadan
kalktı, bununla birlikte daha düşük bir büyüme ve daha yüksek bir işsizlik
oranı ile karşılaştık.
2015 için ekonomi yönetiminin temel sorunu, uluslararası
piyasalarda borçlanmanın maliyetinin geçtiğimiz yıllardaki kadar ucuz
olmayacağı bir döneme girilecek olmasıdır. Ancak bu sorun sadece Türkiye’ye ait
bir problem değildir. Bir anlamda FED’in krizden çıkış stratejisinin Türkiye
gibi ülkeler açısından anlamı, kötü senaryoda krizin bu ülkelere transferi, iyi
senaryoda ise düşük büyüme döneminin başlamasıdır. Hükümet çevreleri, bu
olumsuz baskıyı, petrol fiyatlarındaki düşüşle ve Avrupa Merkez Bankası
tarafından uygulanacağı ilan edilen miktarsal genişleme ile dengelemeyi
hedefliyor.
Haziran 2015’te yapılacak genel seçimler açısından süreci
değerlendirdiğimizde, ekonomi yönetiminin elinin Haziran’a kadar daha serbest
olacağını öngörebiliriz. Bunun birkaç nedeni var. İlki petrol fiyatlarındaki
düşüşte etkili olduğu görülen arz fazlasının giderilebileceği en yakın OPEC
toplantısının Haziran 2015’te olması. İkincisi de FED’in faiz artımına gitmek
için aceleci davranmayacağı yönündeki sinyallerin kuvvetlenmesi. Haziran’daki
OPEC toplantısında geçtiğimiz toplantının aksine, petrol üretiminde daralmaya
gidileceği bekleniyor. Eğer beklentiler gerçekleşirse, bu gelişmenin FED’in faiz
artırma kararları ile çakışması gündeme gelebilir. Bu durumda petrol ithalatçısı
olan Brezilya, Hindistan, Türkiye ya da Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkeler
için ekonomik büyümeyi pozitif düzeyde tutmak giderek zorlaşabilir. Ancak bu iki
gelişmenin etkilerinin 2015’in ikinci yarısından başlamak üzere, yani Haziran seçimleri
sonrasında yoğunlaşacağını not edelim.
Ekonomi yönetiminin seçimler açısından diğer avantajı, 2015’in
ilk yarısında gerek petrol fiyatları, gerekse baz etkisi nedeniyle enflasyonun düşebileceği
beklentisidir. Bu olasılık, seçim öncesinde faiz indirimine gitmek için bir
aralık yaratabilir. Faizlerin düşürüldüğü bir ortam ise yeniden kredi genişlemesini
ve inşaat sektöründeki büyümenin hızlanmasını tetikleyerek, hükümet açısından
seçimlerde ekonominin sorun yaratan bir unsur olarak şekillenmesini
engelleyebilir.
Ancak ekonomi yönetiminin elini seçimlere kadar
rahatlatacak olan yukarıda sıraladığımız unsurların en önemli özelliği,
bunların hiçbirinin kontrolünün hükümetin elinde olmamasıdır. Daha açık bir
ifadeyle ilk altı ayda ekonominin büyük bir sorun çıkmadan idare edilebilmesi,
hükümetin izlediği ekonomi politikası sonucunda elde edilmiş bir başarıdan
ziyade, petrol fiyatları, FED kararları, Avrupa’daki miktarsal genişleme ya da baz
etkisi gibi dış etkenler sonucunda gerçekleşecektir. Dolayısıyla önümüzdeki
seçimler için, en azından ekonomik durum açısından talih bir kez daha hükümetin
yüzüne gülebilir. Ancak yukarıda sıraladığımız unsurların 2015’in ikinci
yarısından sonra Türkiye ekonomisini yeniden bir ekonomik kilitlenmenin eşiğine
getirmesi sürpriz olmayacaktır.
[1] Ümit Akçay, New York
Universitesi
[2] Bu
üç düzeyli analizin detayları için bkz: Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel
Kapitalizmin Geleceği, 2014, Ankara: Notabene Yayınları.
[3] Özgür Orhangazi, Financialization and the US Economy, 2008,
Cheltenham, UK ve Northampton, US: Edward Elgar.
[4] Robert Brenner, Economics of Global Turbulence, 2006,
London ve New York: Verso.
[5] Alan Greenspan, The Age of Turbulence, 2007, London ve
New York: The Penguin Press.
[6] Leo Panitch ve Sam Gindin, The
Making of Global Capitalism, 2012, London ve New York: Verso.
[7] Akçay ve Güngen, Finansallaşma Borç Krizi ve Çöküş, s.
73.
[8] Dick Bryan ve Michael Rafferty, Capitalism with Derivatives, 2006, New
York: Palgrave Macmillan.
[10] Rabah Azeki ve Oliverclanchard,
“Seven Questions about the Recent Oil Prce Slump”, IMF, 22 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/CmNriz
[11] Michelle F. Davis and Callie
Bost, “S&P 500 Heads Toward 4-Day Drop as Energy Shares Slump With Oil”, Bloomberg, 5 Ocak 2015, Erişim: http://goo.gl/0ipuAn
[12] Anna Andrianova and Grant Smith,
“Russia and Iraq Supply Most Oil In Decades Amid 2015 Glut”, Bloomberg, 2 Ocak 2015, Erişim: http://goo.gl/shIUQe
[13] Anthony Zurcher, “Is the oil
crash a secret US war on Russia?”, BBC
News, 16 Ekim 2014, Erişim: http://goo.gl/CdPGXr
[14] Ümit Akçay, “Kriz Sürüyor, Bu
Sefer Bulgaristan”, Kriz Notları, 1
Temmuz 2015, Erişim: http://goo.gl/cXszC5
[15] Ümit Akçay, “Sıradaki Kriz
Gelsin: Bu sefer Portekiz”, Kriz Notları,
10 Temmuz 2015, Erişim: http://goo.gl/XtMqrE
[16] Ümit Akçay, “Arjantin Akbabalara
Karşı”, Kriz Notları, 2 Ağustos 2015,
Erişim: http://goo.gl/BN20f4
[17] Ümit Akçay, “Küresel Kriz
‘Derinleşirken’: Rusya Ekonomisi Çöktü!”, Kriz
Notları, 17 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/BXZPPZ
[18] ECB, “Speech by Mario Draghi,
President of the European Central Bank”, Global
Investment Conference, 26 Temmuz 2012, Londra, Erişim: http://goo.gl/lSyggI
[19] Ali Rıza Güngen, “Syriza ve
Muhtemel Borç Konferansı”, Kriz Notları,
30 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/wzJlEF
[20] Sharon Chen, “Slow China Growth,
Uneven Global Recovery Hampers Singapore's Economy”, Bloomberg, 1 Ocak, 2015, Erişim: http://goo.gl/nu9A1j
[21] William Pesek, “China Steps In
as World's New Bank”, Bloomberg, 25
Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/ey3a0m
[22] Mark Adomanis, “The Ruble
Crisis, Russia, And China”, Forbes,
23 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/phe8J9
[23] Ye Xie, “Ruble Swap Shows China
Challenging IMF as Emergency Lender”, Bloomberg,
22 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/7MYzW7
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazının bir versiyonu daha önce Perspectives
dergisinin 11. sayısında (s.9-15) yer aldı. Erişim:
http://tr.boell.org/tr/2015/03/24/kuresel-krizin-2015-manzarasi-ve-turkiye-ekonomisi