Kriz Notları Facebook Sayfası

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Küresel Krizin Gelişimi, 2014 Dönemeci ve 2015 İçin Gözlemler


2008 yılında patlak veren küresel kriz henüz sonlanmış değil. Hatta etkileri derinleşerek sürüyor. Bu kısa değerlendirmede, küresel krizin kökenlerini ve derinleşmesini, 2014’teki gelişmelerin ışığında ele aldım. Ardından da küresel düzeyde 2015’e kalan çözümlenememiş sorunlara işaret ederek, Türkiye’de Haziran 2015’te yapılacak parlamento seçimleri öncesi Türkiye ekonomisinin genel durumu üzerine gözlemlerime yer verdim. [1]

Küresel krizin kökenleri
15 Eylül 2008’de ABD’de Lehman Brothers’ın iflası açıklandığında, aynı zamanda kapitalizmin tarihinin dördüncü büyük krizinin başladığı da ilan edilmiş oldu. Kriz patlak verdiğinde, nedenleri üzerine üç farklı düzeylerde açıklamalar getirildi: Yapısal dinamikler, kurumsal düzenlemeler ve ekonomi politikası tercihleri.[2] Hem küresel krizin kökenlerini hem de güncel gelişimini anlamak için bu üç düzeyde yaşanan gelişmeleri beraber ele almamız gerekiyor.
2008 krizinin kökenlerini yapısal dinamiklerde arayan yaklaşımlar genellikle Marksist gelenek içinde yer alıyor. Buna göre, 1970’li yıllara gelindiğinde, kar oranlarındaki düşme eğilimi sonucunda ortaya çıkan kriz, gerek devlet-toplum ilişkilerinde gerekse ana akım ekonomi politikası paradigmasında önemli değişiklikleri tetikledi. Neolibealizm olarak özetlenen politika paketi, firma karlılıklarının yeniden restore edilmesi amacıyla tasarlandı. Bu paketin özünde ise emek hareketinin ve sendikaların ekonomik, siyasi ve toplumsal güçlerini kırmak yatıyordu. Emek hareketinin güçsüzleştirilmesine ve örgütlenme kapasitesinin daraltılmasına dayanan bu programa, üretim organizasyonunun esnekleştirilmesi ve uluslararasılaşması süreçleri eşlik etti. Devletin dönüşümü ve yeni sağ siyasetin yükselişi bu dönemin siyasi yönünü oluşturuyordu.


 Neoliberal paketin uygulanması sürecinde merkez ülkeler açısından iki eğilim daha belirgin hale gelmeye başladı: finansallaşma ve sanayisizleşme. Bunlardan ilki, öncelikle ABD’de, ardından da diğer merkez ülkelerde finans sektöründeki firmaların karlarının sanayi sektöründekilere göre daha hızlı artmasıydı. Esasında bu firma yapılarına bakıldığında şirketlerin tek bir sektöre odaklanmak yerine hem finans hem üretim alanında bulunduklarını görebiliriz. Ancak her iki sektörde faaliyet gösteren firmaların toplam karlarında da finans sektörünün payı giderek artmaya başladı.[3]
İkinci kritik gelişme, geleneksel üretim üslerinin arasındaki rekabetin yoğunlaşması oldu.[4] ABD’nin tartışmasız üstünlüğündeki otomotiv ya da elektronik gibi sektörlere sert bir rekabetle giren Japon ve Alman firmaları, ABD pazarına hızla girş yaptı. Bunun dışında, artan uluslararası rekabet sonucunda maliyetleri düşürmek amacıyla ABD kökenli firmalar üretimlerini emek maliyeti ucuz ve altyapısı güçlü ülkelere kaydırmaya başladı. Dolayısıyla merkez ülkeler açısından artan rekabet ve finansallaşma, sanayisizleşme ile beraber gelişen bir dinamik biçimini aldı.
Yapısal düzeyde yaşanan bu değişimlerin yansımalarını kurumsal düzeyde de izlemek mümkün. Kurumsal düzeydeki en önemli gelişme sermaye hareketlerinin dünya genelinde serbestleştirilmesi ve merkez ülkelerde finans alanında var olan düzenlemelerin yavaş yavaş ortadan kaldırılması oldu. Bu kurumsal dönüşümün ardında, sendikalar ya da devlet gibi dışsal unsurlar tarafından müdahale edilmediğinde, piyasaların kendi kendine dengeye geleceği ve istikrarlı bir ekonomik büyümenin sağlayacağı inancı vardı.[5]
Kendi kendine işleyen piyasaların tüm toplum için en iyi sonuç vereceği inancının en kuvvetli olduğu yer ABD idi. Bunda ABD’deki finans sektörünün dünya genelinde en büyük ve kuvvetli güç olması yanı sıra, kredi genişlemesine yani borçlanmaya dayanan tüketimin desteklenmesi amacı da önemli rol oynadı. Kredi genişlemesi, sadece ekonomik büyümeyi uyardığı için değil, aynı zamanda siyasi desteğe de tahvil edilebilmesi nedeniyle sistematik bir devlet politikası haline geldi ve bunun önündeki engeller yavaş yavaş ortadan kalktı. 1980’ler ve 1990’larda aşamalı olarak geçekleşen deregülasyon hamleleri 1999’da Glass-Steagall yasasının kaldırılması ile taçlandırıldı.[6] 1990’ların sonralarında oluşan Yeni Finansal Mimari (YFM) bu zeminin üzerine yükselmişti.


 YFM’nin özünü, ABD’deki yoksulların finans sistemine içerilmesi oluşturuyordu.[7] Finansal içerilme ağırlıklı olarak konut sektörü aracılığıyla gerçekleşti. YFM’nin oluşumunda finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları da önemli rol oynadı. Bu mekanizmalar aracılığıyla farklı vadeli ve farklı büyüklüklerdeki borçlar bir havuzda toplandı, yeniden dilimlendirildi ve bunlara dayanan yeni menkul kıymetler piyasaya sürüldü. Bu işlemlerin gerçekleşmesi, resmi bankacılık sistemi yanında gelişen ancak bankacılık sisteminin tabii olduğu düzenlemelerin dışında işleyen bir gölge bankacılık sisteminin gelişimi sayesinde hızlandı. YFM’nin önemli bir bileşeni kredi değerlendirme kuruluşlarıydı. Varlığa dayalı menkul kıymetlerin, özellikle emeklilik fonları ve kurumsal yatırımcılar gibi büyük oyuncular tarafından satın alınmasını mümkün kılan, menkul kıymeştirilmiş bu varlıkların güvenilir olduğunun tescil edilmesiydi. YFM’nin son ayağını sigorta şirketleri oluşturuyordu. Sigorta şirketleri, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından değerlendirilen varlıkların batması durumunda sigorta işlevi görecek yeni tip türev ürünler geliştirdiler. Böylelikle neredeyse iflas riskinin olmadığına inanılan bir sistem tamamlanmış oldu.
YFM, finansal inovasyon ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları kadar, yeni geliştirilen risk yönetimi tekniklerine de dayanıyordu.[8] Buna göre tek bir finans kuruluşu üzerindeki risklerin parçalanarak finans sisteminin diğer unsurları tarafından satın alınabilir hale getirilmesi ve böylelikle iflas riskinin dağıtılması, yeni risk yönetim tekniklerinin önemli bir uygulamasıydı. Ancak bu aynı zamanda YFM’nin çöküşünü hazırlayan “sistemik risk”in de temelini oluşturdu. Son olarak, YFM’nin oluşmasını mümkün kılan bir diğer unsur ise, 2000’li yıllarda krize kadar gelen süreçte faiz oranlarının düşük tutulmasıydı. 2000’lerin başında FED, hem resesyondan çıkmak hem de 11 Eylül’ün ekonomik sarsıntısını atlatmak için faiz oranlarını hızla düşürdüğünde, 1990’lar boyunca oluşan YFM’nin hızla gelişmesi için uygun ortam yaratılmış oldu.
ABD kökenli krizin Avrupa’ya ulaşması çok zaman almadı. Zira 1990’larda YFM aynı zamanda uluslararası düzeyde de kurulmuştu. Ancak uluslararası finansal bütünleşme düzeyinin artması, sistemin bir noktasında ortaya çıkan bir sorunun diğer noktalara sıçraması da kolaylaşıyordu. ABD’de çöken finansal sistemden ilk olarak burada yatırım yapmış olan Avrupa kökenli bankalar ve emeklilik fonları gibi kurumsal yatırımları yönlendiren şirketler etkilendi. Ancak krizin bu şirketlerin finans sisteminin tümden çöküşünü tetiklemesini engellemek için devletler devreye girdi ve bu firmaların borçları devlet tarafından üstlenilerek, kamu borcu hanesine yazıldı. Avrupa krizinin esas başlangıcı bundan sonra gerçekleşti. Kriz Avrupa’ya ulaştığında ölçek büyümüş ve firma iflaslarından devletlerin iflasları aşamasına geçilmişti. İlk örneği İzlanda’da başladı ama Avrupa krizinde fitili ateşleyen Yunanistan oldu.

Küresel Krizin Derinleşmesi ve 2014 Dönemeci
2014 yılına gelindiğinde, özellikle “yükselen piyasalar” olarak tanımlanan ülkelerin de etki alanına girmesiyle birlikte 2008’de başlayan küresel krizin coğrafi olarak dünyaya yayılması süreci tamamlanmış oldu. 2014, aynı zamanda küresel krizin derinleşmesi doğrultusundaki sinyallerin de güçlendiği bir yıl oldu. Küresel krizin derinleşmesinin en önemli göstergesi, dünya genelindeki önemli üretim üslerindeki ekonomik büyüme temposunun yavaşlamaya başlamasıydı. 2010’dan beri süren Çin’deki ekonomik büyüme istikrarlı bir şekilde yavaşlıyordu, 2014’te bu yavaşlamanın süreceği netleşti. Çin’e benzer bir şekilde, bir diğer önemli üretim üssü olan Almanya’daki ekonomik büyüme de 2010’dan beri aralıksız olarak azalmakta.[9] 2014, Avrupa genelinde ve Japonya’da da ekonomik büyümenin neredeyse resesyon sınırına geldiği, buna ek olarak gelişmekte olan ülkelerde de genel olarak ekonomik büyüme temposunun düştüğü bir yıl oldu. Büyüme temposunun düşmesi eğilimi dışında iki önemli gelişme daha 2014’e damgasını vurdu. Bunlardan ilki ABD’deki ılımlı toparlanmaya paralel olarak FED’in miktarsal genişleme politikasını sonlandırması, ikincisi de petrol fiyatlarında yaşanan sert düşüş idi.



Fed Kararları
ABD ekonomisindeki ılımlı toparlanma ve işsizlik rakamlarının kriz öncesi seviyeye gerilemesi üzerine FED 2014 yılı boyunca aşamalı olarak miktarsal genişleme programının sonlandırılması yönünde adımlar attı. ABD’deki toparlanmanın temel özelliklerinden biri, kriz sürecinde -zaten oldukça esnek olan- emek piyasalarının daha da esnekleştirilmesi idi. Bunun sonucunda gerçekleşen ekonomik canlanmadan zenginler faydalanırken, çalışan sınıflar reel ücret kayıplarını telafi edemediler. İşsizlik oranının azalması, artan ekonomik aktivitenin önemli göstergelerinden biri idi. Ancak işsizliğin azalmasına, emek piyasaasına katılım oranının düşmesi eşlik etti.
ABD büyümesiyle ilgili en önemli gelişme, büyümenin kredi artışına dayanmasıydı. Tıpkı 2000’lerin başında olduğu gibi faizlerin düşüklüğü, krizden güçlenerek çıkan YFM için uyarıcı bir işlev gördü ve kredi genişlemesi yani artan borçluluk, ABD toparlanmasının temel ögesi oldu. Ancak emek piyasalarının daha da esnekleştirilmesi ya da büyümenin borçlanmaya dayanarak gerçekleşiyor olması, niceliksel trendleri ölçen işsizlik ya da ekonomik büyüme gibi göstergeler açısından önemli değildi. Günün sonunda, bu göstergelere göre hareket eden FED 2008’den itibaren sürdürdüğü miktarsal genişleme programını aşamalı olarak sonlandırdı ve 2015 içinde faiz artırımına başlayabileceğini ilan etti.
2014’ün Ocak ayında FED açıklamaları sonrası yaşanan gelişmeler gelişmeler, FED’in faiz artırılımı gündemine alacağı 2015’in ikinci yarısı için de yol gösterici olabilir. FED miktarsal genişleme stratejisi dahilinde gerekleştirdiği varlık alımını Ocak 2014’ten itibaren 10 milyar dolar azaltmaya başlayacağını ilan etmişti. Bu haber üzerine, özellikle Türkiye, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerden büyük miktarlarda para çıkışı gerçekleşti ve uluslararası fonlar ABD piyasalarına giriş yaptı. Bu sürecin etkisi her bir ülkeye farklı bir şekilde yansısa da, ortak yön enflasyonun ve faizlerin aynı anda artmaya başlaması ve ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi idi.

Petrol Fiyatı
Küresel krizin 2014 dönemecine damgasını vuran ikinci önemli gelişme, yılın ikinci yarısında gerçekleşen petrol fiyatlarındaki sert düşüş idi. Petrol fiyatı Temmuz ile Aralık 2014 arasında yüzde 50’ye yakın düştü. IMF, petrol fiyatlarındaki düşüşün dünya ekonomisinin büyümesine 0.3 ile 0.7 arasında katkı yapabileceğini ilan etti ve bu düşüşün dünya genelinde ekonomik toparlanmayı hızlandırabilecek bir “iyi haber” olduğunu ileri sürdü.[10] Ancak petrol fiyatlarındaki düşüş, eğer küresel krizin derinleşmesinin bir göstergesi ise, bu IMF’in işaret ettiği gibi “iyi” değil “kötü” bir haber olarak yorumlanabilir. Buna ek olarak, her ne kadar petrol ithal eden ülkeler için fiyat düşüşü, maliyetleri azaltıcı etki yapacağı için olumlu olsa da, bu etki tek yönlü olmayabilir. Örneğin ABD’de olduğu gibi enerji firmalarının kayıpları, finansal sistemi zorlayacak denli büyük olursa, Ocak 2015 başında ilk emarelerini görmeye başladığımız ancak zamanla gelişebileeck beklenmeyen bir panik hareketini tetikleyebilir.[11]
Petrol fiyatları konusunda daha ilginç olan, talepteki daralmaya paralel bir arz azalması gerçekleşmemesi. Daha açık bir ifadeyle, küresel krizin derinleşmesinin etkilerini petrol talebinin azalmasından izleyebiliyoruz. Beklenilen, talep daralmasına karşı OPEC üyesi ülkelerin petrol üretimlerini kısmaları idi. Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan toplantıda beklenenin aksine fiyat düşmesine rağmen petrol arzının daraltılmasına yönelik bir kara alınmadı. Hatta Rusya ve Irak’ta petrol üretimi tarihi seviyelere ulaştı.[12]
Bu verilerden hareketle fiyat düşüşünü pür ekonomik düzeyde gerçekleşen bir hareketten çok, farklı aktörlerin güttükleri farklı stratejilerin bir sonucu olarak görmek gerekir. Aktörlerin stratejileri konusu açıkdığında ilk akla gelen ve en yaygın bir şekilde dile getirilen ABD’nin, tehdit olarak gördüğü ülkeleri cezalandırmak için geliştirdiği inisiyatifin bir parçası olarak petrol fiyatlarını düşürdüğüdür.[13] Her ne kadar sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde bu görüşün geçerli olabileceği izlenimi uyansa da, süreçteki neden sonuç zincirini takip edildiğinde, petrol fiyatlarındaki bu denli büyük bir harekete tek başına ABD’nin izlediği politika tercihlerinin neden olduğunu ileri sürmek zordur. Zira süreçte önemli aktörlerden biri olan Suudi Arabistan’ın, maliyet avantajı nedeniyle çok daha düşük bir petrol fiyatında dahi karlılığına devam edebilecek olması, fiyat düşüşlerinin tüm petrol üreticisi ülkeler açısından aynı etkiyi yapmayacağını gösteriyor.

2014’ün Lokal Krizleri
Son olarak 2014’te dört ülke ekonomisinin daha irili ufaklı ekonomik sarsıntı geçirdiğini not etmeliyiz. 2014’ün Haziran sonuna gelindiğinde Bulgar finans sisteminin dördüncü büyük bankasının batması üzerine başlayan finansal panik, Avrupa Komisyonu tarafından sağlanan 2.3 milyar avroluk bir destekle durdurulabildi. Brüksel’deki teknokratlar, Bulgaristan’daki sorunun “izole” bir gelişme olduğunu ileri sürse de, finansal sistemin bütünleşik yapısı nedeniyle kriz endişeleri yeniden canlanmış oldu.[14] Henüz Bulgaristan çalkantısının etkisi geçmemişken, Temmuz ayının ilk yarısında bu sefer Portekiz’in en büyük bankasının borsadaki işlemleri durduruldu ve merkez bankası sürece müdahale etmek zorunda kaldı. İşin garibi, Portekiz’deki bankacılık sistemi ve genel olarak ekonomi 2011’den beri fiili olarak IMF programları tarafından yönetiliyordu. Portekiz krizinin gösterdiği, 2014’e gelindiğinde Avrupa’nın genelinde uygulanan kemer sıkma politikalarının iflas etmiş olduğu idi.[15]
2014’ün Ağustos ayında ise Arjantin hükümeti ile uluslararası hedge fon yöneticilerinin yaptığı borç yapılandırma görüşmeleri sonuçsuz kalınca hükümet borçlarının bir kısmını ödemeyeceğini ilan etti.[16] Son olarak 2014’ün Aralık ayında Rus rublesinin sert değer kaybına yol açan sermaye hareketleri, Rus ekonomisinin büyük bir sıkıntıda olduğunun işaretiydi. Kamu gelirlerinin yarısını, ihracatın da üçte ikisini petrol ve gaz satışından elde eden bir ülke için, kuşkusuz yaşanan ekonomik sıkıntının en önemli nedeni petrol fiyatlarındaki düşüş idi. Batı’nın Ukrayna konusu ile ilgili koyduğu yaptırımlar zaten Rus ekonomisini zorlamaya başlamıştı. Ancak ekonomik büyümenin iyice yavaşladığı bir ortamda petrol fiyatları düşüşü, ekonominin küçüleceği beklentilerini artıırdı ve sermaye çıkışları süreci daha da kötüleştirdi.[17]

2015’e Kalan Çözülmemiş Sorunlar
2015 yılı için uluslararası ekonomik kurumlar tarafından yapılan tahminlere bakarak, önümüzdeki yıl için de 2014 dönemeciyle belirginleşen ana trendlerin devam edeceğini öngörebiliriz. Bunun anlamı küresel krizin etkilerinin derinleşerek süreceğidir. Avrupa Birliği Merkez Bankası’ndan gelen, krizden çıkmak için ne gerekiyorsa yapılacağı yönündeki açıklamaya rağmen[18], çoktan deflasyon ve resesyonun eşiğinde olan Avrupa ekonomileri için 2015 pek umut verici bir yıl olarak görülmüyor. Buna ek olarak Yunanistan’daki erken seçim kararı sonrasında, 25 Ocak’ta yapılacak parlamento seçimlerde kemer sıkma politikalarına karşı olduğunu ilan eden radikal sol parti Syriza’nın olası iktidarı, Avrupa’da krizin gidişatı açısından yeni bir kırılmaya işaret edebilir.[19]
Alman sermayesinin başını çektiği iktidar bloğunun formüle ettiği kemer sıkma politikaları sonucunda ekonomik durgunluğun eşiğine gelen Avrupa ekonomilerine ek olarak doğuda Çin’den gelen haberler de 2015’in parlak bir yıl olmayacağını ortaya koyuyor. Uzun yıllardır süren yüksek büyüme temposu 2007’de kırılan ancak 2010’dan sonra istikrarlı bir tempo azalışı sürecine giren Çin’de 2015 için yüzde 7 civarında bir ekonomik büyüme bekleniyor.[20] Japonya’daki beklentiler ise daha çok Avrupa’dakilere paralellikler gösteriyor. Son olarak, dünyanın diğer coğrafyalarından farklı olarak ABD'nin ekonomik büyüme trendini sürdürmesi bekleniyor ancak bu, 2008 krizinin etkilerinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Yukarıda işaret edildiği gibi, ABD ekonomisi açısından en önemli risk, düşük faiz oranları ile çalışan YFM’nin faiz artışı ortamına sorunsuz uyum sağlayıp sağlayamayacağı konusu.
Uluslararası fon çıkışları sonrası faizleri yükseltmek zorunda kalan ülkeler için büyüme oranının giderek daha da yavaşlamaya başlaması, 2014 dönemecinin önemli bir parçasıydı. Dolayısıyla Ocak 2014’te yaşananlar, 2015 veya sonrasında FED’in alacağı bir faiz artırımı kararının etkilerinin neler olabileceğini göstermiş oldu. Görünen en önemli etki, küresel düzeyde değerlenmek için yüksek getiri arrayan fonların ABD’ye geri dönmeye başlayacağı ve bunun sonucunda piyasasından para çıkışı olan ülkelerde ekonomik büyüme temposunun daha da düşeceğidir. Dolayısıyla 2014’te küçük bir provasını gördüğümüz gelişmeler, özellikle 2015’in ikinci yarısından sonrası için küresel krizin gelişeceği alanları da işaret etmektedir.


2015 açısından takip edilmesi gereken bir diğer gelişme, Çin’in Rusya’daki kriz sonrasında yaptığı kurtarma paketi önerisinin ileride başka ülkeler için de tekrarlanıp tekrarlanmayacağıdır.[21] Gerçekten de Çin’in yaptığı bu öneri basit bir döviz takası değildi, öneri dünya genelinde son borç verme mercii işlevi yürüten IMF gibi bir kurumun işlevlerini ikame edecek nitelikteydi.[22] Çin’in Arjantin ve Venezuela ile yaptığı benzer anlaşmalar da göz önüne alındığında, enerji kaynakları açısından zengin olan Rusya’nın ekonomik sıkıntılarını Çin desteği ile aşması durumunda, hem dünyada dolar hakimiyeti dışında gelişen ekonomik alan daha da büyümüş olacak, hem de 1945 sonrası ABD öncülüğünde kurulmuş olan Bretton Woods sistemine alternatif bir finansal sistemin ilk belirtileri uç vermiş olacak.[23] 2015’te ABD hegemonyasının gerilemesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değil. Ancak Çin’in uluslararası finans sistemine verdiği sinyaller, önümüzdeki dönemde ABD hegemonyası içindeki çatlakların arasının biraz daha açılabileceğe işaret ediyor.

2015’te Türkiye Ekonomisi: AKP’nin Talihi Sürüyor!
Türkiye ekonomisi için 2008 krizi sonrası dönem, küresel krizin gelişiminin izlerinin takip edilebileceği bir süreç olarak gerçekleşti. Krizin hemen ertesinde yabancı sermaye girişi sayesinde gerçekleşen rekor ekonomik büyüme rakamlarından sonra 2012’den itibaren ekonomik büyüme temposu hız kaybetmeye başladı. Kriz sonrasında uygulamaya konulan program, inşaat ve enerji sektörlerine dayanıyor ve iç pazarın olanaklarını daha geniş bir şekilde kullanmayı hedefliyordu. Bunu mümkün kılacak makro ekonomik çerçeve ise faiz oranlarının düşürülmesi sayesinde gerçekleşebildi. Faizin düşürülmesi sayesinde gerçekleşen kredi genişlemesi, kriz sonrası ekonomik büyümenin motoru oldu. 


 Ancak bu politika iki temel sorunla karşılaştı. Sorunlardan ilki, FED’in krizden çıkış için uyguladığı genişleme politikası nedeniyle sermaye girişlerinin bol olduğu bir dönemde faizler düşürülebiliyor, ancak faiz oranlarının düşük tutulması durumunda artan kredi genişlemesi, aynı zamanda finansal istikrarı tehdit ediyordu. Bu riske karşı uygulamaya konulan makro ihtiyati tedbirler, artan cari açığı dizginlemek için para akımlarını yavaşlayıcı önlemler almayı ve kredi genişlemesini daraltmayı amaçladı. Ancak makro ihtiyati tedbirlerin dolaysız sonucu ekonomik büyümenin yavaşlaması oldu.
İkinci temel sorun, faizin düşük tutulabilmesinin büyük ölçüde uluslararası finans sisteminde borçlanma maliyetlerinin azalmasına, yani FED’in miktarsal genişleme politikasına bağlı olmasıydı. Bu nedenle FED politikasının değişmeye başladığı Mayıs 2013’ten itibaren, TCMB için faizleri düşük tutmak giderek zorlaşmaya başladı. Nitekim TCMB’nin Ocak 2014’te yaptığı zorunlu müdahale, sermaye çıkışlarının gerçekleştiği bir ortamda, faiz oranını aşağıda tutma ısrarının dövizin hızla değerlenmesine neden olabileceği göstermiş oldu. Eylül 2014’te geldiğimizde, döviz açısından TCMB’nin Ocak kararlarının etkisi ortadan kalktı, bununla birlikte daha düşük bir büyüme ve daha yüksek bir işsizlik oranı ile karşılaştık.
2015 için ekonomi yönetiminin temel sorunu, uluslararası piyasalarda borçlanmanın maliyetinin geçtiğimiz yıllardaki kadar ucuz olmayacağı bir döneme girilecek olmasıdır. Ancak bu sorun sadece Türkiye’ye ait bir problem değildir. Bir anlamda FED’in krizden çıkış stratejisinin Türkiye gibi ülkeler açısından anlamı, kötü senaryoda krizin bu ülkelere transferi, iyi senaryoda ise düşük büyüme döneminin başlamasıdır. Hükümet çevreleri, bu olumsuz baskıyı, petrol fiyatlarındaki düşüşle ve Avrupa Merkez Bankası tarafından uygulanacağı ilan edilen miktarsal genişleme ile dengelemeyi hedefliyor.
Haziran 2015’te yapılacak genel seçimler açısından süreci değerlendirdiğimizde, ekonomi yönetiminin elinin Haziran’a kadar daha serbest olacağını öngörebiliriz. Bunun birkaç nedeni var. İlki petrol fiyatlarındaki düşüşte etkili olduğu görülen arz fazlasının giderilebileceği en yakın OPEC toplantısının Haziran 2015’te olması. İkincisi de FED’in faiz artımına gitmek için aceleci davranmayacağı yönündeki sinyallerin kuvvetlenmesi. Haziran’daki OPEC toplantısında geçtiğimiz toplantının aksine, petrol üretiminde daralmaya gidileceği bekleniyor. Eğer beklentiler gerçekleşirse, bu gelişmenin FED’in faiz artırma kararları ile çakışması gündeme gelebilir. Bu durumda petrol ithalatçısı olan Brezilya, Hindistan, Türkiye ya da Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkeler için ekonomik büyümeyi pozitif düzeyde tutmak giderek zorlaşabilir. Ancak bu iki gelişmenin etkilerinin 2015’in ikinci yarısından başlamak üzere, yani Haziran seçimleri sonrasında yoğunlaşacağını not edelim.
Ekonomi yönetiminin seçimler açısından diğer avantajı, 2015’in ilk yarısında gerek petrol fiyatları, gerekse baz etkisi nedeniyle enflasyonun düşebileceği beklentisidir. Bu olasılık, seçim öncesinde faiz indirimine gitmek için bir aralık yaratabilir. Faizlerin düşürüldüğü bir ortam ise yeniden kredi genişlemesini ve inşaat sektöründeki büyümenin hızlanmasını tetikleyerek, hükümet açısından seçimlerde ekonominin sorun yaratan bir unsur olarak şekillenmesini engelleyebilir.
Ancak ekonomi yönetiminin elini seçimlere kadar rahatlatacak olan yukarıda sıraladığımız unsurların en önemli özelliği, bunların hiçbirinin kontrolünün hükümetin elinde olmamasıdır. Daha açık bir ifadeyle ilk altı ayda ekonominin büyük bir sorun çıkmadan idare edilebilmesi, hükümetin izlediği ekonomi politikası sonucunda elde edilmiş bir başarıdan ziyade, petrol fiyatları, FED kararları, Avrupa’daki miktarsal genişleme ya da baz etkisi gibi dış etkenler sonucunda gerçekleşecektir. Dolayısıyla önümüzdeki seçimler için, en azından ekonomik durum açısından talih bir kez daha hükümetin yüzüne gülebilir. Ancak yukarıda sıraladığımız unsurların 2015’in ikinci yarısından sonra Türkiye ekonomisini yeniden bir ekonomik kilitlenmenin eşiğine getirmesi sürpriz olmayacaktır.



[1] Ümit Akçay, New York Universitesi
[2] Bu üç düzeyli analizin detayları için bkz: Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, 2014, Ankara: Notabene Yayınları.
[3] Özgür Orhangazi, Financialization and the US Economy, 2008, Cheltenham, UK ve Northampton, US: Edward Elgar.
[4] Robert Brenner, Economics of Global Turbulence, 2006, London ve New York: Verso.
[5] Alan Greenspan, The Age of Turbulence, 2007, London ve New York: The Penguin Press.
[6] Leo Panitch ve Sam Gindin, The Making of Global Capitalism, 2012, London ve New York: Verso.
[7] Akçay ve Güngen, Finansallaşma Borç Krizi ve Çöküş, s. 73.
[8] Dick Bryan ve Michael Rafferty, Capitalism with Derivatives, 2006, New York: Palgrave Macmillan.
[9] OECD, “OECD Composite Leading Indicators”, 8 Ekim 2014, Paris. Erişim: http://t.co/Qy8pYFizLt
[10] Rabah Azeki ve Oliverclanchard, “Seven Questions about the Recent Oil Prce Slump”, IMF, 22 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/CmNriz
[11] Michelle F. Davis and Callie Bost, “S&P 500 Heads Toward 4-Day Drop as Energy Shares Slump With Oil”, Bloomberg, 5 Ocak 2015, Erişim: http://goo.gl/0ipuAn
[12] Anna Andrianova and Grant Smith, “Russia and Iraq Supply Most Oil In Decades Amid 2015 Glut”, Bloomberg, 2 Ocak 2015, Erişim: http://goo.gl/shIUQe
[13] Anthony Zurcher, “Is the oil crash a secret US war on Russia?”, BBC News, 16 Ekim 2014, Erişim: http://goo.gl/CdPGXr
[14] Ümit Akçay, “Kriz Sürüyor, Bu Sefer Bulgaristan”, Kriz Notları, 1 Temmuz 2015,  Erişim: http://goo.gl/cXszC5
[15] Ümit Akçay, “Sıradaki Kriz Gelsin: Bu sefer Portekiz”, Kriz Notları, 10 Temmuz 2015, Erişim: http://goo.gl/XtMqrE
[16] Ümit Akçay, “Arjantin Akbabalara Karşı”, Kriz Notları, 2 Ağustos 2015, Erişim: http://goo.gl/BN20f4
[17] Ümit Akçay, “Küresel Kriz ‘Derinleşirken’: Rusya Ekonomisi Çöktü!”, Kriz Notları, 17 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/BXZPPZ
[18] ECB, “Speech by Mario Draghi, President of the European Central Bank”, Global Investment Conference, 26 Temmuz 2012, Londra, Erişim: http://goo.gl/lSyggI
[19] Ali Rıza Güngen, “Syriza ve Muhtemel Borç Konferansı”, Kriz Notları, 30 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/wzJlEF
[20] Sharon Chen, “Slow China Growth, Uneven Global Recovery Hampers Singapore's Economy”, Bloomberg, 1 Ocak, 2015, Erişim: http://goo.gl/nu9A1j
[21] William Pesek, “China Steps In as World's New Bank”, Bloomberg, 25 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/ey3a0m
[22] Mark Adomanis, “The Ruble Crisis, Russia, And China”, Forbes, 23 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/phe8J9
[23] Ye Xie, “Ruble Swap Shows China Challenging IMF as Emergency Lender”, Bloomberg, 22 Aralık 2014, Erişim: http://goo.gl/7MYzW7
 ------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazının bir versiyonu daha önce Perspectives dergisinin 11. sayısında (s.9-15) yer aldı. Erişim: http://tr.boell.org/tr/2015/03/24/kuresel-krizin-2015-manzarasi-ve-turkiye-ekonomisi