Ekonomi yönetimi, 10 Ağustos günü TL’nin yüzde 15’i aşan değer kaybından sonra, takip eden Pazartesi (13 Ağustos 2018) gününden itibaren sürece müdahale etmeye başladı. Bu yazıda, beş madde ile krizin gidişatını özetledikten sonra, ekonomi yönetiminin krize müdahale patikasını belirleyen yapısal sınırlara değineceğim. Böylelikle, mevcut iktidarın faiz politikasının ‘ekonominin gereklerini bilmek’ ile ilgili olmadığını bir kez daha vurgulama fırsatı bulmayı umuyorum.
1. Yapısal Kriz Sürüyor
Müdahalelerin ilki, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) swap işlemlerini kısıtlaması oldu. Bunun temel mantığı, TL’deki hızlı değersizleşmeyi önlemek üzere, bankalar tarafından gerçekleştirilen TL ile döviz arasındaki takas işlemlerinde TL arzını azaltmak idi. Böylelikle, yurt dışına TL fonlaması kısılarak değersizleşmesinin önlenmesi sağlanmaya çalışıldı. Bu önlemin yan etkisi, 2 yıllık borçlanma faizinin rekor düzeye çıkması oldu.
Yani, TL’deki değersizleşmenin durması, buna karşın faizin artması, yapısal krizin aşıldığını değil sürdüğünü gösteriyor ve dış politika alanındaki 'olumlu' haberlerin Türkiye ekonomisinin 'döviz-faiz kıskacından' çıkması ile ilgisi yok.
2. Örtülü Faiz Artışı
İkincisi, TCMB’nin yaptığı ‘örtülü faiz artışı’ idi. 10 Ağustos’ta 17.86 olan TCMB Ağırlıklı Ortalama Fonlama Maliyeti (AOFM), 17 Ağustos’ta 19.25’e yükseldi. Hatırlanacak olursa, 24 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde, II. Londra Seferi’ne çıkarken Mehmet Şimşek’in çantasındaki en önemli kozlardan biri, merkez bankasının gerçekleştirdiği ‘sadeleştirme’ adımı idi.
Bir başka değişle, merkez bankası, 2017 başından itibaren uyguladığı ‘örtülü faiz artışı’ yöntemini bırakmış ve politika faizini tekrar 1 haftalık repo olarak belirlemişti. Şu anda yapılan ise, yeniden ‘örtülü para politikasına’ dönüş anlamına geliyor. Politika faizi tekrar AOFM olmuş durumda ve bu yolla fiili olarak faiz artışı yapılmış oldu.
3. ‘Sopasız Havuç’
Üçüncü önlem, Sanayi Bakanlığı tarafından ilan edilen 16 maddelik destek paketi idi. Adeta adı konulmamış bir ‘ithal ikameci’ stratejinin parçası olduğu izlenimi veren destek paketinin odağında KOBİ’ler var. Özellikle ithal edilen ara malların yurt içinde üretilmesi hedefleniyor. Ancak, daha önce başka bir yazıda belirttiğim gibi, bu gibi hamleler, merkezi bir koordinasyondan yoksun olarak yapılıyor. Daha da önemlisi, yatırımların üretken olmayan alanlardan üretken alanlara yönlendirilmesi konusunda bir ‘sopa’ olmadan sadece ‘havuç’ vermek, çoğu zaman etkisiz bir yöntemdir.
Bir başka ifadeyle, cezalandırıcı önlemlerin yokluğunda teşvikler, sermaye kesimlerine bir kaynak aktarma mekanizması olmaktan öteye gitmez. Bu çerçevede düşündüğümüzde, Sanayi Bakanlığı’nın, KOBİ’lerce temsil edilen sermaye kesimlerine kaynak aktarmaya hazırlandığını, yani bu kesimler için bir kurtarma planı hazırladığını söyleyebiliriz.
Sanayi Bakanlığı’na ek olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın da, KOBİ’leri merkeze alan yeni bir kredi paketi üzerinde çalıştığını anlıyoruz. İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç, yeni hazırlanan kurtarma planını, "hükümetin bugüne kadar aldığı tüm önlemlerin başarısını garanti eden bir sigorta" olarak nitelerken, esasında, kendilerinin kurtarılmaması durumunda ekonomi yönetiminin aldığı diğer önlemlerin amacına ulaşmayacağını da ifade etmiş oldu.
4. İnşaat Sektörünü Kurtarmak
Dördüncüsü, konut sektörünü kurtarma planının hazırlıklarının başlaması oldu. Bildiğiniz gibi, konut sektörü, neoliberal popülizmin temel dayanaklarından biri olan faizlerin düşük tutulabilmesi zemini üzerinde yükseldi. Dolayısıyla döviz krizinden kaçmak için faizlerin artırılması seçeneğinin ilk vuracağı yer burası olacaktır. Bu çerçevede, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, satılamayan konutlardan oluşan bir ‘ortak varlık havuzu’ oluşturarak, yeniden canlandırılacak olan Emlak Bankası marifetiyle esasında batık olan inşaat firmalarını kurtarmaya çalışacak.
5. Bankacılar Sanayicilere Karşı
Sonuncusu ise, krizin maliyetinin bankacılık ile sanayi arasında nasıl bölüştürüleceği ile ilgili idi. Bu çok kritik bir konu. Zira, daha kur şokları henüz döviz krizine dönüşmemişken, önemli büyük firmalar 24 milyar doları aşan bir borç yapılandırması yapmışlardı. Döviz krizi sonrasındaki en önemli konu, bankacılık sektörün istikrarının korunabilmesidir. Ekonomi yönetimi de bu konu üzerinde hassasiyetle duruyor. Ancak konunun diğer boyutu, döviz krizi nedeniyle ortaya çıkan maliyetin taraflar arasında nasıl paylaştırılacağıdır.
Bu konuda, 15 Ağustos’ta çıkan ‘Finansal Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması Hakkında Yönetmelik’e göre, BDDK ve Türkiye Bankalar Birliği (TBB) görevlendirilmiş. Yönetmeliğin amacı şöyle tanımlanmış:
‘Türkiye’de faaliyette bulunan bankalar, finansal kiralama şirketleri, faktoring şirketleri ve finansman şirketleri ile kredi ilişkisinde bulunan borçluların bu kuruluşlar nezdindeki kredi borçlarına ilişkin olarak, çerçeve anlaşma ve sözleşmeleri kapsamında alınacak tedbirlerle, geri ödeme yükümlülüklerini yerine getirebilmelerine ve istihdama katkıda bulunmaya devam etmelerine imkân verilmesini sağlamaktır.’
Ancak Yönetmelikte yükün taraflar arasında nasıl bölüştürüleceği ile ilgili bir hüküm yok. Bu konu, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 17 Ağustos günü yaptığı açıklama ile yeniden güdeme geldi. Bakanlık açıklamasında, -mealen- zor duruma düşen sanayicilerin kurtarılmasına öncelik verileceği ilan edildi. Ancak aynı gün Bakanlıktan yapılan ikinci bir açıklama ile sabahki açıklamanın ‘Türkiye Bankalar Birliği Yönetim Kurulu tarafından üyelerine tavsiye niteliğinde alınan kararlar’ olduğu belirtildi.
Bu karmaşanın nedeni, döviz krizi sonucunda firma iflaslarını önlemeye çalışan hükümetin bankalardan kredi kanallarını açık tutmasını istemesi. Ancak sanayicilerin kurtarılması durumunda bankacılık sektörünün bu maliyeti kaldırması giderek daha zor hale gelebilir. Kısacası, döviz krizinin maliyetinin kimin üstleneceği konusu, ekonomi yönetimi önümüzdeki dönemde en çok zorlayacak konulardan biri olacak. Zira, Kemal Can’ın da işaret ettiği gibi, önümüzdeki dönem ‘kaybı paylaştırma, zararı bölüştürme ve korunacakları seçme dönemi’.
Önemli Olan Kimin Kurtarılacağı
Geçtiğimiz günlerde Uğur Gürses, Twitter hesabında şu anekdotu aktardı: ‘1993'te Başbakan Süleyman Demirel Merkez Bankası Başkanı Rüşdü Saracoğlu'na söyler: "5 puan yüksek faizi vatandaşıma anlatırım; döviz bittiyi anlatamam".’ Bunun günümüzdeki versiyonu şu olabilir: 'döviz nedeniyle batan olursa kurtarırım ama faiz daha da yükselirse batacak olanlar beni de batırabilir'.
Hemen hatırlatmak gerekir ki, ekonomi yönetiminin bu tercihi yeni değil. 30 Ocak 2017’de, aşağıdaki satırları yazdığımda, bugünküne benzer bir durum vardı:
‘Bu tablodan anlaşılan, hükümetin, sonuçları itibariyle faizdeki artışı, dövizdeki artıştan daha tehlikeli gördüğüdür. TL’deki değersizleşme, daha yüksek faiz uğruna geçici de olsa engellenebilir. Ancak bu ekonomik durgunlaşmanın daha da kötüleşmesine, işsizlik artışının sıçramalar yaparak sürmesine neden olabilir. Buna karşın dövizdeki artışın, döviz borçlusu olan firmaları zora sokma ve enflasyon artışı gibi etkileri var.’
Şu anda ekonomi, 2017 başına göre çok daha kötü durumda. 2017 ve 2018’deki referandum ve seçim galibiyetlerinin faturası olarak hem faiz hem kur, hızla arttı. Ancak ekonomi yönetiminin yine benzer bir seçim yapması muhtemel.
Bu konuda son bir hususa değinmek istiyorum. Kriz atmosferi, sermaye kesimleri ile iktidar arasında yeni bir ittifak zemini oluşturmuştur. Bunu mümkün kılan, kriz ortamında maliyetin kimin üzerinde kalacağı ya da kimin kurtarılacağının çok daha önemli hale gelmesidir. Kurtarma planına dahil edilme karşılığında siyasi destek, pazarlığın önemli bir unsurudur. Faiz artışı gibi konuları, egemen sınıf içi bu müzakereler sonucunda ortaya çıkan teknik kararlar olarak görmek gerekir. Konunun, iktidarın ‘ekonomi biliminin gereklerini’ bilmesi ya da bilmemesi ile ilgisi yoktur.
Yeni ‘Çılgın Proje’, Avrupa’nın Çin’i Olmak Mı?
Mevcut döviz krizinin varacağı boyutları kestirebilmek için, dış politika alanındaki belirsizliklerin netleşmesi ve Eylül başında açıklanacağı ilan edilen Orta Vadeli Plan’ın içeriğini görmemiz gerekiyor. Ancak görünen o ki küçük ölçekli ve TL ile borçlanmak zorunda olan sermaye kesimlerini korumak için faizi artırmaması, döviz krizi ile sonuçlansa dahi, kurtarılan sermaye kesimleri üzerine bina edilen yeni bir stratejiye yol açabilir.
Tıpkı 1980’lerin başındaki otoriter yönetim altında reel ücret baskılamasıyla ihracat patlamasının hedeflenmesi gibi, AKP’nin de yeni ‘çılgın projesi’ TL’deki değersizleşmenin reel ücret baskısı ile birleştirilerek ihracat çekişli bir ekonomik toparlanma olabilir. ‘Avrupa’nın Çin’i olmak’ zaten epeydir konuşulan bir proje idi ancak buna TL’nin değerli olması engel oluyordu. Döviz krizi, buna vesile olabilir.
***
Bu yazı, 21.08.2018 tarihinde Gazete Duvar’da yer aldı. Erişim: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/08/21/krizin-gidisati-ve-kurtarma-planinin-icerigi/