Mayıs 2016'da Express Dergisi'nde yayımlanan değerlendirmemizi Kriz Notları okuyucuları için buraya aktarıyoruz:
Güney Manhattan’daki küçük bir parka yapılan çağrının bu kadar çok ses getireceğini hiç kimse tahmin edemezdi. ABD’deki krizin faturasını ödemek istemeyenler, 17 Eylül 2011’de, Zucotti Park’ta toplanmaya başladığında, çağrıyı yapanlar dahi ne olduğunun farkına varmakta zorlanmıştı. Günlerce süren “işgal” eylemi polisin müdahalesiyle son buldu. Ancak, #OccupyWallStreet eylemleri 2008 krizi sonrasında geniş toplum kesimlerinde biriken hoşnutsuzluğun giderek artmakta olduğunu gösterdi.
2011 sonrası küresel ekonomik krizin yarattığı “eğik düzlemde” ortaya çıkan toplumsal kabarışın son halkası Fransa’daki “gece eylemleri” ile inişli çıkışlı da olsa sürüyor. Karşımızdaki temel soru şu: Krize neden olan ekonomi politikaları, kriz sırasında tam bir çöküntüye yol açmasına rağmen neden kriz sonrasında da uygulanmaya devam ediyor? Bu soruya iktisadi alandan ya da siyaseten farklı yanıtlar verilebilir. Ancak, burada bizim vurgulayacağımız husus, ekonomi politikası değişimlerinde etkili olanın kriz anındaki toplumsal güç dengesi olduğudur.
Kriz sonrasında emek reformları ve iktidar değişiklikleri
2008 krizi sonrasındaki çöküş, emek piyasasında büyük bir daralmaya yol açarak Küresel Kuzey’de ve geç kapitalistleşen çok sayıda ülkede işsizliğin artışına neden oldu. Kapitalist merkezlerdeki politika tepkilerinin geç kapitalistleşen ülkelere sermaye girişlerini tetiklemesi ve Çin’deki yüksek büyüme oranlarının kamçıladığı hammadde talebi, işsizlik sorununun ikinci ülke grubunda kapsanmasının yolunu açarken ABD ve Avro Bölgesi’nde iki ayrı yol gözlendi.
ABD’de, 2010’dan itibaren istikrarlı bir şekilde azalan işsizlik verileri incelendiğinde, esnek emek piyasasının olanaklarını kullanan sermayedarların hem yüksek ücretli çalışanları çıkarma hem de yarı-zamanlı çalışma biçimini yaygınlaştırma eğiliminde olduğu görülüyor. Üstelik, 2008 krizi ile birlikte işgücünün nüfusa oranı da kaydadeğer bir şekilde (yüzde 66’dan yüzde 62 seviyesine) azalmıştır. Başka bir ifadeyle, emek piyasasının dışına itilenler yeni koşullar altında aktif işgücüne katılamamışlardır.
Avro Bölgesi’nde de yarı-zamanlı çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması ve güvenceli istihdamın marjinalleştirilmesi doğrultusunda adımlar atılmıştır. Güney Avrupa ülkelerinde, emeklilik yaşının değiştirilmesinden maaş artışlarının durdurulmasına, birçok reform gündeme gelmiş ve onanmıştır. İş Kanunu’nda çalışma saatlerinin artışı, fazla mesai ücretinin düşürülmesi ve esneklik doğrultusundaki girişimlerin geri çekilmesi talepleriyle yaygınlaşan #nuitdebout hareketinin Fransa’da yakın zamanda bir örneğini verdiği üzere, bu reformlar ABD’ye göre çok daha yoğun bir şekilde direnişle karşılanmıştır.
Avro Bölgesi’nin bir farklılığı da haksız gerekçeyle işten çıkarmada işveren yükümlülüğünü ortadan kaldıran düzenlemelerden, sermayenin emek maliyetlerini kısmen üstlenen reformlara, birçok düzenlemenin, işsizlik rakamlarının politika yapıcıların hedefleri doğrultusunda düşürülmesine yol açmamasıdır. Avro Bölgesi’nde 2012’de yüzde 0,9’a varan ekonomik daralma ve takip eden dönemde yaşanan deflasyon periyodlarının bu sonuçta etkisi olsa da, esnekleşme ve sermayenin maliyetlerini üstlenme yönlü girişimlerin ekonomik toparlanma ve istihdam yaratacağı argümanının temelsizliği bir kez daha kanıtlanmıştır.
Bu koşullar altında büyük toplumsal çalkantılar ve iktidar değişiklikleri taleplerinin artışının görülmesi olağandı. Nitekim acampados oluşumundan occupy hareketlerine meydanlara çıkma ve kamusal tartışmayı genişletme uğraşına tanık olduk.[1] Bu isyankâr dalga kadar, krizin getirdiği siyasi yıpranma da parlamento yapılarının değişmesine vesile oldu.
Florence Bouvet ve Sharmila King’in derlediği verilere göre, 27 OECD ülkesinde 2008’den 2013 ortasına kadar gerçekleşen 35 parlamento seçiminde iktidar partisinin oyunu koruduğu ya da artırdığı örnek sayısı sadece 7 oldu.[2] İktidar partileri ya da koalisyon yapılarında değişime karşın söz konusu farklılaşma politika yapım süreçlerinde ve emek reformlarında bir değişime neden olmadı.
Kısacası, Avro Bölgesi’ndeki direniş dalgası ve daha geniş bir düzlemde Arap Baharı’nın ve aralarında Brezilya ve Türkiye’de hükümet karşıtı ayaklanmaların da yer aldığı iktidar karşıtı hareketler radikal bir dönüşüm yaratamadılar. Küresel ölçekte bu isyan dalgası 2013’ten itibaren geri çekilirken emek örgütleriyle organik bağları zayıf parti ve hareketler kazandıkları başarıları emek yanlısı bir dönüşüm için kullan(a)madılar. En trajik örnek olarak kemer sıkma ve krizin maliyetini emeğe yükleme programına radikal karşı duruş sergileyen Syriza’nın Troyka’ya teslimiyeti ve çoğu vaatini altı ay içinde çiğnemesi gösterilebilir.
Söz konusu geri çekilme, ücretli emeğin haklarını reformist vurgularla savunan politikacıların ya da kemer sıkma karşıtı yeni partilerin seçim başarılarıyla kristalize olurken, geç kapitalistleşen ülkelerden sermaye çıkışlarıyla da çakıştı. Latin Amerika’da, Arjantin’de sağcı lider Macri’nin başkanlığa yerleşmesi ya da Brezilya’da Rousseff iktidarının altının daha da oyulması iktidar değişikliklerinin tersten bir şekilde de gerçekleştiği ve kriz sırasında daha da yıpranan reformist (sorunlu bir nitelemeyle postneoliberal olarak da adlandırılan) blokların sağcı/neoliberal ittifaklara yerlerini bırakmakta olduğunu söylemeyi mümkün kıldı. Bu sürecin getirisi belirsiz olmakla birlikte, söz konusu Latin Amerika ülkelerinde ücretlilere ve artık nüfusa[3] yapılan sınırlı kaynak aktarımlarının da giderek aşınmasını beklemek makûldür.
Krizin doğrultusu: Daha fazla neoliberalizm
Kısa değinmelerle ABD, Avrupa ve Latin Amerika için çektiğimiz fotoğraf, kriz sonrasında ortaya çıkan toplumsal kabarışın, etkili sonuçlar üretemediğini gösteriyor. Bu başarısızlık sadece krize neden olan ekonomi politikalarının sürmesine neden olmuyor, aynı zamanda krizin maliyetinin emekçiler üzerine yıkılmasını da mümkün kılıyor. Bu çerçevede, 2008’de patlak veren küresel ekonomik krizle birlikte ekonomi politikalarında bir değişikliğe gidilmediği, yaşanan sürecin “daha fazla neoliberalizm” başlığıyla özetlenebileceği görülüyor.
2008 krizi, kapitalizmin tarihindeki büyük krizlerle karşılaştırıldığında ilginç bir seyir izliyor. Örneğin, 1929 ile 1970’lerdeki krizlerde, kriz öncesi ve sonrasında kritik değişimler izlenirken 2008 krizinde böyle bir değişim göremiyoruz.
1929 krizi Keynesçiliği ve sonrasında da erken kapitalistleşmiş ülkelerde sosyal devlet ya da refah devleti uygulamalarını, geç kapitalistleşmiş ülkelerde ise ithal ikameci birikim modellerini gündeme getirmiş, bu dönem kapitalizmin “altın çağı” olarak adlandırılmıştı. 1970’li yıllardaki kriz sonrasında ise, bugün içinde yaşadığımız neoliberal politika demeti formüle edildi ve bir önceki (Keynesyen ya da ithal ikâmeci) dönemin yapı, kurum ve politikaları tasfiye edildi.
Bu çerçevede, 2008 krizinin 1929 ya da 1970’lerdeki krizlerden çok 1870’li yıllardaki krizle benzerlik taşıdığı ileri sürülebilir. Gerçekten de, 1870’lerdeki krizin öncesi ve sonrasında da –tıpkı 2008’de olduğu gibi– 1929 ya da 1970’lerde yaşanan önemli ekonomi politikası değişimlerini göremiyoruz. “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş” kitabımızda, krizlerin sonucunda ekonomi politikasında değişiklik yaşanıp yaşanmayacağını, yaşanacaksa da bunun ne yönde olacağını öngörebilmek için toplumsal güç dengelerine, özel olarak da emek hareketinin ve toplumsal muhalefetin gelişkin olup olmadığına bakmak gerektiğini önermiştik. Sürece böyle bakınca, 1929 öncesinde işçi hareketinin ve toplumsal muhalefetin yükseliş döneminde olduğunu, 1970’li yıllarda ise (özellikle 1968 sonrasında) hareketin düşüşe geçtiğini görüyoruz.
Kısacası, toplumsal güç dengelerinin yönetilenler aleyhine kurulduğu durumlarda ekonomi politikalarının (i) kriz sırasında zaten emek hareketi güçsüzse, sermaye çevrelerinin de bir alternatif politik projesi bulunmuyorsa, mevcut politikanın devamı (2008 ve sonrası), (ii) kriz sırasında hareket geriye çekilme aşamasındaysa, mevcut politikanın sermaye lehine çevrilecek şekilde değişmesi (1970’lerdeki kriz) sonuçlarının ortaya çıktığını görüyoruz.
Dünya genelinde emek hareketi, 2008 krizine gerileme aşamasındayken yakalandı. Kriz sonrasında ise kuvvetli itirazlar gelse de, bunlar süreklileştirilemediği için yaşanan isyanlar saman alevi gibi söndü ve krizin doğrultusu daha fazla neoliberalizm olarak şekillendi. Daha genel bir soyutlamayla, ülke örneklerinin üzerinde, genel bir gidişat söz konusu. Ve bu gidişatın üç temel nedeni olduğu ortada: Örgütsel güçsüzlük, alternatifsizlik ve neoliberal otoriter devletin yükselişi.
Örgütsel güçsüzlük
1970’li yıllarda krizle birlikte hayat geçirilen kapsamlı yeniden yapılanma programlarının özü, firma kârlılığının yeniden yükseltilmesiydi. Ancak, görünüşte teknik bir iş gibi görünen bu amacın gerçekleştirilmesi için büyük çaplı sosyal değişimler gerekiyordu. Bunlardan en önemlisi, emekçi sınıfların güç kaybetmesiydi. Emekçi sınıflara karşı yürütülen bu “güçsüzleştirme” operasyonunun kritik aşaması ise emeğin örgütlenme kapasitesinin daraltılmasıydı. Bu sonucu yaratacak kritik gelişme ise küreselleşme olarak ifade edilen, sermayenin uluslararası hareketini kolaylaştıran bir dizi önlemin hayata geçirilmesiydi. Böylelikle gerek üretken sermaye (firmalar) gerekse para sermaye (finans) kârlılık için en uygun şartların sağlandığı coğrafyalara doğru mümkün olduğu kadar sorunsuz bir şekilde hareket edebilecekti.
Bu süreç, dünya genelindeki emek hareketi açsından zaten kriz öncesinde başlayan geri çekilme dönemini daha da hızlandırdı. Bir yandan özelleştirmeler ve hayatın farklı alanlarının metalaştırılmasıyla geçim şartları daha zorlaşmaya başladı, diğer yandan da esnekleştirme ve sendikasızlaştırma uygulamalarıyla örgütlü emekçi yapılar dağıtıldı.
Neoliberalizmi tanımlayan temel nokta piyasa inşa etme, piyasaya bırakma ya da piyasanın işleyişinin sağlanmasıyla siyasal iktisadî sorunların çözüleceği anlayışıdır. Söz konusu perspektif, örgütlü emeğin aslında emek piyasasının rayından çıkartılması olduğu düşüncesinin geniş kabul görmesine zemin hazırladı. Reel ücretlerde anlamlı bir artışın yaşanmadığı bu gerileme döneminde, emekçilerin giderek daha fazla borçlandırılmasıyla sonuçlanan finansal içerilme politikaları, çalışanları görünmeyen zincirlerle sisteme daha sıkı bağladı.
Finansın demokratikleşmesi olarak da sunulan bu dönüşüm, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması arka planında, formel finansal hizmetlere erişimi kolaylaştırır ve teşvik ederken ücretliler kadar artık nüfusun geniş kesimlerinin de temel ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmasını sıradanlaştırdı. Sonuçta ortaya çıkan, yüksek düzeyde katmanlaşmış, işsizlik nedeniyle iş bulmak için birbiriyle rekabet halinde olan, çalıştığı süre kadar işsiz zaman geçirmesi olağan hale gelmiş ve kurumsal korunma mekanizmaları dağıtılmış bir çalışanlar kitlesi oldu. Özetle, neoliberalizmin amacı ve başarısının koşulu örgütsüzleşmeydi. Örgütsel güçsüzlük aynı zamanda aşağıda ele alacağımız iki gelişmeye de zemin hazırladı.
Alternatifsizlik
1970’li yıllardaki kriz sonrasında sermayenin yeni programı emeğin örgütsel kapasitesini daraltmayı amaçlıyordu ve bu amaca büyük ölçüde ulaşıldı. Bunun en önemli sonuçlarından biri, kapitalizm dışı alternatifleri hayata geçirecek öznenin yaratılmasında ciddi zorlukların ortaya çıkmasıdır. Bu maddi zeminde, Sovyetler Birliği’nin yıkılması, ideolojik zorlukları da gün yüzüne çıkardı ve “alternatif yok” söylemi 1980’li ve 1990’lı yıllarda emek hareketinin politik olarak da gerilemesine neden oldu. Ancak bu tek neden değildi.
Sivil toplum tartışmaları ve modernizm sorgulamaları basıncı altında kalan sosyalist cenahta da önemli kafa karışıklıkları ve dağınıklıklar başgöstermişti. Böyle bir atmosferde, farklı ülkelerde iktidara yaklaşılan anlarda dahi, detaylandırılmış ve uygulanabilir bir sol programın yeterince geliştirilmemiş olması, her aşamada temel sorunlardan biri olarak karşımıza çıktı.
Özellikle, finansal sektörün denetimi ve finansal alanla kurulan ilişkide, kamusal bir perspektifin yokluğu ya da güçsüzlüğü kritik anlarda muhalif siyasal iradelerin tökezlemesine kapı açacak bir zayıflığa neden olmaktadır. 2015’teki Syriza deneyimini burada tekrar hatırlamak önem taşıyor: Kemer sıkma programına karşı duruşu ve borç ödemelerini tekrar masaya yatırma vaadi ile iktidarın büyük ortağı haline gelen Syriza, Avro Bölgesi’nde kalma tercihi nedeniyle Troyka’nın bankacılık sistemi aracılığıyla uyguladığı baskıya cevap üretemedi. Uluslararası bir kampanya ile Avrupa’da bir borç konferansı toplanmasını sağlayamadı. Her şeyden öte, dönemin Maliye Bakanı Varoufakis bakanlığın bir köşesinde Drahmi’ye geçiş planının hazırlandığını birkaç kez dile getirmiş olsa da, varlığı kuşkulu bu plan hiçbir zaman toplumsallaştırılmadı.
Dolayısıyla, Syriza’ya destek veren geniş kesimler hem Avro Bölgesi’nde kalınmasını hem de Troyka’nın planının reddini istemeye devam etti. Bu çelişki sürdürülemez bir nitelik taşıyordu ve devralınan insanî krizin derinleşmesini engelleyecek bir alternatif yokluğunda, Syriza reddetmek üzere geldiği boyunduruğu kendi elleriyle sağlamlaştıran bir sol bloğa dönüştü.
Elbette, alternatif bir programın, farklı alanlarda alternatiflerin geliştirilmesi ve kamusallaştırma hedefini açık bir şekilde barındırması gerekmektedir ve bu finansal alanla sınırlandırılamayacak bir genişliğe işaret etmektedir.
Ancak, 2008 krizi sonrasında finansal risklerin toplumsallaştırılması ve finansal sektörün kurtarılması için kamusal kaynakların kullanımı bütçelere ağır yükler getirdi, bu da kemer sıkma programlarının gerekçesi kılındı. Kredi piyasasının çöküşünün ardından düşük büyüme rakamlarını telafi etmenin yolunun emek reformlarından geçtiği, özellikle Avro Bölgesi’nde ama aynı zamanda geç kapitalistleşen ülkelerde sıklıkla dillendirildi. Bu nedenlerle finansın kamusallaştırılacağı bir alternatifin ve emek yanlısı bir planlamanın bugünden tartışılması ve alternatiflerin ete kemiğe büründürülmesi hayati önem taşıyor. Bu tartışmanın cılızlığı ve alternatifsizlik, emek örgütlerini ve/veya sol siyasi yapılanmaları politika sahnesinde dilsiz bırakıyor.
Neoliberal otoriter devlet
Tüm bu süreçte, devlet, bir yandan üretici kamu işletmelerinin tasfiyesiyle küçültülürken, ağırlık merkezinin yürütmede yoğunlaştığı bir yapıya büründü. Ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması ve ekonominin teknokratik mekanizmalarla sosyal taleplerden yalıtılması, yürütme içerisinde uzmanlaşmış ekonomik aygıtların öne çıkmasıyla birlikte hayata geçirildi. Böylelikle, örgütsel kapasitesi zayıflamış, alternatifleri muğlaklaşmış emek hareketinin sesi devlet koridorlarında giderek daha az duyulur hale geldi. Devletin toplumsal muhalefete ve özel olarak emekçilerin taleplerine karşı geçirimsiz olacak şekilde yeniden örgütlenmesi sadece politika yapım süreçlerindeki kurumsal düzenlemelerle hayata geçmedi. Aynı zamanda, güvenlik aygıtlarının güçlendirilmesi ile ana-akım dışındaki sesler kısıldı.
Express’in 142. sayısındaki “Güvenlik Devleti” derlemesinin başlığına atıfta bulunacak olursak, “liberal demokrasinin kemik erimesi” uzun sürece yayılan bir dönüşümde politika yapım süreçlerinin geniş kitlelerin kontrolünden uzaklaştırılması, uluslararası en-iyi uygulamalar ve standartların benimsenmesi adı altında uzmanların ve dar kadroların yönetimi ve piyasaların işlemesini güvence altına alacak (zararı toplumsallaştırarak sermayeye koruma sağlayacak) güçlü bir devlete işaret edilmesi olarak tanımlanabilir. Neoliberal otoriter devlet bu döngü karşısında tehdit oluşturabilecek kesimleri hedef tahtasına koyup düşmanlaştırırken, krizin maliyetinin emekçiler tarafından ödenmesinin temel aracı olmuştur. Finansal sektörün sermaye adına kurtarılmasına karşı hareketlerin, örgütlü emeğin toparlanma çabalarının, alternatif politika tartışmalarının boğulması; piyasa gereklerine cevap vermek ve krizden kurtuluşun reçetesine uymak için şart gösterilmiştir.
Kısacası, 2008 krizi patlak verdiğinde, toplumsal güçler dengesinin emekçilerin lehine yeniden düzenlenmesini ve krize neden olan ekonomi politikalarının değişimini önüne koyan bütünlüklü bir hattın olmaması, sermaye sınıfı için mevcut politikaların sürdürülmesini daha maliyetli hale getiremediğinden sonuç daha fazla neoliberalizm olarak şekillendi. Ancak bu film burada bitmiyor. Senaryonun bundan sonrasının nasıl ilerleyeceği ile ilgili farklı alternatifler var.
Olasılıklar, olanaklar ve tehlikeler
2008 krizi Avro Bölgesi’nde bir borç ve bankacılık krizine dönüştü (2010-2012), kriz küresel olarak depresif eğilimleri kamçılarken ABD’deki zayıf toparlanma sonrası sermaye hareketlerinin yön değiştirmesiyle geç kapitalistleşen birçok ülkeyi etkisi altına aldı (2014-?). 2016 itibarıyla Çin’deki ekonomik büyüme temposundaki düşüşün devamından, ABD’de sınaî daralmaya, Avro Bölgesi’nde sermayenin yeni yatırıma teşvik edilememesinden geç kapitalistleşen ülkelerde sermaye hareketleri kaynaklı oynaklıklara ve düşük büyüme ortamına kadar birçok gösterge 2008 krizinin sarsıntılarının devam ettiğini gösteriyor.
Bu koşullar altında hem neoliberal (ve kurumsalcı) politika önerilerinin krize çare getirememesi, hem depresyon tehlikesi ve finansal oynaklıklar baskın politika anlayışının yeni darbeler almasını getirebilir. Çin’de 2014 ve 2015’te katlanarak artan grevlerden, Akdeniz havzasında geri çekilmeye karşın etkisi halen hissedilen direnişlere birçok gelişme de geniş bir bağlamda ele alındığında emek hareketinde bir kıpırdanmadan söz etmeyi mümkün kılmaktadır. Bu kıpırdanmaya Anglosakson dünyada sol/reformist politikacıların “büyük bankaları parçalamak”tan, finansal kuruluşları etkili bir şekilde vergilendirmeye uzanan önerilerinin daha fazla alıcı bulması gibi olgular da eklenebilir. Özetle, neoliberalizm içinde kalınarak krizin aşılamaması yeni direniş olanaklarını beslemektedir.
Ancak bu debelenme, Büyük Ortadoğu’dan mülteci akını ile çok sayıda ülkede emek piyasasının öngörülemeyecek şekilde alt üst olması ile birlikte ele alınmalıdır. 2008 krizi sonrasında daha fazla neoliberalizme set çekemeyen örgütsüzlük ve alternatifsizliğin devamı durumunda, otoriter devlet kanallarından da destek alan sağ popülist ve faşist yapıların yine birçok ülkede birbiri ardına başını kaldıran emek hareketinin karşısına dikilmesi ve liberal demokrasinin kemik ağrılarına şiddetli bir son vermesi söz konusu olabilir.
Bu yazı ilk olarak Express Dergisi 143. Sayıda (Mayıs 2016) yayımlanmıştır.
[1] “İşgal et” olarak çevrilebilecek occupy hareketi A.B.D.’de Wall St.’in simgelediği finansal sektörün egemenliğine karşı 2011’de başlayan protesto hareketidir, ancak onlarca ülkeye yayılan benzer gösterileri tanımlamak için de kullanılmaktadır. Bu hareketin esin kaynaklarından acampados ise kampçılar olarak karşılanabilir. İspanya’da kemer sıkma karşıtı gösteriler 2011 başından itibaren güç kazanmış, Mayıs ayında kent meydanlarında kamp kurarak ve kamusal alanları işgal ederek gösteri yapan grupları nitelemek için indignados (kızgınlar) yanısıra acampados da sıkça kullanılmıştır.
[2] Bkz. Florence Bouvet ve Sharmila King, “Since the beginning of the economic crisis voters have punished incumbent governments for rising unemployment, but not for rising income inequality”, LSE Blog European Politics and Public Policy, (17.6.2013), http://goo.gl/QLPfCE (erişim 16.1.2014). Bouvet ve King’e göre rakam 8’dir, ancak hatalı bir şekilde işgüder/teknokratik hükümet altında gidilen Mayıs seçimlerinin bir ay sonrasında tekrarlanan Haziran seçiminde Yeni Demokrasi’nin başarısını listeye dahil etmişlerdir. Türkiye burada iktidar partisinin seçim başarısını sürdürdüğü az sayıda örnek içinde yer almaktadır. Ancak 2013 Haziran İsyanı’nın iktidarın ikna kabiliyetini aşındırdığını söylemek mümkündür.
[3] İşsizler, düzensiz çalışanlar ve eksik istihdam edilenler, sermaye bunlardan faydalanmadığı sürece fazlalıkmışçasına göründüklerinden Marks’ın bu gruplara ilişkin kullandığı terim artık nüfus olmuştur. Bu topluluğun varlığının sermaye birikimi açısından işlevsel olduğunu, yardım ve aktarımlardan yoksun bırakılmalarının ise aşırı getiri peşinde koşan finansal kuruluşlar için büyük önem taşıdığını ekleyebiliriz.