Küresel kapitalizm derin bir bunalım içinde. Bunalım, sadece 2008 krizi sonrası bir türü güçlü ekonomik toparlanmanın gerçekleşmemesi ile tanımlanmıyor. Aynı zamanda, merkez kapitalist ülkelerde krizden çıkış için uygulanan ekonomi politikalarının bizzat krizin nedeni olan politikalar olması ekonomik bunalımın siyaseten de yansımalarını ortaya çıkarıyor. “Daha fazla neoliberalizm” olarak özetlenebilecek ekonomi politikası tepkisi, siyaseten geniş kesimlerin mevcut düzen partilerinden umutlarını kesmeleriyle sonuçlandı. Kabaran bu hoşnutsuzluğu kapsayabilecek, yeterince gelişkin bir sol alternatifin yokluğunda, sağ popülizm şimdilik yükselen bir siyasal akım olarak öne çıkıyor. Yani, ekonomik zorluklara eşlik eden demokrasinin krizi, güncel bunalımın bir diğer özelliği.
Tüm bu gelişmeler “küresel ara rejim” başlığı altında tartışılabilir. Ancak bu yazıda mevcut bulanımdan çıkış için alternatifler üzerine yapılabilecek tartışmalardaki çıkış noktasının neler olabileceği üzerinde durmaya çalışacağım. Takdir edersiniz ki mesele bir yazıyla tüketilemeyecek kadar kapsamlı. O nedenle bu yazının tartışmaya mütevazı bir giriş olarak değerlendirilmesi yerinde olur.
Kapitalizmin “Altın Çağı”
1950-1973 arasındaki yaklaşık 25 yıl, kapitalizmin çok da uzun olmayan tarihi açısından özel bir dönemi oluşturuyor. Bu dönemde, gerek ekonomik büyüme, gerekse sabit sermaye yatırımları, diğer dönemlere kıyasla açık ara önde. Dahası ekonomik büyüme belirli bir coğrafyaya sıkışmış durumda değil. Avrupa’da ekonomik büyüme yüzde 4-5 arasında, ABD’de yüzde 3’lerde, Japonya’da ise, 2000’lerdeki Çin’e benzer bir şekilde yüzde 10’lu büyüme rakamları görülüyor. Eski sömürgelerin tasfiyesi sonrasında oluşan yeni ulus devletler de söz konusu dönemde kalkınma planları ile yüksek büyüme oranlarını yakalamış durumda. Türkiye’de de aynı dönemde ekonomik büyüme oldukça kuvvetli.
Yüksek Reel Ücret
Ancak bu dönemi ayırt edici kılan özellik sadece ekonomik büyümenin canlı olması değil. Kritik özelliklerden biri de, emek verimliliğindeki artışla reel ücretlerdeki artışın el ele gitmesi. Bu gelişmeyi bazıları, büyümenin nimetlerinin emek ve sermaye tarafından adilane bir şekilde paylaşımı, bazıları emeğin örgütlü gücü sonucunda edinilen bir kazamın, bazıları da o dönemli sermaye birikim modelinin yapısı gereği ortaya çıkan bir gelişme olarak görüyor. Ancak bu gelişmenin nasıl oluştuğunun açıklanmasından bağımsız olarak karşımıza çıkan olgu, 1970’lerdeki kriz sonrasında emek üretkenliği artışı ile reel ücret artışı arasındaki ilişkinin ilki lehine bozulduğudur. Bu gelişme, yine yukarıdaki yaklaşımları takip edersek, emekle sermaye arasındaki uzlaşmanın bozulmasına, sermayenin emeğin örgütlü gücüne karşı topyekûn taarruza geçmesine ya da birikim modelindeki değişimin sonuçlarına bağlı olarak açıklanıyor.
İlk Küresel Ara Rejimin Sonu
Söz konusu dönem ile ilgili birkaç hususu daha vurgulamak gerek. Bunlardan ilki, “kapitalizmin altın çağı” olarak adlandırılan bu dönemin, Birinci Dünya Savaşı, 1929 Büyük Buhranı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan oluşan 1914-1945 arası dönemin sonrasında gelmesidir. Yani modern kapitalizmin tarihindeki ilk küresel ara rejimin bitimine. ABD’nin kapitalist bloktaki askeri, siyasi ve ekonomik alanlardaki mutlak üstünlüğü, yeni kurulan Bretton Woods sistemi ile uluslararası para ve finans sisteminin yeniden düzenlenmesi, “altın çağın” ayırt edici özelliklerindendi.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı maddi tahribatın yeniden onarılması, kapitalizmin “altın çağının” oluşmasında bir başka etken olarak gösterilmektedir. Bir diğer husus, dünya sisteminde kapitalist blok karşısında Sovyetler Birliği gibi, kapitalizm dışı bir düzen kurma iddiasında olan güçlü bir sistemin varlığıdır. Böyle bir alternatif sistemin varlığının, kapitalist bloğun ekonomi politikalarının şekillenmesinde ne kadar etkili olduğu üzerinde farklı görüşler mevcut. Ancak söylenebilecek olan, güçlü bir alternatifin varlığı, kapitalist blok içinde emeğin sesinin daha kuvvetli çıkmasına yardımcı olduğudur.
Keynescilik ve Sosyal Demokrasi
Kapitalizmin “altın çağını” niteleyen özelliklere farklı bir açıdan baktığımızda, ekonomi politikaları bağlamında Keynesçiliğin, siyaseten de sosyal demokrasinin egemen olduğunu görebiliriz. Yani emek üretkenliğindeki artış ile reel ücret artışının el ele gitmesi, bir başka ifadeyle bölüşüm politikalarında emeğin payının azalan bir eğilimde olmaması, Keynesçi talep yönetimi politikaları ile sosyal demokrat yeniden bölüşümcü politikaların birleştiği zeminini oluşturmuştur.
İstisna mı Model mi?
Bu uzun girişi, küresel kapitalizmin güncel sorunlarıyla bağlantılandırdığımızda, karşımıza üzerinde düşünülmesi gereken sorular çıkıyor. Bunlardan ilki şu: Kapitalizmin “altın çağı”, kapitalizmin tarihi içinde bir parantez miydi yoksa bu dönemdeki siyasal ve toplumsal ilişkiler, sermaye birikim modeli tekrar edilebilir mi? Bu soru, özellikle 2008 dünya ekonomik krizi sonrasında daha önemli hale geliyor. Gerçekten de, sermaye birikiminin yeniden üretim mekanizmalarında ortaya çıkan bariz tıkanıklıklar karşısında nasıl bir alternatif modelin önerilebileceği konusu gündeme geldiğinde, ilk akla gelenin, piyasa güçlerinin dizginlendiği bir sosyal devlet modeli olması, yani kapitalizmin “altın çağındaki” siyasal ve toplumsal kurumsallaşmanın akıllarda olması, bu soruyu daha önemli kılıyor.
Uzatmadan belirteyim, kapitalimin tarihsel gelişimi içinde “altın çağ” döneminin bir parantez olduğunu düşünenlerdenim. Ve hangi ekonomik göstergeye bakarsak bakalım, bu parantez kapanıyor. Gelir dağılımı ele alalım örneğin. T. Piketty’nin ses getiren kitabı Kapital’de işaret ettiği basit gerçek şu: Batı’da 1945-1980 arasında yaşanan gelir dağılımının daha adil bölüşüldüğü dönem geride kaldı, şimdi yirminci yüzyılın başına dönüyoruz.
Sosyal Demokrasinin Krizi
Bu bağlamda neoliberalizme alternatif görüşlerin bugün için temel çıkış noktası ne olmalı sorusu, 1950-1973 deneyiminin güncel ihtiyaçlar çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Söz konusu dönemin, kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde özel koşullarda ortaya çıkan ve tekrar edilmesi mümkün olmayan bir dönem olarak değerlendirilmesi durumunda, bu dönemdeki siyasal ve toplumsal kurumsallaşmaların alternatif politikalar için bir çıkış oluşturması olması pek mümkün görünmüyor.
Bu son vurgu, özellikle sosyal demokrasinin güncel krizi bağlamında da önemli. Wolfgang Streeck’in geçtiğimiz yıl Jacobin dergisinde yer alan geniş mülakatı, yukarıdaki tartışma açısından ilgi çekici olabilir. Kişisel tarihi itibariyle sosyal demokrat gelenekten gelen Streeck’e göre, kapitalizm içinde sosyal demokrasinin hayata geçmesi bir “hüsnükuruntudan” ibaret! Bu durumda güncel sorumuz şu:
Eğer, kapitalizmin “altın çağı” bir istisnadan ibaretse ve Streeck’in vurguladığı gibi günümüz koşullarında bir sosyal demokrat modelin uygulanabilmesinin maddi koşulları ortadan kalktıysa, neoliberalizme alternatif görüşlerin temel çıkış noktası ne olmalı?
Bu yazı,
17.07.2017 tarihinde Gazete Duvar’da yer almıştır. Erişim: http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/07/17/kriz-ve-alternatifler/
Fırsat buldukça tartışmayı buradan sürdürmeye çalışacağım.