Dün (25 Mayıs) sonlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin en önemli
sonucu aşırı sağın yükselişi oldu. İlk gelen sonuçlara Aşırı sağcı Ulusal Cephe
Fransa'da yüzde 25 oy aldı. Danimarka, Avusturya,
Macaristan, Finlandiya ve Yunanistan aşırı sağcı partilerin oy artırdığı ülkeler arasında yer aldı. Birleşik Krallık'ta ise göçmen karşıtı parti (UKIP) oylarını yüzde 11 artırarak birinci oldu. Buna karşılık Avrupa'da sola ait en iyi haber, krizle
cebelleşen Yunanistan'dan ve İspanya'dan geldi. Yunanistan'da Syriza oyunu artırarak birinci parti
olmayı başardı, İspanya'da Podemos hareketi ise büyük bir başarı göstererek ilk kez katıldığı seçimde yüzde 8 oy almayı başardı ve ekonomik krize ve kemer sıkma politikalarına karşı geniş kitlelerin sesi oldu. Seçim sonuçlarının her bir ülke için değerlendirilmesi önemli. Ancak burada iki noktaya değineceğim: İlki, seçim sonuçları ekonomik kriz bağlamında değerlendirilmesi gerekliliği. İkinci de, sosyal demokratların neoliberal kemer sıkma tedbirlerini uygulamalarının sağın yükselişindeki önemli etkenlerden biri olduğu.
Avrupa'nın Derinleşen Krizi
Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının gerisinde yatan dinamikleri daha iyi anlayabilmek için içinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik krizi göz önüne almalıyız. Aksi takdirde, krizi göz ardı eden analizler Avrupa'da aşırı sağın yükselişini sürpriz olarak değerlendirecektir. Buna göre, 21. yüzyılın ilk büyük krizi, 2008'de ABD'de patlak vermiş, ardından hızla Avrupa'ya ulaşmış ve derinleşerek günümüze kadar sürmüştür. Yakın zamanda yayınlanan kitabımızda, Avrupa krizinin ABD krizinden farkları üzerinde durmuştuk. Bu farklar gerek AB'nin kurumsal yapısından gerekse parasal birlik uygulamasından kaynaklanmaydı.
Kısaca belirtmek gerekirse, Avrupa'da yaşanan süreç Alman sermayesinin, krizi fırsat bilip, tüm Avrupa işçi sınıfını disipline etme çabası çerçevesinde devam ediyor. Dolayısıyla yeni Avrupa'nın yükselen "Alman modelinin" gerisinde çalışanların üzerindeki kontrol mekanizmalarını daha güçlendirmiş olan Alman sermayesinin artan rekabet gücü yatmakta. Almanya önceki dönemde sosyal demokrasinin ve "Sosyal Avrupa'nın" modeli iken şimdi, "Neoliberal Avrupa'nın" simgesi durumunda.
Başını Alman sermayesinin çektiği istikrar paktı, paranın değersizleşmesinden çok doğrudan emek gücünün değersizleşmesini hedefleyen bir yol izliyor. Yaklaşık 5 yıldır uygulanmaya çalışılan politikanın temeli bu. Bu istikrar politikalarının içeriğine baktığımızda ise, kamu harcamalarının azaltılması, ücretlerin düşürülmesi, özelleştirmeler, emek piyasalarının esnekleştirilmesi ve sosyal hakların azaltılması gibi önlemlerin uygulandığını görüyoruz. Bunun karşılığında ise büyüme oranının bir türlü toparlanamaması, yüksek oranlı işsizlik özellikle Güney Avrupa'da hala en büyük problem. Son olarak gündeme gelen deflasyon riski ise, 2008 krizinin hala aşılamadığının en net göstergesi.
Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının gerisinde yatan dinamikleri daha iyi anlayabilmek için içinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik krizi göz önüne almalıyız. Aksi takdirde, krizi göz ardı eden analizler Avrupa'da aşırı sağın yükselişini sürpriz olarak değerlendirecektir. Buna göre, 21. yüzyılın ilk büyük krizi, 2008'de ABD'de patlak vermiş, ardından hızla Avrupa'ya ulaşmış ve derinleşerek günümüze kadar sürmüştür. Yakın zamanda yayınlanan kitabımızda, Avrupa krizinin ABD krizinden farkları üzerinde durmuştuk. Bu farklar gerek AB'nin kurumsal yapısından gerekse parasal birlik uygulamasından kaynaklanmaydı.
Kısaca belirtmek gerekirse, Avrupa'da yaşanan süreç Alman sermayesinin, krizi fırsat bilip, tüm Avrupa işçi sınıfını disipline etme çabası çerçevesinde devam ediyor. Dolayısıyla yeni Avrupa'nın yükselen "Alman modelinin" gerisinde çalışanların üzerindeki kontrol mekanizmalarını daha güçlendirmiş olan Alman sermayesinin artan rekabet gücü yatmakta. Almanya önceki dönemde sosyal demokrasinin ve "Sosyal Avrupa'nın" modeli iken şimdi, "Neoliberal Avrupa'nın" simgesi durumunda.
Başını Alman sermayesinin çektiği istikrar paktı, paranın değersizleşmesinden çok doğrudan emek gücünün değersizleşmesini hedefleyen bir yol izliyor. Yaklaşık 5 yıldır uygulanmaya çalışılan politikanın temeli bu. Bu istikrar politikalarının içeriğine baktığımızda ise, kamu harcamalarının azaltılması, ücretlerin düşürülmesi, özelleştirmeler, emek piyasalarının esnekleştirilmesi ve sosyal hakların azaltılması gibi önlemlerin uygulandığını görüyoruz. Bunun karşılığında ise büyüme oranının bir türlü toparlanamaması, yüksek oranlı işsizlik özellikle Güney Avrupa'da hala en büyük problem. Son olarak gündeme gelen deflasyon riski ise, 2008 krizinin hala aşılamadığının en net göstergesi.
Yükselen Sağ ve Fransa
Bu bağlamda gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın en önemli başarısı Fransa'da gerçekleşti. Yabancı düşmanı partinin bu derece yüksek oy alması pek çok açılardan değerlendirilecektir. Ancak burada özellikle 2012'deki seçimlerden bu yana uygulanan kriz karşıtı politikalara değineceğim.
Fransa'da 2012'de iktidara gelen sosyal demokratlar ve Hollande, seçim kampanyalarında krizden çıkış için neoliberal kemer sıkma tedbirleri yerine, bir "büyüme ve istihdam programı" önermişti. Gerçekten de Hollande, 2012'deki seçim sürecinde neoliberal politikaları eleştirmiş ve bunun yerine alternatif olarak büyüme ve
istihdam yaratacak bir programı uygulamaya koyacağını vaat etmişti. Zira seçim döneminde The Economist dergisinin kendisini bir "tehlike" olarak tanımlaması ve Almaya'nın başını çektiği "istirar" paktının değişeceği beklentisi, seçim sürecinde bir "heyecan" yaşanmasına neden olmuştu. Holande'ın başkanlık
seçimlerini kazanması, Fransa için uzun yıllar sonra solcuların yeniden
başkanlık kazanmaları açısından bir başarı olarak değerlendirildi.
Ancak 2012'de Hollande'ın seçilmesinin temel bir politika değişimine neden olmayacağını ve bunun seçmenin sağa kaymasına neden olabileceğine işaret etmiştik. Kriz Notları'ndaki yazıda, "Avrupa
para birliği sürdükçe, bu politikanın uygulanma şansı olmadığını" yazmıştık. Bunun sonucunun ise aşırı sağın yükselişi olabileceğini öngörmüştük: "Bu durumda geniş kitlelerde
heyecan yaratan sol iktidarların başarısızlığı, zaten kriz sürecinde bir
düzeyde yükselen aşırı sağcı, neo-nazi hareketlerin güçlenmesine ve
hatta bir felaketle sonuçlanacak yeni bir faşizm dalgasının oluşmasına
neden olabilir".
Ancak Fransa'da yaşanan sadece oraya özgü bir durum değil. Dolayısıyla Avrupa'da sağın yükselmesinin nedenlerinden
biri de sosyal demokratların neoliberal programı uyguluyor olmasıdır diyebiliriz.
2012'de sosyal demokratlara yönelen büyük yığınlar şimdi çareyi sağda
arıyor. Özellikle Fransa'da (sözde) sosyalist Hollande kemer sıkma
politikalarını uygulamaya şaşmadan devam etti.
Bu noktada altını çizmemiz gereken husus, Avrupa’nın krizini derinleştirenin sadece Alman sermayesinin istikrar ısrarıyla sınırlı olmadığıdır. Bunun da
ötesindeki ortak para
birimi var olduğu ölçüde, tek tek ülkelerin yapısal olarak parasal genişleme yoluyla
krizden çıkış yolunun tamamen kapalı olduğu görülüyor. Dolayısıyla özellikle Syriza açısından önümüzdeki dönemde en önemli sorun, nasıl bir alternatif programın uygulanacağı olacak.
Sol Alternatif
Bu
nedenle solun bir kez daha önemli bir tarihsel karar anında olduğunu
belirtmek gerekiyor. Ekonomik krizin tahrip edici etkilerine karşı
insanların gündelik sorunlarına gerçekçi çözümler üreten bir ekonomik programla mevcut neoliberal çemberin kırılması solun öncelikli görevi. Aksi takdirde Fransa'da yaşanan aşırı sağ yükselişinin, tüm Avrupa'ya yayılmaması için bir neden yok. Çünkü insanlar artık kemer sıkma tedbirlerini daha fazla çekmek istemiyor.
Sonuç Niyetine Hatırlatmalar
Toparlarsak Mayıs 2014 seçimleri iki tespiti bir kere daha doğrulamış oldu:
1. "Ekonomik kriz = Solun yükselmesi" gibi bir formülün geçerliliği yok.
2. Tarihin sarkacı sola
salındığında onu tutacak bir alternatif yoksa, gideceği yer sağdır.
Dolayısıyla Avrupa'daki toplumsal muhalefet, neoliberal programı geri çevirecek bir alternatif yaratamazsa, önümüzdeki dönemde neoliberalizmin derinleşmese ve sağın yükselişe tanık olmamız kuvvetle muhtemel.