2020 yılının son haftasına girerken, Türkiye ekonomi yönetiminin son bir yıldaki icraatını değerlendirme vakti.
Sorun alanlarını ve sergilenen politik tercihi kısaca hatırlayalım.
UMUTLAR SUYA DÜŞERKEN
2020’ye girilirken sorunlar yumağının içinde üç konu ön plandaydı. Şirketler kesiminin yüksek borcu dövize olan talebi sürekli kılıyor, sorunlu kredi oranı yüksek seyrediyordu. Bu koşullar altında kredi kanalını işler kılmak bir dertti.
TCMB ile bankalar arasında kurulan devridaim makinesi ancak yüksek sermaye girişleri arka planında çalışmayı sürdürebilecek gibi duruyordu. Makineyi demonte etmek de kolay değildi.
En önemlisi, Türkiye tarihinin en yüksek işsizlik oranları henüz pek gerilerde kalmamıştı.
Ekonomi yönetiminin beklentisi 2019’un ikinci yarısında faiz indirimlerine izin tanıyan ortamın sürmesi ve yeni bir çevrimin başlamasıydı. Pandemi, hesapları alt üst etti, kriz yönetimi bakımından ise 2018-19’daki uygulamaların tekrarlanmasına vesile oldu.
PANDEMİDEN KUR KRİZİNE
24 Ocak’ta Elazığ ve Malatya’da gerçekleşen depremi takiben, tıpkı 30 Ekim’deki İzmir depremi sonrasında olduğu üzere “deprem vergileri” ve kamu kaynaklarının kullanımı gündem olsa da, bu konu Türkiye’nin gündeminde aşağı sıralara çabucak indi. Pandemi başlarken TCMB rezervlerinin durumu ve dönemin bakanı Albayrak’ın yeni vaatleri konuşuluyordu.
Türkiye’de ilk vakanın resmi olarak açıklanması sonrasında Erdoğan yönetimi 18 Mart’ta Ekonomide İstikrar Kalkanı adlı bir paket açıkladı. İstikrar paketinin temelde iki sorunu mevcuttu: Salgının süresine ve orta vadedeki muhtemel etkilerine dair bir tartışma gerçekleştirilmeden Türkiye ekonomisinin bu dönemi zararsız atlatacağı varsayımı hakimdi. 2018-19 krizi döneminde kullanılmış ancak etkisi oldukça tartışmalı kredi genişlemesi tepkisiyle salgının yaratacağı ekonomik çöküşün hafifletileceği düşünülmekteydi.
Pandeminin ilk aylarında fiziksel mesafelenme önlemleri ve kapanmaların etkisiyle nisan-mayıs aylarında işgücüne katılan insan sayısı 30 milyonun altına düşerken, resmi işsiz sayısı artışı oldukça sınırlı kaydedildi, çünkü kısa çalışma ödeneği 3 milyonu aşkın çalışanı gri bir bölgeye yerleştirdi. Ancak geniş tanımlı işsiz sayısı Türkiye tarihinde ilk kez 10 milyonu aştı, işsizlik dayanılmaz boyutlara ulaştı.
2020 yılında devlet bankaları eliyle sağlanan kredi genişlemesi, önceki yıllardaki genişlemeleri oldukça geride bıraktı. Verilen destekler hanelerin ihtiyaçlarından daha ziyade KOBİ’lere odaklandı, haneler borçlandırılırken, turizm ya da konut gibi sektörlerde geçici canlanmaları teşvik amacı güdüldü.
Rakamlar saklanarak ve tutarsızlıkları eleştirenler ise hain ilan edilerek ekonomi haziran ayında yeniden açıldı. Yaz aylarında sanki pandemi geride kalıyormuş mesajı verildi.
Resmi rakamlara göre salgının ilk dalgası sırasında verilen desteğin üçte ikisini aşan kısmı kredi desteği idi. Eylül ayına kadar görülen 207 milyar TL’lik kredi desteği, 66 milyar TL’lik ertelenen ödemeler, 5 milyar TL’lik nakit desteği ve 14 milyar TL’lik kısa çalışma ödeneği desteği nedeniyle bugün salgın sırasındaki politik tercihin esasen borçlandırma olduğunu söylememiz gerekiyor.
Bu kredi genişlemesi orta sınıfları borsaya ve konuta yönlendirir, küçük balonlar yaratır, bir yandan işletme sahiplerine (ve fakat öncelikle AKP ağlarına dahil olanlara) nefes aldırma amacı taşırken iç pazarı kısa süreli canlandırmaya dayanan sürdürülemez bir toparlanma görüntüsü oluştu.
Temmuz ve ağustos aylarında Hazine çok hızlı bir şekilde yurtiçinden ve dövizle borçlanırken, Hazine’nin borcu artıyor ve fakat devridaim makinesinin sürdürülmesi sağlanıyordu. Döviz cinsi borcun toplam devlet borcu içindeki payı yüzde 50’nin üzerine çıkarken, Merkez Bankası’nın bilanço dışı yükümlülükleri de sonbahara girilirken daha önce görülmedik bir seviyeye ulaştı (eylülde 62 milyar dolar, ekimde 66 milyar dolar seviyesi geçildi) Sermaye çıkışları arka planında döviz piyasasına seri müdahaleler pandeminin ilk dalgası sırasında lirayı korumuş olsa da, sonuç, sonbaharda yeni bir kur krizi idi.
Kısacası pandemi sırasında alınan önlemler Türkiye’de ekonomik daralmanın boyutunu hafifletti, ancak bu, servet sahiplerinin uygun koşullarda yeni ve üretken olmayan yatırım yapabileceği, çalışanların ise daha da borçlandığı bir politik tercihe sadık kalınarak sağlandı. Kadrolar eskidi, aynı drama tekrarlandı.
Kur krizi sonrasında açılan pencereden faydalanmak üzere kasım ve aralık aylarında sermaye girişleri gerçekleşti. Gelinen nokta 2021’e girerken Türkiye kapitalizminin içinden çıkamadığı sorunların ağırlaşarak yeni yıla taşınması oldu: Sorunlu krediler bazı bankalarda yönetilemez noktalara vardı; TCMB’nin rezerv sorunu, belki saatli bir bomba değil, ancak büyük tahribat gücüne sahip ve Türkiye tarihinin en yüksek işsizlik oranları kaydedilmeye devam ediyor.
TÜRKİYE’NİN YOLU
Çok sayıda ülkede pandemi sırasında küçük işletmelere ve hanelere verilen, daha önce görülmedik boyutlara ulaşan destekler borçlandırma ve şirket refahı temini (daha ziyade büyük şirketlerin refahı) üzerine bina edilmiş neoliberal stratejilerin geride bırakılabileceği beklentisi yarattı.
Hakikaten de bazı ülkelerde bilhassa düşük gelirli hanelerin borç yükünün artmasını engelleyecek ve güvencesiz işlerde çalışanların işsizlik sürelerini kısaltma uğraşı sırasında daha az borçlanmalarına neden olabilecek aktarımlar gerçekleşti. Fakat mevcut vergi tabanı, ki bu taban doğal bir taban değil son kırk yılın deregülasyonlarının ürünü, böyle bir aktarımın sadece birkaç çeyrek devam etmesine izin veriyor.
Küresel Kuzey'de en azından bazı politika yapıcılar sıfıra yakın borçlanma maliyetiyle devlet borcunu artırıp, bu dönemi büyük bir mali genişlemeyle geçirmeyi uygun gördüler. Başta IMF olmak üzere uluslararası finansal kuruluşlarda da bu doğrultuda bir konsensüs tespit edilebilir. Ancak 2021 sonunda ve 2022’de havanın tamamen tersine dönmesi muhtemel. Bir yandan yeni kamu yatırımları ile sermaye birikimi temposuna destek sunması, diğer yandan pandemi sırasında hanelere aktarımları keserek borcu kontrol altına alması beklenen küresel Kuzey devletlerinin bu baskı altından alışılageldik ve sinsi kemer sıkma uygulamalarıyla kalkmaya çalışması şaşırtıcı olmayacaktır. Aynı kaynaklara sahip olmayan küresel Güney açısından durum elbette daha zor.
Türkiye’nin payına 2018 krizine giden yolu hazırlayanlar arasında bulunan ve fakat kriz sırasında ön saflarda görünür olmayan “yeni” bir ekonomi yönetiminin sanki hiçbir şey yaşanmamışçasına normalleşme söylemini devam ettirmesi düşüyor. 2021’in ilk çeyreğine sarkan AB yaptırımları ve jeopolitik gerginlikler kadar önemli olan husus, pandemi sırasındaki önlemlerin ve Türkiye’yi yönetenlerin tercihlerinin toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmiş olması.
Ekonomi yönetimi açısından yukarıda saydıklarım (2019’dan 2020’ye taşınanlar) yanına eklenen yeni bir mali sıkışmışlık sorunu bulunuyor. Piyasa gözlemcileri bir on yıl kadar önce devlet borcunun oransal olarak düşüklüğü ve kamunun borçlanma gereksiniminin kontrol altına alınmış olmasını AKP’nin başarısı olarak sunmayı çok severlerdi. Atıf verilen göstergeler 2015-16 sonrasında pek kullanılamaz oldular. Sadece 3 yıla yayılan kriz değil, Erdoğan yönetiminin 2020’deki borçlanma tercihleri (ve KÖİ kaynaklı yükümlülükler gibi unsurlar), borçlanma vade ve yapısının radikal bir şekilde değişimi, rekor bütçe açıkları kamu finansmanında sorun yok tespitini günümüz için geçersiz hale getiriyor, devlet borçları yeni bir sorun alanı olarak öncekilerin yanında sırıtıyor.
Ekonomi yönetiminin bir avantajı varsa, o da önümüzdeki yıl ve belki biraz daha uzun bir süre küresel düşük faiz ortamında yaşayacak olmamız, küresel likidite bolluğuna yol açacak hamlelerin devamının beklenmesi. Ancak salgının yarattığı ekonomik etkiler uzun soluklu olacak. Türkiye’yi yönetenlerin açık politik tercihi, salgının yarattığı toplumsal tahribatın başka ülkelere nazaran daha ağır olması ihtimalini güçlendiriyor.
Bu vurguyu özellikle yineliyorum, çünkü Türkiye’de salgın sırasında oransal olarak birçok ülkeye nazaran daha yüksek can kaybı görülmesinin yanı sıra Türkiye’de emekçilerin başka birçok ekonomik coğrafyadakilere nazaran daha fazla yoksullaştığını ileri sürmek mümkün.
Erdoğan yönetimi, politik bilinci gereği patlamaya hazır bir kazanın altındaki ateşi harlamayı benimsemiş insanlardan oluşuyor. Tasvir etmenin bile zor olduğu insan kayıpları ve hayatları alt üst eden çeşitli önlemler 2021’in ortalarında geride kalacak olabilir, Türkiye’de birkaç yıla yayılan ılımlı toparlanma ihtimali iki ay öncesine göre daha güçlenmiş olabilir. Fakat bir yandan da devam eden sorunlar, 2020’deki ekonomik çöküşün yansımaları ve Türkiye’deki rejimi oluşturan kadroların politik bilincinin getirisi olacak yeni kararlar nedeniyle 2021’de (yeniden) sert bir iklim beklemeliyiz. Bitmek bilmeyen 2020 yıllar sürdüyse de önümüzdeki aylar ve yılların çok hızlı geçeceği öngörüsünde bulunabiliriz.
not: bu yazı gazeteduvaR'da 25 Aralık 2020'de yayımlandı.