Hukuk devleti tesisi ve demokratik adımların atılması sayesinde Türkiye’nin finansman ihtiyacı sorununun kalmayacağı ve bu sayede yüksek büyüme rakamlarının dolayısıyla zenginlik artışının kolaylıkla sağlanacağı düşüncesinden bahsediyorum. Söz konusu düşüncenin iki temel dayanağı mevcut: Türkiye’ye 2015 öncesinde bu tarih sonrasına göre çok daha fazla sermaye girişi gerçekleşmiş olduğu ve prosedürel dahi olsa demokratikleşme yolunda adımların atılmadığı ekonomik coğrafyalara yüksek sermaye girişlerinin gerçekleşmediği.
Bu dayanakları verileri hatırlatarak sorgulayacağım.
RETROSPEKTİF
Türkiye’de çeşitli iktisatçılar ve piyasa kalemşorları demokratikleşme gereğini finansman ihtiyacının karşılanmasına bağladıklarında muhalefet blokunun (restorasyon kampının) çeşitli toplumsal eşitsizlikleri hafifletici, devletin rolünü yeniden tanımlayıcı egzersizlere bugünden ihtiyacının olmadığı kanısını yayıyorlar.
İçeriği iyi tanımlanmamış “güçlendirilmiş parlamenter sistem”in ya da bir süredir askıda olan darbe anayasasının uygulanmasının dahi Türkiye’de toplumun dikkate değer bir kesimi açısından değişim getireceği doğrudur. Ancak sermaye girişlerinin geniş bir politika yapma alanı tanıyacağı ve Türkiye’deki ekonomik yapı kaynaklı sorunların yönetilmesini ilelebet kolaylaştıracağını savunmak temelsiz.
Türkiye’de tarihin en yüksek miktarda yabancı sermaye girişi 2010-13 yılları arasında yaşandı. Bu verileri yıllık miktarı göz önünde bulundurarak, (2020’de tekrar revize edilmiş) ödemeler dengesi tablolarından aktarıyorum. Doğrudan yatırımlar açısından en yüksek miktarlar 2005-07 arasında kaydedilmiş olsa da toplam yabancı sermaye girişi (Türkiye’ye yapılan doğrudan yatırım, portföy yatırımı, aktarılan mevduatlar, verilen krediler ve oluşan diğer yükümlülüklerin toplamı) açısından rekorların 2012 ve 2013’te kırıldığını görüyoruz. Ancak, ne on beş sene önceki doğrudan yatırımlar ne de sekiz sene önceki yüksek girişler Türkiye’yi sürdürülebilir bir büyüme patikasına yerleştirdi.
Söz konusu girişleri benzer ülkelere aynı dönemdeki sermaye hücumundan ayrı olarak ele almak faydasız. 1990’ların ikinci yarısındaki dalgadan aynı ölçüde faydalanamasa da 2003-07 arasında satın alma ve birleşmeler yoluyla çevre ülkelere giriş yapan uluslararası sermayeden nasiplenen politika yapıcılar halen olan biteni kendi marifetleriymiş gibi gösterebiliyorlar.
Bu girişlerde Türkiye’nin AB adaylığı sürecinden ya da bir muhayyel AKP ve demokratikleşme etkisinden bahsedenler, diğer bağımlı ekonomik coğrafyalara olan benzer ve hatta daha yüksek miktarlarda girişleri konu dışı bırakıyorlar. Siyasal bir faktörü tek belirleyen haline getiriyorlar. Böyle olunca OHAL’in göbeğinde, 2017’de, Türkiye’ye yabancı sermaye girişlerinin önceki 3 yıla göre artması açıklanamaz oluyor. Tutarsızlıkları dile getirdiğinizde ezber bozuluyor ve biz yabancı sermaye derken doğrudan yatırımlardan bahsediyoruz noktasına geliniyor.
EZBERLER ÇALIŞMIYOR
Oysa doğrudan yatırımlar konusunda da elimizdeki veriler ezber imkânı tanımıyor. Aşağıda aktardığım yıllıklandırılmış doğrudan yatırım miktarlarında ilk dikey çizgi 2014 Cumhurbaşkanı seçimi sonrasında Erdoğan’ın parti genel başkanlığını bir süre devam ettirerek anayasayı üst perdeden çiğnemesi sonrasını gösteriyor. İkinci ve üçüncü dikey çizgiler arasında yani OHAL döneminde Türkiye’de önceki dönemleri de aşan anti-demokratik uygulamalar zirvedeyken, anayasa askıdayken doğrudan yatırımlarda azalma eğilimi tespit edilebilir. Ancak dikkatli okuyucu bu miktarların Türkiye’deki yıllık ortalamaların pek altında olmadığını, toplamda en yüksek sermaye girişlerinin gerçekleştiği dönemlerdeki doğrudan sermaye girişleriyle aradaki mesafenin çok sınırlı olduğunu fark edecektir.
Bir başka ifadeyle, yabancıların doğrudan yatırımları, Türkiye olağanüstü bir rejim biçimi deneyimler, 12 Eylül mirası otoriter rejimden istisnai bir biçime doğru kayış görülürken nispeten az bir farklılaşma gösteriyor.
Yabancı sermaye çağıranların muhalefet kanadında yer alanlarının bu tutarsızlık karşısındaki argümanı söz konusu dönemde gayrimenkul yatırımlarının ağırlıklarının arttığı. Doğrudur, son dört yılda gayrimenkul yatırımlarının doğrudan yatırımlardaki ağırlığı yüzde 40’ın üzerine çıkmış ve sürekli artmıştır, ancak bu sıçrama öncesinde de Türkiye’ye yapılan doğrudan yatırımların neredeyse üçte biri gayrimenkuleydi.
Kısacası bir ülkeye sermaye girişlerinin, istikrar algısı ve gelecekte elde edilecek değerin aktarımlarına ilişkin risk tahayyülleri ile yakından bir ilgisi var. Küresel parasal hiyerarşi ve işbölümündeki konuma ilişkin değerlendirmeler ya da örneğin kur krizleri sonrasındaki fırsat pencereleri, anayasanın uygulanması ya da insan haklarına saygı duyulması gibi etkenlere ağır basabilir.
Türkiye’ye doğrudan yatırımlarda son yıllardaki görece gerilemeyi önümüzdeki yıllarda ortalamaların üzerine çıkılması takip edebilir. 2020 yılında birçok Güney ülkesinde kaydedilen seviyelerin önümüzdeki yıl içinde hızla geride kalması beklentisinden bahsedilebilir. Dolayısıyla son yıllardaki gerilemenin boyutlarını küresel finansal koşullarla kademeli olarak açıklamak, Türkiye’de siyasetçilerin söylemlerine atıfta bulunmaktan önce gelmeli.
YATIRIMCI BORAZANLIĞI
Bir ülkede finansman ihtiyacının karşılanması ya da yabancıların doğrudan yatırımlarını tek bir etkene bağlamanın, sadece siyasal kayırmacı pratikler gözlüğünden yorumda bulunmanın herhangi bir zemini bulunmuyor. Hindistan’da Modi, Brezilya’da Temer ve Bolsonaro dönemlerinde doğrudan yatırımların (pandemi başlangıcına kadar) gerilememesini, Çin’e yönelik ve süreklilik arz eden uluslararası sermaye teveccühünü açıklayabilecek şekilde küresel, siyasal, iktisadi analize soyunmak gerekiyor. Gerisi boş laf, ama bu boş laf o kadar yaygın ve Türkiye’de o kadar sık üretiliyor ki okuduğunuz yazıyı bu vurguya ayırmak gerekti.
Türkiye’yi merkez ülkelerdeki para politikası kararlarına ve yatırım fonları yöneticilerinin risk algısına daha da bağımlı kılan politika yapma düzlemini nasıl değiştirmek gerekir ki, eşitlikçi ve demokratik bir ekonomi inşasının yolu açılsın? Soru budur.
Ekonomi yönetiminin yatırımcı arzuları doğrultusunda bir gündeme sıkışması Türkiye’de demokratikleşme tahayyülünün yatırımcı demokrasisi ile sınırlandırılmasına katkıda bulunuyor. Para-sermaye sahiplerine görüş bildirme ve eleştiri özgürlüğü, milyonlara ise faşizan bir rejimin denk düştüğü bu formda, yabancı yatırımcının daha fazla ilgisini cezbetmek için gerekli düzenlemeler demokratikleşmeyle özdeşleştiriliyor. Hal böyleyken “demokrasi” bayrağını muhalif gazetecileri hapse atanlar, insan haklarını çiğneyenler taşıyabiliyor. Üniversitelere kelepçe takılırken önceki aylara ve yıllara göre çok daha fazla miktarda sermaye Türkiye’ye giriş yapabiliyor.
Velhasılıkelam, rejimi ve ekonomi yönetimini eleştirmek için yatırımcıların borazanlığını yapmaktan daha iyi yöntemler bulunuyor. Sıcak para çıkışlarıyla Türkiye ekonomisi yoğun riskler yaşıyor olabilir. Ağır sorunlar devam ediyor ve tercih edilen yöntemler finansal bağımlılığı artırıyor olabilir. Ancak Erdoğan yönetimi yüksek faizle, taahhütlerle çağırdığı yabancı sermayenin ilgisine mazhar olmuyor ya da 'demokrasinin olmadığı yere sermaye gitmiyor' demek için kapitalizmi anlamamış olmak gerekiyor.
not: bu yazı gazeteduvaR'da 8 Ocak 2021'de yayımlandı.