Geçen hafta, son G20 toplantısında iyice belirginleşen korumacılık eğilimlerinin tarihsel gelişimi ile ilgili bazı gözlemlere yer vermiştim. Korumacılığın yükselişi tartışmasını, tarihsel bağlam içinde değerlendirmenin önemine ve dünya ticaretindeki genişleme ve daralma dalgalarının dünya sistemindeki hakim devletin değişimine eşlik ettiğine işaret etmiştim. Bu yazıda, ne oldu da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel ticaretin gelişimine önderlik eden ABD, günümüzde korumacı politikalara yöneldi sorusu üzerinde duracağım.
2008 Krizi Sonrası Durum
ABD, korumacı politikalara yönelirken yalnız değil, ancak başı çekiyor. Aşağıda, Kasım 2008 ile Eylül 2016 arasında, G20 üyesi ülkelerin ticaret politikası alanında yaptıkları korumacı düzenlemeleri gösteriyor. Korumacı önlemlerin sayısı giderek artıyor. Görüldüğü gibi, daha Trump iktidara gelmeden önce ABD bu yola girmiş. Trump’ın yaptığı bu yolun söylemini inşa etmek oldu.
Kaynak: http://www.bbc.com/news/business-39315098 |
Bu aşamada yanıt vermemiz gereken soru şu: Ne oldu da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel ticaretin gelişimine önderlik eden ABD, günümüzde korumacı politikalara yöneldi? Geçtiğimiz hafta ABD’nin hegemonik devlet olma pozisyonunun göreli olarak gerilemeye başladığına işaret etmiştim. Özellikle 2001 sonrası Çin’in agresif büyümesi ve dünya ticaretindeki ağırlığını artırması, ABD’deki korumacı önlemler için gerekçeler olarak sıralanabilir. Ancak mesele bu kadar basit değil. Zira Çin’de yatırım yapmış pek çok ABD kökenli çok uluslu firma, ABD aleyhine gelişen ticaret dengesinin bir bileşeni.
ABD Neden Korumacılığa Yöneliyor?
Geçtiğimiz hafta Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ortak olarak “Ticareti Herkes İçin Büyümenin Motoru Yapmak” başlıklı bir rapor yayınladı. Raporda dış ticaretin ABD ve Avrupa’daki işçileri olumsuz etkilediğine dikkat çekiliyor. Özellikle imalat sanayinde çalışanlar için ithalat baskısının ne kadar etkili olduğu vurgulanıyor. Bu vurgularla, son yıllarda yükselen sağ popülizmin ilişkisini kurmak önemli. Zira bu hareketleri iktisadi temellerden kopuk bir şekilde ele aldığımızda, sınıfsal içeriğini göremeyebiliriz.
Her ne kadar raporda serbest ticaretin faydaları sıralansa da, somut olarak görünen tablo, serbest ticaret politikalarında ısrarın siyasi olarak sürdürülebilir olmadığı. Batı’da müesses nizamın sarsılmasının ardında sermayenin uluslararasılaşması sürecinin siyasi maliyetlerinin giderek artması yatıyor.
Mekansal Örtüşmezlik ve Kriz
Sermayenin uluslararasılaşması, bu kısa yazıda tüketilemeyecek boyutta bir konu. Burada konunun sadece bir yönüne işaret ederek artan korumacılık eğilimleriyle ilişkilendireceğim. 1970’lerden sonra para, meta ve üretken sermayelerin uluslararasılaşması, malların ve paranın serbest dolaşımı ve uluslararası yatırımların artması anlamına geliyordu. Yani sermayenin mekânı giderek uluslararasılaştı, ancak sermayenin yeniden üretiminin gereklilikleri halen ulus devletlerin sınırları içinde hayata geçiriliyordu.
Dolayısıyla sermaye birikiminin mekânı ile devletlerin formüle ettikleri ekonomi politikalarının mekanı arasında bir örtüşmezlik oluştu. Bu sorun, devletlerin sermayenin uluslararasılaşmasının gereklerini içselleştirmeleri ile kısmi olarak çözüldü. Ancak özellikle 2008 krizi sonrası, yaşananın mekânsal örtüşmezlik sorunun çözümü değil, sadece ertelenmesi olduğu görüldü. Kriz sonrasında sermayenin uluslararasılaşmasının maliyetleri daha görünür hale geldi.
Bu bağlamda günümüzde ABD’de yükselen korumacı eğilimler, sermayenin uluslarasılaşması sürecinde bir geri çekilmeden çok, bunun maliyetlerinin mekânsal olarak nasıl bölüştürüleceği ve bu maliyetin hangi ülkelerdeki, hangi sınıflar tarafından üstlenileceği konularındaki belirsizlikten kaynaklanıyor.
Konuyu farklı boyutlarıyla tartışmayı sürdüreceğim.