Geçtiğimiz yıl çok sayıda ülkede sağ popülist olarak nitelenen parti ve kişilerin siyaset sahnesinde yükselişini 2008-9 uluslararası finansal krizi ve dalgalarının bitmek bilmeyen gücüne bağlamak mümkün. Çöküş ve takip eden düşük büyüme, emek piyasasına dönemeyen milyonların öfkesi ve dönenlerin çalışma koşulları birlikte ele alındığında tepkisel bir siyasi söylemin güç kazanması için verimli bir zemin oluştuğunu görebiliyoruz. Sağ popülizmin, neoliberalizmin tahribatından faydalanarak bir seçmen bloku oluşturduğunu ancak dramatik değişiklikler ihtimalini güçlendirmekle birlikte zayıflıklarının bulunduğunu ileri sürüyorum. Ekonomi politikalarının piyasacılığı, ya da kemer sıkma karşıtlığını ulusal ekonomi savunusuna indirgemesi dünyanın farklı coğrafyalarında eşzamanlı görülen sağcı yükselişin de sınırlılığına işaret ediyor olabilir.
Bu değerlendirmede popülizmi iktidar bloku karşısında muhayyel halkın çıkarlarını savunma iddiasındakilerin başvurduğu bir siyaset tarzı olarak tanımlıyorum.[i] Halkın malı ve işi olması gereken idarenin bir avuç seçkin ya da müesses nizam unsurundan müteşekkil bir blokun elinde olduğu iddiasıyla çatılan siyasi pozisyonlar popülist olarak nitelenebilir. Uluslararası finansal kriz hem sol hem de sağ popülizmi beslerken, alternatif ve bütünlüklü program eksikliği ve neoliberal teknokrasi ile başa çıkma yetersizliği sol popülizmi ve yeni solu yıprattı. Faturayı yabancılara, azınlıklara, göçmenlere kesen sağ popülistler ise rüzgarı arkalarında buldular.
Tahribattan avantaja
Sağ popülizmin neoliberal teknokratik yönetimlerin icraatlarından ve neoliberalizmin yarattığı/derinleştirdiği tahribatlardan faydalanması iki düzlemde gerçekleşiyor.
Bunlardan ilki kamusal olanın değersizleştirilmesinin yarattığı manevra alanıdır. Kamusal tartışma ve kamusal bilgi üretiminin değersizliği karşısında çalışan sınıf ya da artık nüfus mensubu yaşam koşullarının iyileştirilmesini araştırmalar ve bilimsel bulgular ışığında kamusal tartışmalara bağlayamaz. Daha ziyade basit formülasyonlar ile güçlü parti ya da liderin ağzından çıkacaklara bakılır. Meseleler basitleştirilir, sorunlar güçlü bir iradenin dokunuşuyla çözülecekken zaten kimsenin kusura bakmaması gerekir.
İkinci nokta ise neoliberalizmin derinleştirdiği gelir adaletsizliği ve servet eşitsizliğidir. Artan gelir adaletsizliği yerinde saymak için dahi daha fazla çalışmak zorunda kalan ya da işsiz kaldığı sürelerde girdiği borç kapanından kurtulmasına çalıştığı süre yetmeyen emekçi açısından farklı şekillerde deneyimlenebilir. Bir zenginler-muktedirler blokunun toplumun tepesinde yer aldığı ve milyonlarca insanın hayatını biçimlendirdiği gerçeği gerektiğinde bunları hizaya getirecek bir lidere ihtiyaç olduğu yönlü siyasal argümanın işini zaman zaman kolaylaştırır. Doğrudan bir bağlantı bulunmasa da, gelir adaletsizliği ve servet eşitsizliğinin gerektiğinde sermaye çevreleriyle halk ihtiyaçları doğrultusunda çatışma görüntüsü verecek bir siyasal figür için mümbit bir zemin oluşturduğu ifade edilebilir.[ii]
Ekonomi politikaları
Bu avantajlar sağ popülist hareket ya da oluşumların seçim başarıları kazanması, iktidar ortağı olması ya da iktidarı biçimlendirmesine olanak tanıyor. Fakat sağ popülistlerin savunduğu ekonomi politikaları ve bunların muhtemel sonuçları daha alevli bir şekilde ancak Birleşik Devletler’de Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte tartışılmaya başlandı.
Her ülkede değişen güç dengesi ve siyasal iktisadi sorunların niteliğiyle birlikte oldukça alacalı hale gelmesine karşın yine de sağ popülistlerin vurguladığı temel ekonomi politikası unsurlarından söz etmek mümkün. ABD’de Trump, altyapı yatırımlarını arttırarak ve ABD menşeli firmaların ürettiği malzemelerin kullanılması şartı getirerek büyüme oranını iki katına çıkarmayı hedefliyor. Halihazırda düşmüş işsizlik oranı nedeniyle bu önlemler ücretlerin fırlamasını ve fiyat istikrarı hedefi ücret artışı kontrolü anlamına da gelen FED’in faiz artışlarını beraberinde getirecek. Trump’ın vaatlerini gerçekleştirmesi kısmen Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarının askıya alınmasına kadar gidebilecek bir korumacılığa da ihtiyaç duyuyor. Başta ABD olmak üzere bütün dünyada ekonomi medyasının bahsettiği belirsizlikler, ekonomi politikalarının uygulanabilmesi için gereken hukuksal alt üst oluş ve öngörülemez sonuçlarla alakalı.
Trump’ın serbest ticaret ilkelerine darbe vuracak planları, Fransa seçimlerinde favori adaylardan faşist Marine Le Pen’in korumacılığıyla benzeşiyor. “Halkın çıkarlarını küresel seçkinlere feda eden kemer sıkma” karşısında eleştirisini zaman zaman yükselten Le Pen ve Fransa’da Ulusal Cephe, Fransız işçisini küreselleşme ve göçmenlerden koruma vurgusuyla oylarını arttırmaya çalışıyor. Ancak Trump’ınkine benzer bu küreselleşme eleştirisi ne kadar çelişkili de olsa Fransız sermayesini koruma gerekçesiyle bir arada yürütülüyor.
Söz konusu çelişki “ulus”un sınıfsal bölünmüşlüğünün inkarı ve tehdit kaynağını dışarlıklı/yabancı olan şeklinde tarif etmekle sürdürülebilir. Nitekim Avrupa’nın geri kalanındaki sağ popülist partilere de bakıldığında genellikle muhafazakar değerleri piyasa özgürlükleri ile birlikte savundukları ve bu ikisi arasında bir eşdeğerlik kurdukları görülüyor. Ekonomi politikası anlamında kamu harcamalarının sınırlanması ve refah devleti artığı uygulamaların gözden geçirilmesine Avro bölgesine koyulan mesafe ekleniyor. Polonya’da Yeni Sağ Kongre, İsviçre’de Halk Partisi ve Britanya’da Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi gibi farklı oluşumları ortak bir şekilde tanımlamaya izin veren bu unsurlara göçmen karşıtlığı, vergileri düşürme politikası ve arz yönlü iktisata olan bağlılık eklenebilir.
Ancak bu ortaklaşmaları ileri götürmek oldukça zor. Hindistan’da Narendra Modi ve Rusya’da Vladimir Putin’in daha ziyade paternalist mekanizmalarla sermayeyi “ulusal çıkar” doğrultusunda yönlendirmeye kalktıklarını ancak muhafazakarlıklarını programatik bir kamu harcaması sınırlandırma tercihi ile taçlandırmadıklarını görüyoruz. Sonuçta, farklı coğrafyalarda muğlak tanımlanmış bir müesses nizam ya da küresel düzene meydan okuyan ve toplumsal eşitsizliklerin ve sefaletin kaynağını komplolara, küresel seçkinlere, göçmenlere bağladığı ölçüde ırkçı retorikle donanan hareketler güç kazanıyor. Ancak ekonomik programları ya piyasacılığın etkisini taşıyor ya da kısmi müdahalelerle “ulusal ekonomi”nin korunmasından dem vuruyor.
Vaat ve gerçeklik
2008-9 krizinin arka planında zemin kazanan ve/veya seçim başarılarını sürdüren siyasal hareket ve partilerin gücü dünya ekonomisinde çok taraflı anlaşmaların rafa kalktığı, ticari serbestliğin zarar gördüğü ve iki taraflı ticaret anlaşmalarının daha ön plana çıktığı bir ortam oluşmasına katkıda bulunabilir. 1930’lar dünyasındaki komşusunun kuyusunu kazma tercihini hatırlatan korumacılık güç kazanabilir. Hatta ulusal ekonomileri koruma adına kur savaşları yaşanabilir.
Bu olasılıklar krizden bu yana daha yüksek sesle konuşuluyor. Trump’ın seçilmesi, ABD seçimini kendilerine destek olarak okuyan Avrupalı popülistler ve Putin’in Avrupa’daki hempalarıyla münasebetleri ile birlikte ele alındığında bir dönüm noktasında olduğumuz düşüncesi güç kazanıyor.
Ancak sağ popülizmin zayıflığını ve bu değişimin açığa çıkardığı olanakları da vurgulamak gerekli. Eğer bir tarihsel dönemecin geçilmekte olduğunu savunacaksak, muktedirler ve müesses nizam karşıtı giderek güç kazanan söylemin tekabül ettiği öfkenin içeriğini de incelemekte fayda var. Mevcut tepki kapitalizm karşıtlığı anlamına gelmiyor, lakin seçkinlerin gücüne, finansal krizlere ve neoliberal tahribata işaret eden bir hiddet barındırıyor. Sağ popülistlerin yelkenini dolduran rüzgara karşın, ekonomi politikalarının onlara oy verenleri hayal kırıklığına uğratması güçlü bir olasılık. Küresel kapitalizmin doludizgin yol aldığına ilişkin öforinin geride kalışı sonrasında sınıfsal bölünmüşlüklerin siyasetteki yerini ulusal çıkarlar, ayrımcı politikalar ve göçmen karşıtlığıyla ikame eden sağ popülizmin incelikli ve siyasal iktisadi bir eleştirisi, öfkenin gerçek muarızlara yönelmesini sağlayabilir.
Not: Bu yazı Birgün Pazar'da 12 Mart 2017'de yayımlanmıştır.
[i] Kavramsal tartışma için ayrıca Mesele Dergi (mesele121.org) portalındaki yazıma da bakılabilir: “Yükselen sağ popülizm, kısa bir bilanço ve yapılabilecekler” (1 Ocak 2017)
[ii] Hatırlatmak gerekirse 46 ülke arasında 2000-2014 yılları arasında en tepedeki % 1’lik kesimin servetini en hızlı arttırdığı ülkeler arasında başta Rusya, Türkiye ve Hindistan gelmektedir (bkz. Credit Suisse Küresel Servet Raporu, 2014).