Bir haftadır, Türkiye Varlık Fonu (TVF) yeniden ekonomi
gündeminin öncelikli tartışma konusu haline geldi. Fon üzerine söylenenler
çeşitli. Bunun bir tür özelleştirme hamlesi olduğunu savunanlar
da var, paralel hazine, hatta merkez bankası olduğunu savunanlar da, ya da batık şirketleri kurtarmak için kullanılabileceğine dikkat çekenler de. Görüşler bu kadarla sınırlı değil, Fon’un devletin finansallaşmasında
yeni bir aşama olarak görülebileceği ya da bu sürecin siyasi rejim inşası ile ilişkilendirilebileceğini ileri sürenler de oldu. Bu tartışma sürecek, çünkü henüz Fon’un nasıl kullanılacağı,
kapsamının ne olacağı, ne kadar büyüyeceği belli değil. Bunları uygulama
ilerledikçe görüp değerlendireceğiz. Ancak net olan bir şey var: Türkiye Varlık
Fonu, Türkiye’de ekonomi yönetiminin doğrultusunun neoliberal çerçevenin dışına
çıktığının bir kanıtı değil. Bu argümanı desteklemek için tarihsel bir örneğe,
1960’ların başında iktisadi planlama kurulurken, ilk plancılar tarafından
formüle edilen Devlet Yatırım Bankası örneğine başvuracağım.
1960’lar ve Planlama
1960’lı yıllarda ekonomik gelişmenin planlı olarak
yürütülmesi için Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulduğunda, 1961 ile 1963
arasındaki dönem ilk planın hazırlanması aşaması olarak ilan edildi. Bu dönem
1960-1980 arası uygulanacak planlamanın çerçevesinin çizildiği bir dönem olması
açısından kritik önemdedir. Plancılar,
siyasilerin verdiği direktifler doğrultusunda yıllık yüzde 7’lik büyüme hızına
ulaşmak için gerekli olan yatırımları ve bu yatırımlar için gerekli
tasarrufları artırmak için bir plan hazırlamaya girişirler. İlk plancıların
hazırladığı taslak ile birinci planın nihai şekli arasında önemli değişiklikler
vardır. Plancılar, vergi reformu (tarımın vergilendirilmesi) ve Kamu İktisadi
İşletmeleri’nin (KİT) reorganizasyonu üzerinde durmaktadır. Zira o dönemde kamu
kesiminin ekonomideki ağırlığı oldukça yüksektir.
İlk Plancıların Planı: Dinamik İç Pazar
Plancıların önerilerinin temelinde, sermayeyi disipline
edecek, yani onların yatırım kararlarını etkileyecek ve yatırımları üretken
olmayan alanlardan üretken alanlara yönlendirecek bir çerçeve vardır. Bunun
için ithal ikamecilik nedeniyle dış ticaretin yarattığı rekabet baskının
ortadan kalkmış olması gibi, firmaların üretkenlik artışına teşvik edecek bir
unsurun mevcut olmaması, dinamik bir iç piyasa yapısı kurularak telafi edilmeye
çalışılmıştır. İç piyasanın dinamik kılınmasının en önemli aracı ise, kamu
kurumlarının özel sektör ile rekabet edecek şekilde konumlandırılmasıdır. Bu
önerinin odağında ise, Türkiye’deki tüm KİT’leri ve bunların finansman
koşullarını kendi bünyesinde barındıracak bir Devlet Yatırım Bankası (DYB) kurulması,
bu bankanın ise DPT’ye bağlı çalışması öngörülmüştür.
Sermayenin Karşı Saldırısı
Bu öneri, iş çevrelerinin büyük tepkisini çekmiştir.
Dönemin sermaye örgütleri, plan ile devletin özel sektörün rakibi haline
geldiği, hâlbuki devletin özel sektör karlılığını sağlamak için tamamlayıcı
yatırımlar ile altyapı yatırımlarına yönelmesi gerektiği yönünde raporlar
yayınlamıştır. Sonuçta, planın temel direği olan bu öğeler, Yüksek Planlama
Kurulu görüşmeleri sırasında, sermayenin taleplerini dile getiren Yeni Türkiye
Partisi başkanı Ekrem Alican ile CHP’de toprak ağalarının temsilcisi olan Ferit
Melen’in yaptığı etkin muhalefet ile reddedilmiştir. Sanayiciler, tüccarlar ve
toprak ağaları bir olup, ilk plancılar tarafından önerilen modeli
reddetmişlerdir. Bu gelişme, aynı zamanda Türkiye’de planlama uygulamasının
içeriğini de belirlemiştir. Planlama, herhangi bir disipline edici unsur
olmaksızın, sermayeye kaynak aktarmanın bir aracı olarak uygulanmıştır. Bu da,
Türkiye’de yaygın olarak düşünüldüğü gibi ceberut devlet nedeniyle değil, iş
çevrelerinin ve sermaye sınıfının devletin disipline edici planlama uygulamalarını
boğması sonucunda gerçekleşmiştir.[1]
Devlet Yatırım Bankası’ndan Türkiye Varlık Fonu’na
1960’lardaki bu deneyim ile günümüzde yeni kurulan
Türkiye Varlık Fonu arasında benzerlikler var mı? Ya da daha net olarak, Varlık
Fonu’nun kurulması devletin sermayeye karşı, onun hareket alanını kısıtlayacak
bir hamlesi midir? gibi sorular akla gelebilir. O nedenle Fon’un kuruluşunu, son dönemde daha sık duymaya başladığımız,
ekonomi yönetiminin yönelimi konusunda yapılan tartışmaların içine yerleştirmek
anlamlı olacaktır. Bu tartışma bir süredir farklı mecralarda sürüyor, bu köşede
de sürdürmeye niyetliyiz. Ancak burada TVF’nin neden bir DYB olmadığına ya da
daha açık bir tabirle, TVF’nin neden kalkınmacı bir çabanın bir parçası olarak
görülemeyeceğine ve esas olarak neoliberal paradigmanın dışına çıkılmadığına
işaret edeceğim.
Üç Fark
Birincisi, ilk plancıların formüle ettiği şekliyle DYB,
KİT’lerin ağırlıklı olduğu bir ekonomide yatırım kararlarının ve bu
yatırımların finansmanının merkezileştirilmesini, böylelikle de KİT’lerin
etkinliklerinin artırılarak karlılığın yükseltilmesini hedeflemişti. TVF ise
kamu kuruluşlarının ve bu kurumlara ait varlıkların ya özelleştirilmesini ya da
bunları teminat olarak göstererek ucuz kredi elde edilebilmesini amaçlıyor.
İkincisi, DYB gibi bir formülün işlevli olabilmesi için
sermaye hareketlerinin kontrol edilmesi gerekir. Zira Türkiye’de 1989’a kadar
sermaye hareketleri serbest değildi. Ancak günümüzde, TVF dahil herhangi bir
kalkınmacı çabanın karşılaşacağı ilk büyük engel sermaye hareketlerinin
serbestliğidir.
Üçüncüsü, 1960’larda öngörülen modelde DYB, tüm KİT’lerin
üzerinde, ancak DPT’nin altında bir organ olarak formüle edilmişti. Bu modelde
DYB’nin kullandıracağı krediler ya da yatırım yapılacak alanlar, DPT tarafından
tayin edilecek ve bu plan öncelikleri ile uyumlu olacaktır. TVF örneğinde ise
yasada Fon’un etkinlik alanının çok geniş tanımlanmıştır, dolayısıyla net bir
amacı yok. TVF’nin hangi alanlara yatırım yapacağı, Fon yönetim kurulu
tarafından hazırlanan ve Bakanlar Kurulunun onayı ile yürürlüğe girecek olan üç
yıllık stratejik yatırım planı ile belirlenecek (TVF yasası, madde 3). Ancak
genel bir ekonomik plan disiplininden bahsetmek mümkün değil.
Ara Değerlendirme
Geçtiğimiz hafta Cuma günü, kredi derecelendirme kuruluşu
Standard & Poor's (S&P) Türkiye analisti Frank Gill, TVF’nin klasik
varlık fonu tanımına uymadığını belirterek, TVF’yi “kamu harcamalarını merkezi
yönetim dışından finanse etmeye imkân verecek ulusal kalkınma bankasına
benzeyen mali araç benzeri bir yapı olarak değerlendiriyoruz” dedi.
Ancak TVF, S&P’nin düşündüğü bir kalkınma bankası değil. Yukarıda açıklamaya
çalıştığım gibi, kalkınmacı bir projenin uygulanması için oluşturulan bir organ
da değil. O zaman, TVF’nin ne olmadığı ile ilgili biraz netleştik. Ne olduğunu
anlamak için, nasıl kullanılacağını görmemiz gerekecek.
***
Not: Geçtiğimiz hafta,
barıştan, emekten ve bilimden yana olan akademisyenlere yönelik büyük bir
tasfiye gerçekleşti. Okuyucuya bir uyarıda bulunmadan geçemeyeceğim: Böyle
günlerde bilime ve üniversiteye sahip çıkmayan hocalardan ne ekonomi yorumu
dinleyin, ne de dediklerini ciddiye alın! Akademi ayaklar altındayken, buradan
buluş, patent, ar-ge beklemek, teknoloji gelişiyor, biz geride kalıyoruz demek,
naiflik değilse en büyük cahilliktir! #HocamaDokunma
[1] Bu konuda
detaylı bir değerlendirme için şuna bakılabilir:
Ümit Akçay, (2007) Kapitalizmi Planlamak:
Türkiye’de Planlama ve DPT’nin Dönüşümü, İstanbul Sav Yayınları.
Devlet Yatırım Bankası, ilk plancıların formüle ettiği
şekilde hayata geçmedi, Banka’nın sonraki serüveni için bkz: Ferhat
Akyüz (2015) “İşçi Tasarruflarının Sermayeye Aktarılması: Türkiye ve Devlet
Yatırım Bankası Örneği”, Praksis,
Sayı 38.
Bu yazı 13.02.2016 tarihinde Gazete Duvar’da yer aldı. Erişim: http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/02/13/varlik-fonu-ne-degil/