Kriz Notları Facebook Sayfası

24 Mart 2016 Perşembe

2016 Başında Dünya Ekonomisi ve Türkiye: Kriz Dinamikleri, Eğilimler ve Çelişkiler

2016’nın Ocak ayının ikinci yarısında Davos’ta gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu toplantısı, 2016’nın ilk günlerinde dünya genelinde yaşanan borsa çöküşlerinin gölgesinde yapıldı. Zaten forumun beş ana temasından üçü doğrudan küresel ekonomik krizle ilgiliydi. Kapitalizmin geleceğine dair umutları diri tutmanın temel amaç olduğu Davos zirvesinde dahi küresel krizin bu denli önemli bir yer kaplaması, meselenin ne denli ciddi olduğunu gösteren bir işaret. Bu yazıda 2008’de ABD’deki dev yatırım bankalarından biri olan Lehman Brothers’ın batmasıyla patlak veren ve halen süren küresel ekonomik krizin ana hatlarıyla gelişimi ve 2016 itibariyle beklenen güncel gelişmeler konu ediliyor. Bu bağlamda Türkiye ekonomisinin 2016 serüveni de kısaca ele alınacak. Bu durum tespiti için bir adım geriye çekilip 2008 öncesini kısaca hatırlamak gerek. [1]


ABD’nin Krizi
ABD’de 1990’lı yıllarda oluşan yeni kurumsal mimariyle finansal sistem toplumla farklı bir bütünleşme aşamasına geçti. Yeni finansal mimarinin iki temel özelliği vardı. Bunlardan ilki menkul kıymetleştirme işlemleriyle borcun metalaşması ve ikincisi de firmaların üstlendikleri risklerin transferini mümkün kılan finansal yenilikler sayesinde firmaları daha riskli yatırımlara yönlendiren bir teşvik yapısının oluşması idi. Bu iki hamle sonucunda, o döneme kadar ABD konut piyasasından dışlanmış işçi sınıfının en yoksul kesimleri sisteme içerildi. Bu elbette borç veren finansal sistem açısından “riskli” bir yatırımdı. Zira verilen kredinin geri dönmeme olasılığı oldukça yüksekti. Ancak bu riske rağmen yatırımları mümkün kılan, FED’in uyguladığı düşük faiz politikası gibi etkenlerin yanında yeni finansal mimarinin gelişimi ve nihayetinde finansal yenilikler sayesinde bu risklerin transfer edilebileceği düşüncesiydi. Ancak teorik çerçevesinin “etkin piyasa hipotezi” tarafından çizildiği bu genişleme süreci 2008’de tam anlamıyla iflas etti. Bu iflas aynı zamanda kapitalizmin tarihindeki dördüncü (1870’ler, 1929, 1970’ler ve 2008 sonrası) büyük ekonomik kriz dalgasının başlangıcını simgeliyordu.

Avrupa’nın Krizi
1990’lı yıllarda oluşan yeni finansal mimarinin mekanı sadece ABD değildi. 1990’lardaki Asya Krizi sonrası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sonucu geç kapitalistleşen ülkelerin hemen hemen tamamı küresel finansal ağlara dahil olmuştu. Uluslararası finansal sisteminin bütünleşik yapısı, genişleme döneminde sermaye hareketlerini kolaylaştırarak karlılığı artırıcı bir alt yapı sunarken, kriz dönemlerinde sistemin bir yerinde ortaya çıkan bir sorunun hızla diğer alanlara sıçraması riskini beraberinde getirdi. Bu yapı içinde ABD’de patlak veren kriz, ilk olarak ABD pazarıyla en çok bütünleşmiş olan Avrupa’ya sıçradı.
Küresel ekonomik krizin ikinci aşaması olan bu süreçte kriz Avrupa’ya vardığında, firma iflasları aşamasından devletlerin iflası aşamasına geçilmiş oldu. Bunun temel nedeni, batan firmaların devlet tarafından kurtarılması, yani firma zararlarının kamu bütçesinden karşılanmasıyla toplumsallaştırılması idi. Firma kurtarmalarının kamu bütçesine getirdiği ek yükler borçlarının çevrilememesi sorunlarını gündeme getirdi ve krizin Avrupa’daki görünümü borç krizi oldu.
ABD’den farklı olarak krizin Avrupa uğrağında sert bir kemer sıkma programı, krizden çıkış için çözüm olarak önerildi. Bu reçete başını Alman sermaye kesimlerinin çektiği Avrupa’daki finans kapital tarfından üzerinde uzlaşılmış bir programı ifade ediyordu. Örneklerini 1980 sonrasında IMF koşullu kredileri aracılığıyla uygulanan “birikim modeli ihracı” süreçleri Avrupa içinde tekrarlandı. Borçlu ülkelerin borçlarının yeniden finanse edilmesi karşılığında her bir borçlu ülkenin birikim modeli emeği disipline etme temelinde yeniden düzenlendi.
Bu reçeteye karşı gelişen tepkilerin en kuvvetli olduğu Yunanistan’da 2015 başında iktidara gelen Syriza, 6 aylık süreç sonucunda tam anlamıyla havlu attı ve kemer sıkmanın bir uygulayıcısı haline geldi. Ancak Yunanistan’da dahi süreç henüz sonlanmış değil. Zira Yunan halkı geri ödenmesi mümkün olmayan bir borç yükü altında eziliyor. İspanya’da Kasım 2015’te yapılan genel seçimler sonucunda halen yeni hükümetin kurulamamış olması, kemer sıkma paketinin uysal öğrencisi Portekiz’de işlerin tersine dönmesi ve İngiliz İşçi Partisi’nin başına kemer sıkma karşıtı bir başkanın geçmesi gibi gelişmeler, Avrupa için  2016’daki gelişmelerin kritik olacağını gösteriyor.

“Yükselen Piyasaların” Düşüşü
2014 yılına gelindiğinde, küresel krizin üçüncü aşamasının mekanının Küresel Güney olacağı belirginleşmişti. Küresel ekonomik krizin ilk patlak verdiği 2008’de Küresel Güney ülkelerinde bir yıllık daralmanın ardından yeniden yüksek büyüme oranlarının yakalanmış olması, piyasa yorumcularını iştahlı yorumlar yapmaya sevk etmiş ve artık dünya ekonomisinde büyümenin taşıyıcısının geç kapitalistleşen ülkeler olacağı ilan edilmişti (de-coupling tartışması). Türkiye’ye bu görüş krizin “teğet geçmesi” olarak aktarıldı. Bu süreci mümkün kılan merkez ülkelerin krize verdiği tepki idi. Merkez ülkelerde hızlı ve sert faiz indirimi ve miktarsal genişleme olarak iki sütun üzerine inşa edilen politika tepkisinin geç kapitalistleşen ülkelere yansıması, muazzam miktarda fon girişi yaşanması oldu. Dolayısıyla 2000’lerin başından itibaren merkez ülkelerdeki kredi genişlemesi sayesinde görece yüksek büyüme oranları yakalayan Küresel Güney ülkeleri, 2008-9 kesintisi ardından  yeniden hızlı büyümeye devam ettiler. Ta ki 2012 sonuna kadar. Özellikle 2013 itibariyle ABD’nin miktarsal genişleme politikasına son vereceğini ve ılımlı da olsa yeniden faiz artırımına gidebileceğini ilan etmesi yükselen piyasaların düşüşünün başlangıcı oldu.
Küresel krizin üçüncü aşamasının karakteristik özelliği, “yükselen piyasa ekonomileri” kategorisinde yer alan (Hindistan dışındaki) ülkelerde ekonomik büyümenin tempo kaybetmeye başlamasıdır. Bu süreçte dünya ekonomisi açısından en kritik gelişme kuşkusuz Çin ekonomisinin yavaşlamayı sürdürmesidir. 2008-9 çöküşünü dahi ufak bir sarsıntıyla atlatan Çin ekonomisinde, ekonomik büyüme oranı krizden itibaren istikrarlı bir şekilde azalmaya devam ediyor. Çin büyümesindeki tempo kaybı, Çin ekonomisinin dünya ekonomisinde kapladığı büyüklük nedeniyle sadece Çin’i değil, geri kalan ülkeleri de etkiler düzeyde. Bu etkilerin en önemli görünümü petrol ve emtia fiyatlarındaki rekor düşüşlerde görülüyor. Çin’in yanı sıra Rusya’da ekonomik daralmaya, reel ücret düşüşleri ve yerli paranın değersizleşmesi eşlik ediyor. Brezilya ekonomisi ise resmen resesyona girmiş durumda.

2016 İçin Kritik Gelişmeler: Aktüel Bir Kriz Konjonktürü
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IFF) açıkladığı veriler, yükselen piyasa ekonomilerinin düşüşünün bu ülkelerden 2013’te başlayan sermaye çıkışı ile ilişkili olduğunu, 2014 ve 2015’te bu çıkışın rekor düzeye ulaştığını gösteriyor. IFF’nin tahminleri Küresel Güney’den sermaye çıkışının 2016’ta da devam edeceğini gösteriyor. Sermaye hareketlerine son derece duyarlı hale getirilmiş ülke ekonomileri için sermaye çıkışının en önemli sonuçlarından biri ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi. Bir diğeri de yerel paraların dolar karşısında değersizleşmesi.
Bu iki dinamiğe dünya ticaretindeki daramayı da eklediğimizde, 2016 için Küresel Güney’de aktüel bir kriz konjonktürüne girildiği söylenebilir ancak krizi tetikleyecek somut gelişmelerin nereden geleceğini kestirebilmek mümkün değil. Elbette Küresel Güney, homojen bir kategori değil. Örneğin petrol ihracatçıları ile ithalatçıları, dış ticarete bağımlı küçük ülkeler ile güçlü iç pazarı olan büyük ülkeler gibi farklılıklar mevcut ve bu farklılıklar krizin gelişimini etkileyecek düzeyde.
Küresel Güney’deki kriz dinamikleri, ABD ekonomisindeki gelişmelerden bağımsız değerlendirilemez. 2015’in Aralık ortasında ABD’de açıklanan bir dizi “ilginç” veri, merkez bankası FED’in faiz artışı kararının gölgesinde kaldı ancak bunlar 2016 için önemli idi. Bunlardan ilki, ABD’deki finansal mimarinin kritik unsurlarından biri olan gölge bankacılık sisteminden gelen alarm sinyalleri oldu. Buna göre Aralık ayında ABD’deki gölge bankacılık alanında faaliyet gösteren üç önemli finansal kurum battı. Çöp kağıtlar (junk bonds) olarak adlandırılan yüksek risk karşılığında yüksek getiri vaad eden finansal araçların ticaretini yapan finansal kurumlarıın batması en son 2007’de gözlenmişti.
İkincisi, sanayi üretim verisi idi. ABD Kasım ayı sanayi üretimi verisinin beklentilerin altında kaldı, hatta sanayi üretiminde Mart 2012’den beri en hızlı aylık düşüş gerçekleşti. İlginç olan Kasım verisi tek seferlik bir düşüşü değil, yaz aylarından itibaren süren düşüş trendini gösteriyordu. Bu iki gelişmeye petrol fiyatlarındaki rekor düşüş ve son enflasyon verisi (Aralık 2015’te -0.1) de eklendiğinde, FED’in 2016 içinde yapacağını ilan ettiği dört faiz artışının hayata geçmesi şüpheli hale geldi.
ABD’deki faiz artışı sürecinin olası etkilerinin neler olacağı üzerine yapılan tartışmalar yoğunlaşarak sürüyor. Bu bağlamda ABD ekonomisinin yeni bir finansal krizin eşiğinde olup olmadığı yeniden gündeme geldi. Özellikle 1929 krizi sonrası FED’in krizden çıkıldığı düşüncesiyle faizleri 1937’de artırmasının ardından yeniden büyük bir çöküşün yaşanması, güncel bir uyarı olarak dolaşıma sokuldu. Zira 1937 çöküşü sonrasında kriz ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında sonlanmıştı!
ABD ekonomisinde yeni bir finansal krizin patlak vermesi durumu, iki nedenle dünya ekonomisi açısından tam bir yıkım anlamına gelebilir. İlki, faizlerin sıfır olduğu ve trilyonlarca doların piyasaya sürüldüğü bir ortamda yeni bir kriz patlak verdiğinde bu sefer FED’in elinde krize müdahale için herhangi bir silah kalmamıştır. İkincisi de, dünya ticaretinin daralması, Avrupa’da bir türlü krizden çıkılamaması ve Küresel Güney’de ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi gibi gelişmeler, ABD’de gerçekleşecek olası bir finansal kriz, dünya genelinde neoliberal kurumsal ve ekonomik yapının tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Bu andan sonra mevcut siyasal iktisadi paradigma içinde kalınarak yeni bir krizin karşılanması imkansız hale getirmiştir.

Türkiye Ekonomisi: İstikrarsızlıkta İstikrar!
Tüm bu gelişmelerin yaşandığı dönemde Türkiye ekonomisinin gelişimine baktığımızda, süreci genellikle yapıldığı gibi iki alt dönemde ele alabiliriz. İlki 2001 krizi ile 2008 krizi arasındaki dönem, ikincisi de 2008 krizi sonrasından günümüze kadar geçen süre. İlk dönemi karakterize eden temel özellikler üç başlıkta toplanabilir. İlk başlık emek piyasalarının yeniden düzenlenmesiyle ilgilidir. Bu alanda ücretlerin bastırılması, özelleştirmelerle güvenceli istihdam biçimlerinin azaltılması ve yeni iş yasasıyla emek piyasalarının esnekleştirilmesi gibi oldukça kritik uygulamalar hayata geçirildi.
İkinci başlık devletin kurumsal yeniden yapılanmasıydı. Bu başlıkta ekonomi yönetiminin depolitizasyonu olarak adlandırabileceğimiz bir dizi kurumsal reformlar yapıldı. Merkez bankasının bağımsızlaşması ve bağımsız düzenleyici kurumların oluşturulması bu yeni kurumsal düzenlemeler arasındaydı. Bu düzenlemelerle ekonomi politikasının büyük ölçüde siyasal tartışmanın dışında konumlandırılması amaçlandı. Örneğin ücret artışları merkez bankasının belirlediği enflasyon hedefine endekslenerek belirlendi.
Üçüncü başlık da dünya konjonktürünün etkileri idi. 2001 ile 2008 arası dönem FED’in izlediği para politikası nedeniyle ucuz kredi olanaklarının bol olduğu bir dönemdi. Buna ek olarak Türkiye’nin IMF ile yürüttüğü istikrar programı ve AB’ye üyelik müzakerelerine başlanmış olması gibi etkilerle yabancı sermaye girişleri daha önce görülmedik şekilde arttı. Kısacası, iki kriz arasında Türkiye ekonomisi görece hızlı ekonomik büyümenin yaşandığı bir dönem geçirdi. Ancak bu dönem, çalışanlar açısından giderek güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması ve ücret artışlarının neredeyse dondurulmuş olması bakımlarından olumsuz yıllardı.

2008 Krizi Sonrası: Ekonomik Büyümenin Yavaşlaması
İkinci dönemin en önemli özelliği ise ekonomik büyüme temposunun giderek yavaşlıyor olmasıydı. Gerçekten de, 2009 yılında ABD’deki krizin etkileri nedeniyle şiddetli bir şekilde daralan Türkiye ekonomisi, 2010 ve 2011’de hızlı büyüme oranları yakalasa da takip eden yıllarda ekonomik büyümenin giderek yavaşlamaya başladığı görülebilir. Ancak işçi sınıfı açısından 2008 krizi sonrası dönemin en önemli özelliği, çalışanların reel ücretlerinde bir artış olmamasına rağmen tüketim sevilerinde görülen artıştır. Bunun temel nedeni ise krizden çıkış için uygulanan tedbirler çerçevesinde merkez bankasının uyguladığı düşük faiz politikası ile borçlanmanın kolaylaştırılmasıdır.
Bunun sonucunda reel gelirleri artmayan geniş toplum kesimlerini hayat standartlarını korumak için giderek artan bir şekilde borçlanmaya gittiler. Üçte ikisi ücretlilere ait olan tüketici kredisi borçları 2002 yılında 2 milyar civarındayken 2013 sonunda 240 milyar dolara ulaştı ki bunun yarıya yakınını konut kredileri oluşturuyordu. Artan bireysel borçlanma yoluyla çalışanların finansal sistemle bu şekilde bütünleşmesinin birkaç önemli sonucu oldu. Bunlardan ilki borçluların kaderleri giderek artan bir şekilde ekonomik istikrarın varlığına bağlı hale geldi. Bunun anlamı, AKP hükümetinin istikrar vaadinin karşılık bulduğu geniş kesimlerin yaratılmasıydı. İkincisi, uzun vadeli borçlanma olanaklarının sağlanıyor olması, çalışanları sisteme bağlayan görünmeyen zincirler olarak işlev görmeye başladı. Son olarak borçların geri ödenebilmesi için daha fazla çalışma “yeni normal” halini aldı.
İkinci olarak kurumsal yapıya baktığımızda, özerk kurumların ve merkez bankasının kriz koşullarına göre yeniden organize edildiklerini görebiliriz. Bu çerçevede önceki dönemden farklı olarak ekonomi yönetimi deyim yerindeyse “otomatik pilottan” manuel yönetime geçti. Bu süreçte uluslararası kurumlarla eşgüdümlü bir şekilde gündeme getirilen makroihtiyati politikalar ile sürece müdahale edildi, fiyat istikrarı yanında finansal istikrar da gözetilen bir hedef olarak tespit edildi. Yasal olarak merkez bankasının öncelikli hedefi enflasyonu düşürmek olsa da, kriz konjonktüründe fiili olarak öncelikli hedef ekonomik büyümeyi desteklemek olarak revize edildi.
Son olarak uluslararası konjonktürün etkilerini değerlendirdiğimizde, özellikle ABD’de krizden çıkış için uygulanan kurtarma paketlerinin, aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler açısından yeniden ucuz kredi olanaklarının bollaştığı ve borçlanma maliyetlerinin giderek düştüğü bir dönemin yaşanması anlamına geldiğini görebiliriz. Zaten Türkiye’de 2009 sonrası ekonomik canlanmanın ve işçi sınıfının finansal sistemle entegrasyonunun bu denli hızlı gerçekleşmesinde, yurt dışından gelen ucuz kredi olanaklarının olması hayati rol oynadı. Ancak bu süreç 2013’te sonlandı ve 2015 itibariyle süreç tersine işlemeye başladı, net sermaye çıkışları yaşandı. 2016’da bu trendin devam etmesi bekleniyor. 

“Utangaç Kalkınmacılık”: Paradigma Değişikliği (mi?)
Sermaye çıkışlarının yaşandığı ve ekonomik büyümenin tempo kaybettiği bir ortamda iktidara gelen 64. Hükümet ile birlikte ekonomik yönetiminin farklı arayışlara girdiği görülmektedir. Buna göre 2016 için hükümetin aldığı ekonomik önlemlerin tamamı kriz karşıtı bir çerçevede iç talebi canlandırıcı politikalar olarak görülebilir. Bu politika çerçevesi kamu harcamalarının artışı, asgari ücretin yükseltilmesi ve borçlanma imkanlarının kolaylaştırılması ayakları üzerinde durmaktadır. Kısacası, kredi genişlemesine dayalı iç talebi destekleme politikası 2016 için politika yapıcıların izleyeceği ana yörüngeyi oluşturmaktadır.
2016’da uygulanacak olan bu politika çerçevesinin, ekonomi politikalarında köklü bir değişikliği yansıtıp yansıtmadığı konusu ise tartışmalıdır. Ancak işaret edilmesi gereken, iç pazar odaklı “utangaç kalkınmacı” politikaların, dünya ticaretinin daraldığı bir ortamda IMF gibi uluslararası kurumlar tarafından “yükselen piyasalara” önerilen bir çözüm olmasıdır. Bu anlamıyla 2016 itibariyle gündeme gelen politika çerçevesi mevcut dünya sistemine “rağmen” değil, onunla uyumlu bir şekilde geliştirilmiştir. Bu anlamda ekonomi politikası çerçevesindeki farklılığın neoliberalizmden sapma anlamına gelmediğinin altı çizilmelidir. Bu politika çerçevesinin ekonomi politikalarında daha köklü bir dönüşüme yol açıp açmayacağı ise, aktörlerin niyetleri kadar küresel ekonomik krizin seyrine bağlı olacak.



[1] Bu yazı Express Dergi'nin 141. sayısında yer aldı.