Türkiye’de bir hafta öncesinin olay ve açıklamalarına dair bir yazı kaleme almak, bugünün gündemini kaçırmak anlamına gelebiliyor. Biri eski rejimin ana muhalefeti konumundaki partinin Cumhurbaşkanı adayı olmuş, diğeri Erdoğan sonrasının lideri olmak için çırpınan iki siyasi figürün açıklamalarını sadece birkaç gün sonra ele almak da aynı kadere mahkum. Siz bu satırları okurken, yeni bir müjde, bunun maliyeti, girişilecek işin akla yatkınlığı tartışılıyor olacak. O tartışma layıkıyla sonuçlanmadan muhtemelen bir dış politika krizi tartışılacak, araya infial yaratacak bir toplumsal skandal dahi girebilir.
Bütün bu gelişmeleri hatta söz konusu ettiğim açıklamaları, yeni “müjde” ile birleştiren, kesiştiren trajik bir düzlem var. Bu düzlemi irdelediğimiz ölçüde yakın gelecekteki gelişmelere karşı biraz daha hazırlıklı olmak mümkün olabilir.
PARTİ DEĞİL HAREKET
Türkiye’de siyasetçilerin açıklamaları kendilerinin itildiği konumlar ve yeni rejimin nitelikleri nedeniyle esasen oldukça anlaşılır. Ancak siyasal kutuplaşma ve kamuoyu tartışmasının birkaç mecraya sıkıştırılmış halde sürekli tehdit altında olması bu anlaşılırlığı gölgeleyebiliyor. Muharrem İnce’nin 1000 Günde Memleket Hareketi, örneğin, İnce ve CHP yönetimi arasındaki gerginlikler ve Erdoğan yönetimine nasıl avantaj sağlayabileceği üzerine tespitlerle ele alınıyor. Fakat Türkiye’de 2017-18’de siyasal rejim değişikliğinin tamamlandığını hatırlamalıyız. Söz konusu sistem bir başkanlık rejimi olduğu için Türkiye’de parti siyasetine dair ezberlerin bozulmasını beraberinde getiriyor. Yapısı gereği lider ve etrafındaki dar kadroyu öne çıkaran, Güney Amerika’da kullanılan terime atıfla caudillocu siyasilerin önünü açan bu rejim klasik siyasal parti örgütlenmelerindense seçim odaklı birleşmeleri, o ittifaklara nefes taşıyan (ya da meydan okuyan) hareketleri öne çıkartıyor.
CHP’de demokratik teamüller açısından sorunlu bir imza topla(yama)ma süreci sonrasında liderlik şansı kalmayan İnce’nin böyle bir girişimde bulunması beklenebilirdi. Memleket Hareketi’nin seçim düzlemindeki yüzde 1-2’lik desteği dahi, İnce’ye ve etrafındakilere çok önemli bir pazarlık gücü sağlayacak. Söz konusu durum Millet İttifakı benzeri bir oluşuma katılma ihtimali bulunan eski AKP’lilerin partileri için de geçerli. Bütün kadro oluşturma uğraşına karşın DEVA Partisi'nin önümüzdeki birkaç yıl boyunca Ali Babacan hareketi olarak anılmak dışında bir seçeneği bulunmuyor. Anadolu’da küskün AKP’lileri derleme peşindeki Gelecek Partisi öngörülebilir gelecekte sadece Ahmet Davutoğlu ile anılacak. Bu siyasi şahıslar Türkiye’yi yönetme iddiaları güç kazanmasa dahi devşirebildikleri desteklerle bir blokun parçası haline gelecek, siyasi pazarlıklarda en iyi anlaşmayı kotarmaya uğraşacaklar.
1980 darbesi sonrasında yeni siyasal partiler kanununun çıkarılmasını takiben parti liderlerinin daha önce olmadık derecede otoriteleri tesis edilmişti. Artık (2018 sonrasında) yeni bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Burada teşkilatlarıyla ve gelenekleriyle mevcut partilerden daha fazla değilse de en az onlar kadar siyasi şahsiyetlerin cambazlıkları ve farklı hizipleri kendi yanlarında toplama kapasiteleri öne çıkıyor. Yeni siyasi rejim particiliği değil, lider hareketini avantajlı kılıyor. AKP’nin ve diğer partilerin kurumsal geleceğini daha tartışmalı kılacak bir ortamda yeni Erdoğan’lar yaratmayı teşvik ediyor.
DOLAR DEĞİL LİRA
Türkiye’de bütün kriz ve çalkantı ortamına karşın yeni siyasal rejim kadar açıklıkla tarif edebileceğimiz yeni bir ekonomik model belirmedi. Krize verilen tepkiler esasen sermaye girişleriyle ekonominin canlanacağı, o döneme kadar sağlanan kredi genişlemesi ile sorunların erteleneceği bir modele bağlılık sergiledi. Bu modelin kendisi söylemsel olarak Türkiye’nin uluslararası hiyerarşideki konumundan rahatsızlığı açığa vurmayı ve sürekli olarak katma değeri yüksek ürünlerin üretilmesine doğru hamleler yapılacağı vaatlerini barındırıyor. Çeşitli araştırmacılar söylemsel devamlılığı ve veri tutarsızlıklarını görmezden gelerek Türkiye’nin yeni bir korumacılığa geçtiğini ima etseler de elimizde bu iddiayı destekleyecek, kopuş göstergesi henüz bulunmuyor.
Kredi genişlemesine dayalı ve bu yönelimin bütün sorunlarının etkili bir şekilde açığa çıktığı birikim rejimini koruma çabası sırasında uluslararası sıkışmışlığa dair öfke ve yeni bir çağın eşiğinde olduğumuz anlatısı güçleniyor. Ortaya yabancı yatırımcıyı davet eden, Türkiye’nin sorunlarını hızla geride bırakacağını müjdeleyen bir bulamaç geliyor. Örneğin, Türk Lirası’nın 2020 pandemisi başlangıcından (Türkiye bağlamında martın ikinci haftası) bu yana ABD Doları karşısında yüzde 16 kadar değer kaybetmiş olması rekabetçi kura göndermeyle normalleştiriliyor.
Albayrak’ın “Türkiye faizde ve kurda daha az bağımlı olduğu güçlü bir sürece girecek. Önemli olan kurun seviyesi değil, rekabetçi olup olmadığı” açıklaması bir çaresizlik göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak aynı zamanda bağımlı finansallaşma sürecinin içinde kilitli kalmış bir ekonomi yönetiminin yapabileceklerini de ifade ediyor: Para birimi hızla değer kaybederken, dövize müdahaleyle finansal riskleri toplumsallaştırarak borçlu şirketlere nefes alma olanağı sağlamak ve yeni teşviklerle rekabet güçlerini artırma imkanı sunmak.
Burada politikalarıyla ve programlarıyla dört başı mamur bir ekonomi yönetimi anlayışı değil cambazlıklar öne çıkıyor. Örneğin Merkez Bankası ile yerli bankalar arasındaki devridaim mekanizmasını sürdürebilme kapasitesi muazzam önem taşıyor. Kriz altında, bu ekonomik model, fıtratta bulunan pragmatizmi avantajlı kılıyor. Erdoğan yönetiminin geleceği “kalkınmacı” olarak anılan bazı önlemlerin ardı arkasına alınmasına yol açsa da, ortada bir kalkınma programı olmaksızın sermayeye cömert destekler ve bununla birlikte kof bir kopuş söyleminden başka bir şey bulunmuyor.
HİKAYENİN DEVAMI
Siyasal rejim değişikliğinin tamamlanmasından önce biçimlenmeye başlayan siyasi çıkış hamleleri İnce’nin yola revan olmasıyla tamamlanıyor. Ancak son iki yılın özeti açık: Yeni siyasal hareketler, çok sınırlı desteklerle dahi liderlerine ve dar kadrolara büyük kazançlar sağlayabilecekleri için pıtrak gibi ortaya çıkıyorlar.
Türkiye’nin 2013-15 sonrasında demlenen ekonomik krizi yeni bir çevrimle geride bırakılamadan pandemi kaynaklı bir daralmaya yol verdi. Yatırımların çöküşüne karşın yeni bir dönemin başladığını söyleyenlerin derdi de açık: Ekonomi yönetiminin başka bir seçeneği bulunmadığı için uluslararası sisteme meydan okur görünen bir söylemle idare-i maslahatçılık bir arada yürüyor.
Buradan son açıklamalara uzanmak mümkün. “Yanımda mısın?” sorusunu yöneltip duran mevcut plebisiter rejimin yoklama zamanı yaklaşıyor. Plebisiter ve otoriter rejimler aralıklarla olağan dışı gelişmelere ihtiyaç duyar. Türkiye’de ise yeni bir döneme geçtiğimiz iddialarını destekleyecek müjdeler sanki hiç olmayacak köşelerden karşımıza çıkıveriyorlar. Erdoğan yönetimi üzerinde bir kutlu hale yaratmak için müjdeler rastlantısal görünmeliler ancak bir yandan da sanki her şey yeni bir dönemin açılışına kendiliğinden hizmet etmeli.
Böyle ifade edince müjdelerden trajedilere uzanmak mümkün. Tragedya yazanların etki uyandırmak amacıyla olayları beklenmedik anlara yerleştirdiğini belirten ve fakat sıra dışı ya da beklenmedik olayların birbirlerini doğal biçimde izliyor görünmesi gerektiğini anlatan Aristoteles geliyor akla: “Olağanüstü olan şeyler kendiliğinden ya da rastlantısal olarak ortaya çıkarsa bu daha da etkili olur. Sadece rastlantıya dayanan olaylar arasında en olağanüstü olan aynı zamanda bir amacı olanıdır.” (Poetika, IX. Bölüm).
not: bu yazı gazeteduvaR'da 21 Ağustor 2020'de yayımlandı.