Kriz Notları Facebook Sayfası

20 Aralık 2020 Pazar

Kaynayan üniversite kazanı

Türkiye’nin alacalı bulacalı üniversite evreninde yaklaşık sekiz milyon öğrenci bulunuyor. Hafta sonu sınava girecek milyonlarca adayın heyecanı ve pandemi koşullarında maruz bırakıldıkları belirsizlikler üzerine siyasal bir tepki oluşmamış durması, basınç birikimini görmezden gelmeye yol açmasın.


YÖK kurulduğundan bu yana üniversite öğrenci sayısı artıyor olsa da 2003 yılında var olan 70 üniversitenin 2020 yılında 202’ye çıkmış olması ve özellikle son 15 yıldaki genişleme etkilerini yeni yeni gösteriyor. Hayal kırıklığı yarattığı milyonlarla, yaşamlarıyla oynanan gençlerle kaynayan üniversite kazanı kapak tutmayacak. Açık öğretimi katınca nüfusun onda birinin üniversite öğrencisi olduğu Türkiye’de istihdam içinde halen lise ve altı ağırlığını korurken, bahsetmek istediğim hoşnutsuzluk, değersizleşen kurumların bizzat kendilerine iktidar tarafından yüklenen işlevi kısmen yitirmeleri ile ilgili. Orta vadede Türkiye siyasetini değiştirecek bu husus çok boyutlu ve kısa bir yazıda bütünüyle ele alınamaz. İki hatırlatmada bulunup esas noktaya geçeceğim.

PİYASANIN FENDİ

Hatırlatmalardan ilki, üniversitelerde piyasalaşmanın tekdüze olmadığı ve farklı gruplar için farklı nitelikler arz eden bir seyir sergilemiş olduğu. Son 20 yılda devlet üniversitelerindeki öğrenciler de piyasaya mahkumiyeti normalleştirirken, örneğin üniversite idari ve akademik personeli karşılaştırmalı olarak daha dramatik bir dönüşüm deneyimlediler. Fakat bu deneyim de eşitsizdi. Çalışma koşullarının güvencesiz kılınması bakımından en altta yer aldığı kabul edilenler büyük sıkıntılarla boğuşurken, akademik çalışma koşulların piyasalaşması devlet üniversitelerindeki doçent ve profesörleri şimdilik daha az etkiliyor. Söz konusu farklılaşmalar üniversite sistemi üzerine toptancı çıkarımları engelliyor, daha önemlisi sorunları binbir ayrı biçim alan üniversite kesimlerinin toplu mücadelesini zorlaştırıyor.

Akılda tutulması gereken ikinci unsur, vakıf üniversitelerinin mal ve hizmet alımları aracılığıyla ya da bilgi altyapısını veyahut fiziki altyapıyı kullandırma yoluyla gelir kalemlerine dair ve bu gelirleri nasıl dolambaçlı yollarla özel ellere geçirdikleri konusunda yeterli bilgimizin bulunmayışı. Söz konusu bilgisizlik yeni yöntemler, yeni hamleler karşısında akademisyenleri, üniversite hizmet sağlayıcısı çalışanları ve öğrencileri savunmasız kılıyor.

Kısacası AKP muhalifi akademisyenlerin susturulması ya da uzaklaştırılması esasen ve doğrudan siyasi müdahalelerle gerçekleşmiş olsa da piyasa ilişkilerine kayda değer ölçüde tabi kılınmış bir üniversite evreninden bahsediyoruz. Lakin mevcut yönetimin damga vurduğu gidişat, ekonomik darboğaz nedeniyle Erdoğan yönetiminin kendisi bakımından daha büyük sorunlar yaratma yolunda. Yoğunlaşan üniversiteli işsizliği ve bunun sosyo-ekonomik dünyada, popüler algılarda yarattığı gerilimler ve siyasi yansımaları çok ama çok önemli.

İŞSİZLİK KONTENJANI

2019 yılı verilerine göre Türkiye’de istihdam edilenlerin yüzde 22,6’sını yükseköğretimi tamamlamış bireyler oluşturuyordu. Üniversiteyi tamamlamış kadınlarda işsizlik oranı yüzde 18, erkeklerde ise yüzde 10 olarak kaydedilmişti. Üniversite öğrenciliğinin sıra dışı bir olay olarak görülebileceği 1960’ta (mezunların hepsinin emek piyasasında yer alanlar ve çalışmayanların da iş arayanlar olduğu varsayımıyla) üniversite mezunları arasında binde 3’lük bir işsizlik oranı görüyoruz. Üniversite kontenjanlarının hızla arttığı son yıllarda ve sert ekonomik krizler arka planında bu oranın korunması beklenemezdi. Ancak üniversite mezunlarının işsizlik oranı artık rekor seviyelerde. Örneğin 2019 yılında bu oran binde 137’ye çıkmıştı (2020 yılı Mart ayında işgücüne katılımdaki sert düşüşle birlikte binde 112).

Üniversite mezunlarının işsiz kalması özellikle son on yılda sıradanlaşırken, fazla sayıda mezun veren ya da Türkiye şartlarında iş olanakları sınırlı görülen çok sayıda bölümde kontenjanlar boş kalmaya başladı. 2018’de yerleştirilenlerin neredeyse beşte biri kadar kontenjan boş kaldı. Bazı bölümlerde kontenjanların yüzde 80-90’ı değil yarısı dolmaya başladı. 2019’da daha hafif seyreden bu soruna YÖK tepeden müdahale ederek vakıf üniversitelerinde kontenjan düşürme isteğini dillendirdi. Bu yıl başlangıcında, 2019’da ilgili bölüme kayıt yaptıran öğrenci sayısının beş fazlasının yukarı yuvarlanması ile kontenjanların belirlenmesi düşünülüyordu. Böyle bir karar bazı vakıf üniversiteleri bölümlerinde 2020 yılında bir önceki yıla göre yüzde 20-30 kontenjan azalmasına yol açacaktı. Son dönemde bir açıklama yapmayan vakıf üniversitelerinin eğilimin karara dönüşmesini engellemek için uğraştıklarına şüphe yok. Zaten kontenjan sorunu devlet üniversiteleri halen sistemin büyük kısmını kapladığı, vakıf üniversitelerinin hatırı sayılır kısmı butik işletme kıvamında olduğu için bu kararla çözülebilecek bir mesele değil.

Peki gençler bazı üniversitelere ve bilhassa bazı bölümlere neden daha az talep göstermeye başladılar? Para ve zaman hesabı yapıp, onca yıl sonrasında işsiz kalma olasılığının hiç de azımsanmayacak olduğunu düşünerek mi davranıyorlar? Bu konuda sağlıklı bir tespit için yeni araştırmalara ihtiyacımız var. Ancak, esas belirleyici böyle bir hesap olsaydı, çok daha fazla sayıda kontenjanın boş kalması gerekirdi çıkarımında bulunabiliriz.

Çok sayıda ülkede görülen bir eğilimin Türkiye’de de iş başında olması daha yüksek bir olasılık. Bu eğilim kısaca üniversiteye gittiğinde yeni bir şey öğrenmediğini (kazanmadığını düşünen) bireylerin, daha kötü bir durumda olmayı engellemek amacıyla yine de üniversiteye gitmeye çalışmaları olarak ifade edilebilir. Kısacası asgari ücret altında çalışma olasılığını azaltmak, kayıtlı istihdam olasılığını artırmak, emek piyasasında daha avantajlı bir konumda olmak gibi amaçlar… Bu amaçlar ile insan onuruna yaraşan, temel ihtiyaçların karşılanmasına izin veren bir iş sahibi olmak ve düzenli gelir sahibi hale gelmek gibi bir tahayyül arasındaki farka dikkat etmek gerekiyor. Üniversite denildiğinde son on yılın da etkisiyle ikincisi artık akla gelmiyor.

Deyim yerindeyse ölmeyip sürünebilmek için kapısı çalınan üniversite, sınıf atlama aracı olma niteliğini yavaşça yere bırakıyor. Daha iyi bir yaşam vaadi olmadıkça ve bunun somut bir yansıması görülmedikçe, AKP’nin bizzat genişlettiği üniversiteli seçmen kitlesi de kendi durumunun sorumlularına gönül indirmiyor. Türkiye’de neredeyse her beş seçmenden birisi üniversite mezunu iken, AKP’yi destekleyen seçmenler arasında üniversite mezunlarının oranı yüzde 10’da kalıyor.

KÖRÜKLENEN ATEŞ

Öyle ya da böyle Türkiye’de 2,4 milyon üniversite öğrenci adayı hafta sonu sınava girecek, en az 1,2 milyon aday tercihte bulunacak ve kaba bir tahminle bunların üçte ikisi yerleştirilecek. Yerleştirilenlerin bir kısmı, Türkiye’de çalışma yaşamındaki değişim ve ekonomik koşullar nedeniyle zaten hemen iş aramaya başlayacakken, neredeyse hepsi geleceğin belirsizliği altında kaygı-yoğun bir öğrenim sürecine başlayacaklar.

AKP dönemindeki dönüşüm öncesinde üniversitenin, daha iyi bir yaşama erişmek bağlamında olumlu algılanışı zaten hasar almıştı. Şimdi bu düşüncenin köküne kibrit suyu döküldü. Birçokları için iş kaygısı altındaki öğrencilerin, eleştirmeyi bırakalım, kavrama ve sorun çözme bakımından dahi uğraşmaya değer bulmadıkları eğitim-öğretimleri karşısındaki sinik tavırları kendi suretinde üniversite yaratmakta çokça yol almış milliyetçi faşizan blokun elini kolaylaştırıyor. Fakat biliyoruz ki, iktidarın patronaj ağlarına dahil olamayacak ve AKP seçkinlerinin hiçbir şekilde tatmin edemeyeceği bu kitle genişledikçe genişliyor. Bu sırada, kaygılı ve başka arayışlardaki öğrencisi, atıf çetesi mensubu öğretim üyesi, kifayetsiz muhteris idarecisi hep birlikte evrensel değerler ve bilgi idealini simgelediği düşünülen üniversitenin başında def çalıyor olabilirler. Ancak umutsuz olduğu kadar öfkeli, ilgisiz ve apolitik göründüğü kadar nereye düştüğünün bilincinde milyonlarca öğrenci ve adayın siyaset sahnesine etkisi azımsanmayacak ölçülerde olacak. Bütün adaylara başarılar!


not: bu yazı gazeteduvaR'da 26 Haziran 2020'de yayımlanmıştır.