Kriz Notları Facebook Sayfası

25 Mart 2019 Pazartesi

Devlet finansallaşırken ne olur?

Başlıktaki sorunun kısa bir cevabı var. Devlet finansallaşırken krizle baş etmek için alternatif tedbirler bastırılır. Süreç tersine çevrilemezse sonuç çevre ülkeler açısından bağımlılığın yeniden üretilmesi ve kırılganlıkların devamı olur.

Görünürdeki kısır döngü, politika yapımının finansal piyasaların işleyişinin sürekliliğini sağlamak üzere biçimlenmesi son 40 yılda giderek yaygınlaştığı için ortaya çıkıyor. Özellikle 1990’lar ve 2000’lerde fon akımlarının yoğunlaşarak geç kapitalistleşen ülkelere yönelmesi, bu olanaktan yararlanan bazı ülkelerin hızlı atılım yapmasına neden olmuştu. Türkiye sermayedarları bilhassa 2000’ler sonrasında bu girişlerden faydalanırken, ekonomi de sermaye girişinin canlılık yarattığı ve kısa bir süre içinde (birkaç yıl değilse dahi 3-5 yıl içinde) çıkışların ya da daha az girişlerin durgunluğa ya da daralmaya yol açtığı patikaya daha fazla gömüldü.

Söz konusu gömülme toplumsal tahribatların ağırlaşması demek. Göstergeler nezdinde zayıf da olsa toparlanma görece hızlı bir şekilde gerçekleşebiliyor. Fakat, tahribat giderek ağırlaşıyor.

DEVLET ÇÖZMÜYOR, İŞLİYOR VE YENİDEN ÜRETİYOR

Finansallaşma kavramı, reel sektörde şirketlerin finansal alana daha fazla yönelmesi, hanelerin, şirketlerin ve devletlerin kararlarında finansal piyasaların giderek önem kazanması gibi dönüşümlere atıfla tanımlanıyor. Bu kavramı kredi genişlemesiyle özdeşleştirmemek gerekli. Finansallaşmayı tarif etmede temel kriter, gelir akımlarının finansal piyasada el değiştirmesi, klasik ve yeni hayali sermaye biçimlerinin işlem hacminin ve öneminin artması olmalı. (1) Bu nedenle Türkiye’de finansallaşmayı 2001 sonrasına dair değil geç 1980’lerden bugüne uzanan bir olgu olarak tartışmak daha uygun.

Politika yapımının parasal disiplinin içselleştirildiği bir hal alması, uluslararası standartların ve politika önceliklerinin aktarımıyla devletin uluslararasılaşması ve finansal piyasa derinleşmesinin temel öncelik halini alması süreçleri hep birlikte devletin finansallaşmasının unsurları olarak görülebilir. Türkiye’de bu dönüşümün başlangıcı finansallaşmanın kendisi gibi 1980’lere kadar geri götürülebilir, ancak devletin uluslararasılaşması ve finansal piyasa derinleşmesi için daha somut adımlar atılması son yirmi yıldaki yeniden yapılanma sürecinde daha belirgin duruyor.

Birikim ve bölüşümde finansal işlemlerin önem kazanması, üretim kaynaklı çelişkilerin ötelenmesini sağladığı kadar yeni çelişkiler de ortaya koyuyor. Devlet bunların çözüm mekânı değil, yeniden üretildiği ve işlendiği mücadele alanı.

AKP hükûmetleri piyasa finansının güçlenmesi, yeni hayali sermaye biçimlerinin piyasaları kaplaması ve derinleşme için çok uğraştı. 2008-09 küresel finansal krizi sonrasında bu yönelimin ana doğrultusu değişmedi. “Başarı”ları kısmi, ama kriz yönetimine etkisi çok önemli.

KİLİTLİ KALDIK

Devletin finansallaşması, yurttaşların birikimlerinin finansal piyasada değerlenmesi için olanaklar yaratmak üzere devletin seferber edilmesini sağlamakla kalmıyor. Kriz anlarında da kurtuluş, finansı işler kılmak olarak anlaşılıyor. 2018-19 krizine verilen tepkilerin çizdiği doğrultu kilitli kalmayı çağrıştırıyor: 2018’de Eylül ayında sert faiz artışı ve finansal sermayenin çağrılması, Yeni Ekonomi Programıyla hem parasal disipline bağlılık sergilenmesi hem de uluslararası önerilerin dikkate alındığı beyanı, ağustosta başlayan ve eylülde mühürlenen kredi çöküşüne karşı menkul kıymetleştirme hamleleri… Politika vadesi kısaldı, günü kurtarmaya yönelik hamleler ve daralmayı hafifletmek için kaçınılmaz olarak yüksek devlet harcamaları devreye girdi ama detayların üzerine çıkıp genelleme yaparsak daha öncesinin aynısı ve daha fazlasını gördük, görüyoruz diyebiliriz.

Bu düzlemde kilitli kalmak bağımlı yapının tekrar üretilmesi için uğraşmak demek. Uluslararası akımların Türkiyeli sermayedarlar için olumlu bir zemin oluşturmadığı koşullarda, 2018’de 21 milyar dolara ulaşmış bulunan kaynağı belirsiz para girişleri bir miktar işe yarayabilir. Ancak uluslararası fonların Türkiye finansal piyasalarına aktığı bir süreç görülmediğinde kredi çöküşü uzuyor.

BİN DEREDEN SU GETİRMEK

AKP kadrolarının beklediği üzere birkaç yıllık yeni bir çevrimin başlaması sadece bu yapıyı yeniden üretir. Mucizevi bir şekilde nihai çıktıya, öncesine oranla yüksek bir artı değerin eklendiği üretim dönüşümü birkaç yıl içinde gerçekleşmez ve beklenen “uygun” kredi koşulları devam etmezse mevcuttan daha ağır bir borç sorunu ortaya çıkar.

İçinden geçtiğimiz krizin en önemli sonucu toplam borç stokunun hasılaya oranının kritik seviyelere yükselmesi oldu. Türkiye tarihinde reel sektör hiç bu kadar çok borç altında olmadı. Bu borcun dövize duyarlı olan bölümü hiç bu kadar büyük olmadı. Ülkenin borçlanma maliyeti düşük olsa, ülke para birimi güven telkin etse çevrim sorunu bu kadar ağır olmayabilirdi. Türkiye’de harcama politikası tartışması layıkıyla yapılabilirdi. Ancak öyle bir dünyada yaşamıyoruz.

Fiyat artış hızının yaz aylarında gerilemesi beklenebilir ancak hem enflasyonun seyri hem de çeyreklik bazda daralmanın (2018 3. Çeyrek ve 4. Çeyrekte görülenden farklı olarak) devam edip etmeyeceği biraz da devlet harcamalarını artırma – kemer sıkma ikileminde nerede durulduğuna bağlı olarak biçimlenecek. Kısacası, yerel seçim sonrası 2019’un temel ikileminin daha belirgin hale geldiğini göreceğiz.

Bitirirken başlıktaki sorunun cevabını hatırlatayım: Devlet finansallaşırken ekonomik krizle ve çalkantıyla (Türkiye örneğinde kur krizi ve takip eden reel sektör kriziyle) baş etme yolu finansal piyasaların derinleştirilmesiymiş gibi politika tepkileri veriliyor. Kriz yönetimi öncelikle para politikasına sıkıştırılıyor. Risk bütün ekonomiye yaygınlaştıkça ve acil müdahale gerektiğinde hiç akla gelmeyecek önlemler görülmeye başlıyor, bin dereden su getiriliyor. Türkiye’de biraz daha buraya has (alaturka) ve derin deneyimliyor olabiliriz, ama kriz yönetiminin dünyada kriz içinde olduğunu görmek gerekiyor. Biz nasibimizi alıyoruz.





(1) Hayali sermaye, piyasada işlem gören, geleceğe dair alacak hakkı ya da ileride üretilecek artı değer üzerinde hak iddiasıdır. İlgili okuyucu Nail Satlıgan’ın 1988 tarihli Dünya Kapitalizminin Bunalımı derlemesindeki çalışmasına ya da Gökçer Özgür ve Hüseyin Özel’in 2011 tarihli Praksis Dergisi’nin 26. sayısındaki makalelerine bakabilir.

Not: Bu yazı gazeteduvaR'da 8 Mart 2019'da yayımlanmıştır.