Ekonomi yönetimi bir kumar oynuyor. Plan işlemezse çok pahalıya patlayacak hamle Kasım ortasında başladı. Bu kumar işleri olduğu gibi sürdürme peşinde. Ancak çok sıkışırsa kısmi düzenlemelere, reformlara hayır demek AKP’nin harcı değil. Bunu görmeden yapılan iktidar eleştirisi, bir piyasalaştırma hamlesiyle, bir hukuk reformuyla işlerin yoluna girdiğini söylemeye izin verir. Daha ötesine geçmemiz gerek. Bu yazıda kısaca Kasım’da başlayan kumarı, mevcut politik ekonomik düzlemi ve yapısal reform önerilerinin sorunlarını göstermek istiyorum.
Kasım ayı sonlanmadan önce BETAM öngörüleri açıklandığında bir önceki çeyreğe nazaran sıfır büyümenin beklendiği görüldü. 2018 yılı 3. Çeyreği rakamları henüz bilinmiyor ancak daralmanın sonlandırılamadığı görülürken (Veri açıklandığında çeyreklik yüzde 1,1 daralma çıktı) inşaat sektörü sallanmaktaydı.
BDDK’nın Kasım’da daha netleşen hamlesi ve kararları Varlığa Dayalı Menkul Kıymet piyasasını derinleştirmenin inşaat sektörü açısından kilit önemde olduğunu işaret ediyordu. Aralık başında çıkarılan VDMK’lar yüksek riskli türev ürünler olmalarına karşın sıfır riskli devlet kâğıtlarına benzer şekilde TCMB’de teminat olarak gösterilebilecek diye pazarlandı, gelen tepkiler üzerine Türkiye Bankalar Birliği “İhraçlarla ilgili olarak MB tarafından likidite sağlanması hususu gündeme gelmemiştir” açıklamasında bulundu.
Bankaların kredi maliyetlerinin düşmesi, faizler de düşerse inşaat firmalarının daha kapsamlı bir kurtarmaya gerek duymadan yüzmesinin sağlanması hedeflendi. Planın zayıf noktası kısmen kapsamdan ve etki süresinden kaynaklanıyordu. 3,15 milyar TL nominal değerli, 5 yıl vadeli, 3 ayda bir sabit kupon ödemeli VDMK’ların ihracı 7 Aralık’ta tamamlandı. Hedef bankalar gözetildiğinde 60 milyar TL’den fazla hacme ulaşabilecek, toplamda 190 milyar TL’ye ulaşan konut kredilerinin hacmi ve 40 milyar dolara varan KÖİ kredileri büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda kapsam son derece sınırlıydı. Bu tarz menkul kıymetleştirme hamlelerinin piyasa açısından etkisi orta vadede görülebilecek olduğundan piyasada likidite yaratma ve faizlerin düşüşü için hamlelerin hemen sonuç vermesi mümkün değildi. Ama riskli bir menkul kıymetleştirme hamlesi için kapı açılmış oluyordu
Hamlenin ikinci ayağı Kasım ortasında Hazine borçlanma ihalelerini iptal ederek kısa süreli faiz indirimi sağlamaktı. Bu uğraş ancak sınırlı bir düşüşe vesile oldu. 1990’lardaki borçlanma pratiklerini anımsattı. Kamu mevduatlarında hızla erime yaratıp, şüpheleri artırdı. İşe yaramayınca sonraki adıma Aralık ayı sonunda karar verildi: Bu işlem MB’den Hazine’ye yapılacak aktarımın erkene çekilmesiydi. Söz konusu rakam beklenenden fazla olduğu için (resmi açıklamaya göre 37 milyar TL) Hazine KDV iadeleri ve kamunun ödemeleri için ek kaynağa kavuşmuş oldu. Üstelik Ocak’ta tanıtılan yeni kampanyaların maliyeti, yani uygun koşullarda KOBİ kredileri ve kredi kartı borçlarının yapılandırılmasıyla şişecek görev zararı sorun olmaktan çıkartılmaya çalışıldı.
Nisan’a kadar göreceğimiz işlemler zaman zaman devlet bankalarının rekabetçi olmayan teklifleriyle faiz oranının düşürülmesi, yeni ve daha kapsamlı kampanyalarla ucuz konut kredisi temini ve borç yapılandırmaları olabilir. Bu müdahale tarzı krizin faturasının ne reel sektöre ne da bankacılık sektörüne yıkılmasını, aslan payının Hazine’ye aktarımını öngörüyor. Oradan da halka…
Bu müdahale tarzının da beraberinde getireceği çok sayıda sıkıntı var. Ancak oraya girmeden devlet biçimi / rejim biçimi tartışmasına geçelim.
Kaç metrekare? Yoksa kuzey cephe mi?
Ucuz kredi ve inşaat odaklı büyümeye dayanan model, kurtarmada öncelikli alanları biçimlendirdiği gibi, benzetmelerimizi de şekillendiriyor. Bu nedenle bir analojiye yasalanarak mevcut siyasal iktisadi düzlemi tarif etmek istiyorum.
Türkiye’de 2007 yılında Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini karara bağlayan referandumla anayasal düzlemde başlayan rejim biçimi değişikliğinin 2018 yılında tamamlandığını iddia ediyorum. Rejim biçimi değişikliğinden kastım Cumhuriyet’e karşıt olarak bir “saray rejimi”nin ihdas edilmesi değil, devlet aygıtı içinde erkler arasındaki ilişkinin değişmesi ve kurumlar arasındaki alışveriş ve hiyerarşide bazı kurumların ön plana çıkması.
Buna karşın devlet biçiminden devletin sermaye birikimine temel müdahalesi ve vatandaşı denetim ve gözetim yollarının biçimlenmesini anlıyorum. Bu yazı kapsamında devlet biçimini bir evin cephesi, metrekaresi ve temel özelliklerine benzetmeyi, rejim biçimi değişikliğini ise evin odalarının kullanımına ve verili metrekare altında oda sayısınının, odaların işlevlerinin farklılaştırılmasına benzetmeyi tercih ediyorum. Eleştirel devlet tartışmasından aldığım ve daha serbest kullandığım bu kavramlara ilişkin yaptığım benzetmenin uzantısı olarak şunları söyleyebilirim:
Türkiye neoliberal otoriter devlet biçimine 1980 darbesi sonrası sınıf temelli bir siyasete son verme uğraşları içinde geçti. Cephesi itibarıyla içinizi acıtan, yeterince güneş almayan, çok sayıda kısıtlamayla malul bir eve taşınıldı. Bu evin odalarının genişletilmesi, evin içinde bazı duvarların yıkılması, zaman zaman duvar kağıtlarının ya da boyanın değiştirilmesi gibi düzenlemelerle yaklaşık kırk yıl geçirdik. Ancak halen aynı evdeyiz. Aynı neoliberal otoriter devlet biçimi altında debelenmekteyiz.
Yerler laminant parke
Devlet biçiminin sürekliliğine karşın rejim biçimi 1980’lerden bu yana birden fazla kez değişti. Ayrıntılı dönemlendirme akademik uğraşların konusu olmakla birlikte 1980’lerin sonunda prosedürel demokrasi bakımından sınırlı ilerlemelerin, 1990’ların başında güvenlik aygıtının ağırlığının artması ve bir düşük yoğunluklu savaş dönemine geçilmesinin, 2001 sonrasında anayasa değişiklikleri ve teknokrat yönetim pratikleriyle kısa süreli bir deneme döneminin tespit edilebileceği kanaatindeyim. İsterseniz 1980’lerin sonunda Amerikan mutfak yapımı, 1990’ların başında odaların değiştirilmesi, 2001 sonrasında evin boyasının yenilenmesi gibi benzetmeler kullanabiliriz.
2007 referandumu sonrası (uygulama 2014’e sarkmış olsa da) Türkiye’de yarı başkanlığa geçişi, lider kültünün oluşturulması ve dar bir kadronun egemenliğinin tesisi takip etti. Rejimin özellikle 2014 sonrasında plebisiter karakteri ağır bastı, iktidar bloku içindeki çatlaklar baskıcı tekniklerle sıvandı. Geriye dönülerek bakıldığında yaklaşık 11 yıla yayılmış ve çok sayıda siyasi operasyon aracılığıyla farklı kanatlardan muhaliflerin güçsüz düşürülmesini hedeflemiş geçiş süreci, 2016 darbe girişimi sonrasındaki konjonktür elvermese başkanlık rejimine geçişle sonuçlanmayabilirdi. 2016 sonunda uzun yıllardır dillendirilmekle birlikte kenarda tutulan anayasa değişikliği tekrar gündeme getirildi. Bize parkeleri gösterip duranlara inat, ağır bir krizle nefes alınması dahi zor bir evde olduğumuzu bir kez daha idrak ettik.
Yükselen duvarlar
Bu analojinin uzantısını getirmeye niyetliyim. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu ağır krizi son dönemde evin içindeki tadilata bağlayanlar evin kendisinin sorunlarını görmeye yanaşmıyorlar. Neoliberal otoriter devlet biçimi, Türkiye’de temel hakların kullanımının kısıtlanmasına dayandığı kadar piyasacılık dışında bir bakışa alan da sunmuyor. Kuzey cephede, güneş görmeyen, rutubetli evimiz, iç açıcı çiçeklerin yetiştirilmesine izin vermiyor.
Tekrarlamakta fayda var: sermaye girişlerine bağımlı, ihracatı ithalata bağımlı, emek yoğun üretim yapısının egemen olduğu ve ağır finansman ihtiyacı altındaki bir ekonominin neredeyse periyodik olarak savrulduğu krizlerden iktidar odağının değişmesiyle bir anda kurtulmak mümkün değil. Son kriz, ilk sinyallerini 2013’te verdi ve bu noktaya sürükleneceğimiz 2017 yılında sorunların ertelenmesi için yapılan son hamleyle netleşti.
Bazı duvarların kaldırılması bizi daha rahat nefes alır duruma getirebilir ancak o ev değişmediği müddetçe rutubetten, karanlıktan, soğuktan sıkıntı çekmeye devam ederiz. Zaman içinde farklı krizlere yuvarlanır, sonrasında bunca duvar nasıl örüldü diye düşünüp dururuz.
Çözüm ne? Yoksa Yapısal Reform mu?
Yazılanlara buraya kadar katılıp da devamını “evet, yapısal reform şart!” diye getirenlerin sayıca fazlalığı sanırım Türkiye’deki tartışmanın bir özgünlüğü olsa gerek. Prosedürel demokrasi ve piyasacı düzenlemeleri işaret edip, yapısal reformlarla Türkiye’nin sorunlarının çözülebileceğini ima edenler bugün politik ekonomi tartışmasını boğuyorlar.
Daha geniş ve temelli bir yapısal reform tartışması yürütmek isteyen Mahfi Eğilmez gibi iktisatçılar ise kavramı daha soyut hale getirip erken cumhuriyet reformlarını da 2001 krizi sonrası bankaların yeniden yapılandırılmasını da yapısal reform olarak gösterebiliyor.
Farklı yerlere çekiştirmenin anlamı yok. Bizzat uluslararası finansal kuruluşların yapısal reform kavramı ile ne ifade ettiğine bakalım: yapısal reform emek piyasasının esnekleşmesi, ticaret alanında gümrüklerin düşürülmesi, kurumsal alanda sözleşme ve mülkiyet hakkının net tarifi ve uygulanması, ürün piyasaları bakımından giriş kolaylığının sağlanması ve tekelleşmenin engellenmesi olarak tarif ediliyor. Daha fazla rekabet, esnekleşme, kaynakların daha etkin bir şekilde tahsis edilebildiği piyasalar ve bunun kurumsal altyapısının sağlanması. Bunun ötesinde yapısal reform tarifi gerçekten temelsiz kalıyor.
Bugün Türkiye için yapısal reform önerenler hukuk devleti ilkelerinin ve prosedürel demokrasinin tesisini, kayırmacı olmayan bir ekonomi politikasını ve daha esnek bir emek piyasası oluşturulmasını öneriyorlar. Bazen birini, birkaçını işaret etmek için bazen de hepsini anlatmak için yapısal reform kavramını kullanıyorlar. Ancak devletin piyasaya müdahalesi anlamında tarif ettikleri soyut dönüşüm esasen neoliberal bir piyasa ekonomisi tesisini vurguluyor.
Bu yazıda açıklanan terminolojiyle ifade edecek olursam, neoliberal otoriter devlet biçiminin ve bugünkü haliyle rejim biçiminin destekçisi değiller. Ancak neoliberal ve prosedürel demokratik bir piyasa ekonomisinin ve buna tekabül eden bir rejim biçiminin savunucuları (hatta bazıları için teknokratik bir rejimin savunucuları denilebilir) arasındalar.
Sürprizli, Engebeli 2019
Türkiye’de 1980 darbesi sonrası yerleşen neoliberal otoriter devlet biçimi altında birden fazla kez rejim biçimi değişti. Son değişiklik 2017 referandumu ve 2018 seçimleri ile tamamlandı. AKP iktidarının rejim değişikliğinin tamamlanması uğruna bilhassa son yıllardaki krizi erteleme uğraşı bugün deneyimlediğimiz sorunları ağırlaştırdı ve kolay içinden çıkılmaz hale getirdi.
Bugün krizi yönetenler geri tepme olasılığı yüksek bir menkul kıymetleştirme (daha ziyade türevleştirme) aracılığıyla kredi genişlemesi hamlesine, önüne ardına bakmadan kalkışabiliyor. Ancak görünürde geri tepme olasılığı daha düşük başka kurtarma hamleleri yine maliyeti topluma yayma düşüncesine sahip olanlarca tasarlanıyor, uygulanıyor, başka hamleler de 2019 yılında uygulanmak üzere eşikte bekletiliyor.
Kriz yönetimi önlemleri içinden geçtiğimiz ağır krizin süresini uzatacak nitelikler barındırıyor. Hatta bir sonrakinin tohumlarını atıyor. Bunun alternatifi olarak “yapısal reform” terimlerine sarılanlar Türkiye’deki mevcut rant koalisyonunu tespit edip, bu koalisyonu berkiten 2001 sonrası reform dönemine laf etmeme eğilimindeler. Bu hatta savruldukları ölçüde monokrasiyi eleştiriyor, neoliberal otoriterliğin bir önceki biçimiyle ve Türkiye’de daha önce hüküm süren prosedürel demokrasiyle sorunları olmadığını açıklıyorlar.
Bugünlerde tepe kadroların evde yeni bir tadilatı engellemek üzere uğraştığını görüyoruz, bunu eleştiren reformcular ise sadece tadilatı başka türlü yapmayı öneriyorlar.
Buraya eklememiz gereken tespit şudur: Bugün politika yapıcıların esas amacı evi değiştirmeyi engellemektir. Kur şimdilik ve bir ölçüde kontrol altına alındı, fakat reel sektör krizi sona ermedi. 2019’da muhtemel öfke patlamalarında, kısa süreli emekçi kalkışmalarında yeni rejimin olanakları kıyasıya kullanılacak. Buna karşın huzursuzluk kışının sertliğinin daha fazla hissedilecek olmasını sadece yükselen duvarlarla, ne idüğü belirsiz odalarla değil neoliberal otoriter evin kendisiyle açıklayalım.
Tadilatın nasıl olacağından ziyade evin niteliğini tartışalım. Yoksa laminant parkeye kanmak sanıldığından kolaydır.