Herhangi bir işte uzun süreli –hatta bir ömür- çalışıp emekli olma durumu giderek bir istisna haline geliyor. Şimdilerde 30’lu yaşlarda olanlar, ebeveynlerinin bazılarının yaşadığı bir deneyim olan istihdam güvencesini ya da uzun süreli iş sözleşmelerini görecek kadar şanslı değiller. Bu durum büyük ölçüde kapitalist toplumsal ilişkilerin son 30-40 yılda dünya genelindeki dönüşümüyle yakından ilgili. Çalışma hayatında güvencesizliğin giderek bir norm haline geldiği günümüzde, bu durum gündelik hayatın finansallaşması süreçleriyle yakından ilişkili.
Dört kısımdan oluşan bu yazının ilk iki bölümünde ana hatlarıyla ekonomik güvencesizlik durumunu doğuran tarihsel süreçlere değinerek, üçüncü bölümde gündelik hayatın finansallaşması ile ekonomik güvencesizliğin gelişmesi süreçlerinin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini önereceğim. Yazının son kısmında ise 2000’li yıllarda derinleşen güvencesizliğin yarattığı toplumsal sorunların yönetilmesi bağlamında gündeme gelen neoliberal popülizmlerin sosyal yardım programları kadar finansal içerilme mekanizmalarını da kullanarak yükseldiğini ancak küresel ekonomik krizin derinleşmesi karşısında bu rejimlerin tıkanıklıklar yaşamalarının muhtemel olduğuna işaret edeceğim.
Dört kısımdan oluşan bu yazının ilk iki bölümünde ana hatlarıyla ekonomik güvencesizlik durumunu doğuran tarihsel süreçlere değinerek, üçüncü bölümde gündelik hayatın finansallaşması ile ekonomik güvencesizliğin gelişmesi süreçlerinin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini önereceğim. Yazının son kısmında ise 2000’li yıllarda derinleşen güvencesizliğin yarattığı toplumsal sorunların yönetilmesi bağlamında gündeme gelen neoliberal popülizmlerin sosyal yardım programları kadar finansal içerilme mekanizmalarını da kullanarak yükseldiğini ancak küresel ekonomik krizin derinleşmesi karşısında bu rejimlerin tıkanıklıklar yaşamalarının muhtemel olduğuna işaret edeceğim.
1. Tarihsel Bir Not: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor!
Ekonomik güvencesizlik durumunun tarihsel olarak kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimi ile birlikte gündeme geldiği söylenebilir. Bunun temel nedeni, kapitalist üretim ilişkilerinin üreticiler ile üretim araçlarının ayrıştırılmasına ve daha önce bir düzeyde de olsa üretim araçları üzerinde kontrol hakkı olan çiftçilerin tarımdan koparak yığınlar halinde şehirlerde yeni kurulan fabrika tipi kitlesel üretime eklemlenmeleridir. Bir anlamda, tarihsel olarak feodalizmden kapitalizme geçiş “katı olan her şeyin buharlaştığı”, çalışanların farklı işlerde çalışmak üzere farklı coğrafyalara savrulduğu bu dönemin karakteristik özelliği ekonomik güvencesizlik idi.
Kabaca 1945-1980 arasını kapsayan dönem, gerek erken kapitalistleşmiş ülkelerde, gerekse geç kapitalistleşen ülkelerde kısmen farklı dinamiklerden kaynaklansa da istihdam güvencesinin yaygınlaşan bir uygulama haline geldiği bir dönem olmuştur. Şimdilerde bir istisna haline gelen güvenceli istihdamın, bu dönemde gelişmesinin üç temel nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki 1917 Ekim Devrimi sonrası kapitalizme alternatif bir sosyal sistemin kurulmuş olmasının, kapitalist ülkelerde işçi sınıfına belli “tavizler” verilmesi yönünde kuvvetli bir baskı yaratmasıdır.
İkincisi iktisat teorisi ve uygulanan iktisat politikası alanında ortaya çıkan gelişmelerdir. Bu alandaki gelişmelerin ilki, erken kapitalistleşmiş ülkelerde 1929 krizi sonrası büyüme ve işsizlik gibi temel sorunlara çözüm bulamayan liberal politikaların Keynesyen politikalarla yer değiştirmesidir. Piyasaların kendiliğinden işleyişi sonucunda dengeye ulaşacağı düşüncesinin eleştirisine dayanan Keynesyen çerçevenin özü devlet müdahalesi ile istihdam ve büyümenin sağlanabileceği düşüncesine dayanır. Bu sürecin ikinci ayağı, dekolonizasyon sürecinin tamamlanmasıyla birlikte geç kapitalistleşen ülkelerde ortaya çıkan ithal ikameci sanayileşme stratejileri ile iç pazarda yeni sanayi altyapılarının kurulması ve güçlü kamu yatırımları ve işletmeciliği sisteminin kalkınma planları çerçevesinde hayata geçirilmesidir. Üçüncü gelişme ise, yukarıda saydığımız iki değişikliğin ortaya çıkmasında da etkili olan ve 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca gelişerek kapitalizmin dünya genelinde köklü bir şekilde revizyona gitme yönünde kuvvetli bir baskı oluşturan emek hareketin gelişmesidir.
2. Güvenceli İstihdam Parantezi Kapanıyor
20. yüzyılda, 1929 krizi kadar etkili olan bir diğer ekonomik kriz 1970’lerde yaşanmıştır. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde firmaların karlılıklarındaki düşüşlerle başlayan krize, petrol fiyatlarındaki yükselişle şekillenen arz şokları ve uluslararası para ve finans sisteminde köklü dönüşümlerin yaşanmasına neden olan Bretton Woods sisteminin çöküşü gibi gelişmeler de eklenince, dünya kapitalizmindeki 1945-1980 parantezi kapanmıştır. Bu yazının odağı olan güvenceli istihdamın yükselişi ve düşüşü bağlamında süreci değerlendirdiğimizde, 1929 krizi istihdam güvencesinin yükselişini tetiklemişken 1970’lereki kriz tersi yönde bir gelişmeyi yani esnek istihdam stratejilerinin yaygınlaşmasını gündeme getirmiştir.
Başka faktörlerin yanında iki tarihsel değişim dönemi arasındaki temel fark ilkinde emek hareketinin yükseliyor olmasına karşın ikincisinde geriliyor olmasıdır.[2] İlk kriz dünya genelinde sendikaların, emek hareketinin, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişme dönemine rastlamış ve kriz sonrası geliştirilen hakim politikaların kapitalizm dışı alternatifleri sınırlama kaygısı nedeniyle verilen tavizler, göreli olarak güvenceli çalışma ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştur. Ancak ikinci kriz, dünya genelinde 1968’de doruğa çıkan toplumsal muhalefetin siyasal iktidarları dönüştürücü bir etki yapamaması ve genel olarak emek hareketinin gerilemeye başladığı bir döneme denk gelmiştir. Bu dönemden sonra yaşanan sermaye güçlerinin yeniden konsolidasyonudur.
2.1. Sermayenin Uluslararasılaşması
1970’li yıllarda emek hareketinin geri çekilmeye başlaması ve aynı döneme denk gelen ekonomik kriz sonrası yaşanan değişimi üç düzeyde takip edebiliriz. Bunlardan ilki, sermayenin uluslararasılaşması sürecidir. Sermayenin uluslararasılaşması elbette yeni bir süreç değil, tarihsel olarak ticari, üretken ve para sermaye biçimleri uluslararasılaşma dinamiklerinin hakim tonlarını oluşturabiliyor.[3] Ancak 1980 sonrasında iki ana eğilim göze çarpıyor. İlki, kitlesel üretim yapılarının parçalanması ve bu yapıların maliyet avantajı nedeniyle geç kapitalistleşen ülkelere kaydırılması, ikincisi de para sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesidir.
Her iki ana eğilim de 1970 krizi sonrası özellikle erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki karlılık sorunlarına çözüm olarak geliştirilen stratejilerin parçasıdır. Erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki bu değişimler, geç kapitalistlerde ithal ikameci rejimlerin krizleri ile çakışmış ve 1980’lerin başında Küresel Güney’de yaşanan borç krizleri, yeni dönemin başlangıcını ilan etmiştir. Hala sürmekte olan bu yeni dönemde para sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi finansallaşma dinamiklerini hızlandırmış ve bu süreç finansın gündelik hayata sızmasının temelini oluşturmuştur.
Sermayenin uluslararasılaşması sürecinde uluslararası finansal sistemde yaşanan değişimler de etkili olmuştur. ABD’nin Bretton Woods sistemine son vermesiyle beraber doların altınla olan teorik bağlantısı kopmuş, bu dönemden sonra kredi genişlemesinin önündeki meta para engeli ortadan kalkmıştır. Bu gelişme, sonraki yıllarda sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle birleştiğinde finansallaşma sürecinin temellerini oluşturacaktır.
2.2. Devletin Dönüşümü
Yaşanan değişimin, ilkiyle paralel bir şekilde gelişen ikinci boyutu yine dünya genelinde devletlerin kurumsal yapılarında yaşanan değişimdir.[4] Bu değişim temel olarak 1945-1980 arasında kurumsallaşan devlet müdahalesinin biçim değiştirmesine dayanmaktadır. Devletin üretici alanlardan çekilmesi ve özelleştirmeler, önceki dönemde oluşan kurumsallaşmaların tasfiyesini amaçlamıştır. Konumuzla ilgili olduğu kadarıyla açıklamak gerekirse, üretici kamu girişimlerinin tasfiyesinin iki sonucu vardır. Bunlardan ilki kamu istihdamının daralmasıdır. Örgütlü sendikal yapıların varlığı nedeniyle emek piyasalarında görece yüksek standartların olduğu kamu istihdamının daralması, emek piyasasındaki güvencesizliğin artmasının önemli bir katalizörü olmuştur. İkincisi, üretici kamu işletmelerinin tasfiyesi ile bu alanların özel şirketlere açılması ve daha önceden hanehalklarının geçiminde önemli payı olan alanların metalaştırılması ve gıda, eğitim, sağlık, ulaşım ve konut gibi temel harcama kalemlerinin daha pahalılaşmasıdır.
Devletin mal ve hizmet üreten alanlardan geri çekilmesine, para ve finans alanındaki ağırlığının artması eşlik etmiştir. Özellikle 1970’ler sonrası temel problemin enflasyon ve kamu borçları olması, enflasyon karşıtı önlemlerle ve kamu borç çevrimini yürüten Merkez Bankası ve Hazine gibi kamu otoritelerinin devletin kurumsal maddiliği içinde öne çıkmasını beraberinde getirmiştir.[5] Bu anlamda süreç basit bir şekilde devletin geri çekilmesi değil devlet müdahalesinin biçim değiştirmesidir. Devlet bir yandan mal ve hizmet üretiminden çekilirken diğer yandan kamu borç çevriminin gerçekleştirilmesi yoluyla Küresel Güney’de finansallaşma sürecinin temel aktörlerinden biri haline gelmiştir.[6] Kamu borç çevrimi dışında, gerek çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması, gerekse uygulanan ekonomi politikası sonucunda hanehalkının borçlanmasındaki artışın teşvik edilmesi devlet müdahalesinin altığı yeni biçimler olarak ele alınmalıdır.
2.3. İktisat Politikasındaki Dönüşüm
Yaşanan değişimin üçüncü boyutunu iktisat politikası alanındaki değişimler oluşturmaktadır. Bu alandaki temel değişim 1945-1980 arası dünya genelinde hakim iktisat görüşü olarak kabul eden Keynesyen yaklaşımın geri çekilmesi ve bunun karşısında “neoliberal” olarak özetlenebilecek bir politika paketinin egemen olmasıdır. Keynesyen yaklaşımın oluşturduğu yapıların tasfiyesine dayandığı ölçüde neoliberal paket piyasanın kendiliğinden işleyişinin hem kaynak dağılımındaki en etkin sonuçları vereceğini hem de firma karlılıklarının ve dolayısıyla da ekonomik büyümenin yeniden restore edilebileceğini savunur. Ancak bunun için piyasanın işleyişi önündeki iki önemli engel ortadan kaldırılmalıdır: devlet müdahalesi ve sendikalar.
Bu engellerden ilki, Keynesyen amaçlarla yürütülen devlet müdahalesinin fiyat mekanizmasının işleyişini bozmasıydı. Bu sorun dış ticaretin, sermaye hareketlerinin ve finansal işlemlerin serbestleştirilmesi, üretici devlet işletmelerinin tasfiyesi ve tarım sübvansiyonlarının kaldırılması gibi devlet müdahalesinin yeniden yapılandırılması yönündeki önlemlerle çözülmeye çalışıldı. Neoliberal paket tarafından piyasanın kendiliğinden işleyişinin önündeki ikinci temel engel emek piyasasındaki katılıklar ve bu katılıkları kurumsallaştıran sendikalar idi. Neoliberal politika paketi, yüksek enflasyonun ve işsizliğin nedenlerinin emek piyasasındaki katılıklara dayandığını ileri sürer. Emek piyasasında bu katılıkları yaratan en önemli özne ise emeğin örgütlü temsilcisi olan sendikalardır.
Bu çerçevede, emek örgütlerinin güçlerinin kırılması ve daha da önemlisi emeğin örgütlenme kapasitesinin daraltılması, 1980 sonrası uygulanan ekonomi politikalarının temelini oluşturmuştur. Bu yaklaşımın önerdiği açıklama şu şekildedir: emek piyasasında yaşanan sendikal mücadeleler nedeniyle ücretler yükselmekte, ücretlerin yükselmesi bir yandan iç talebin önemli bir unsurunu oluşturması nedeniyle enflasyon artışlarını tetiklemekte, diğer yandan da yüksek ücret düzeyinde rekabetçi fiyatlama yapamayan firmaları maliyetlerini kısmak için daha az işçi çalıştırmaya yöneltmekte, bu ise büyümenin tempo kaybetmesine ve işsizliğin artmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla emek piyasasındaki katılıkların ortadan kaldırılması, yani esnekleşme, piyasanın kendiliğinden işleyişinin önünü açacak ve işsizlik, büyüme ya da etkin kaynak dağılımı gibi sorunlar bu yolla çözülecektir. Kısacası, ana hatlarıyla özetlediğim ve “güvenceli istihdam parantezinin kapanması” olarak adlandığım birbirine paralel olarak gelişen bu süreçler sonucunda ortaya çıkan tablo istikrarlı istihdam biçimlerinin ve buna paralel olarak da çalışanların istikrarlı gelir yaratma koşullarının ciddi bir şekilde zemin kaybetmesidir.[7]
1980 sonrası dünya genelinde hakim hale gelen bu ekonomik-politik paketin uygulanmasının en önemli sonuçlarından biri özellikle sanayileşmiş ülkelerde üretkenlik artışı ile reel ücret artışı arasındaki ilişkinin ilki lehine koparılmasıdır. Reel ücretlerin 1970’lerden itibaren anlamlı bir şekilde artmıyor oluşu, çalışanların gündelik ihtiyaçlarını ancak daha fazla borçlanarak giderebilmelerini beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla aynı resmin farklı parçalarını oluşturan sermayenin uluslararasılaşması, üretimin parçalara ayrılması, para sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, devlet müdahalesinin yeni dönemin koşulları gereğince yeniden tanımlanması ve finansallaşma gibi dinamikleri birleştirdiğimizde, karşımıza birbiriyle ilişkili iki temel sonuç çıkmaktadır. (i) çalışma koşullarının giderek daha güvencesiz hale gelmesi, (ii) düşük gelirlilerin de yüksek finans tarafından içerilmesi ve gündelik hayatın finansallaşması.
3. Güvencesizlik ve Finansal İçerilme
1970’li yıllarda yaşanan ekonomik kriz sonrası, krizden çıkış için geliştirilen ekonomi politikaları, çalışma hayatında emeğin örgütlü gücünün emek piyasasındaki katılıkları ortadan kaldırma gerekçesiyle dağıtılmasına ve daha da önemlisi emeğin örgütlenme kapasitesinin zayıflatılmasına dayanıyordu. 1980’li ve 1990’yı yıllar, gerek gelişmiş kapitalist ülkeler, gerekse şimdilerde “yükselen piyasalar” olarak kodlanan gelişmekte olan ülkeler için bu neoliberal paketin uygulanmasıyla geçti. Bu sürecin dolaysız sonucu güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaşması oldu. Çalışanlar için hayatı daha da zorlaştıran bu sosyo-ekonomik ortam, aynı zamanda finansın gelişmesi için elverişli bir zemin sunuyordu.
Finansal mantığın hayatın tüm alanlarına yayılması, finans sektörünün geliştirdiği ürünlerin reel geliri artmayan geniş kitleler için yaşam standartlarını koruyabilmek için kullanabilecekleri bir seçenek haline gelmesiyle mümkün oldu. Bir anlamda finansallaşma, çalışanlar için güvencesizlik durumunu teşvik eden bir süreçken, diğer yandan da bu soruna çözüm olarak sunulan bir formül olarak sunuldu.[8] Özel emeklilik sistemlerinin yaygınlaşması, hayat sigortası, sağlık sigortası, borsa kağıtları gibi araçlar ya da farkı türev ürünler giderek yüksek gelirli olmayanların da kullandığı finansal araçlar haline geldi. Ancak bu finansal ürünlerin en yaygın olarak kullanılanı tüketici kredisi idi. Çalışanların gelecekteki gelirlerinin bir kısmının finansal şirketlerle paylaşılması karşılığında şimdiden aktifleştirilmesi anlamına gelen tüketici kredisi şeklindeki borç verme faaliyeti giderek bankaların temel faaliyetlerinden biri haline gelmektedir.[9]
Tüketici kredisinin yaygınlaşması, ticari krediyle karşılaştırıldığında oldukça yeni bir gelişmedir. Geleneksel olarak bankacılık sistemi toplumdaki atıl kaynakların yatırımlara yönlendirildiği bir mekanizma olarak değerlendirilir. Ticari krediler, bu mekanizmanın işleyişindeki temel araçlardandır. Bankalara mevduat olarak yatırılan toplumsal tasarruflar, ticari krediler yoluyla üretken sermayenin finansmanı için kullanılır ve banka üretken sermayedarın üretim süreci sonrasında elde ettiği kardan faiz olarak pay alır. Tüketici kredisi ise, ticari krediden farklı olarak üretken sermayenin finansmanında değil, doğrudan bireysel ihtiyaçların karşılaşmasında kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu krediyi kullanan firmalar değil bireylerdir. Tüketici kredisi kullanımının yaygınlaşması ise güvencesizlikle ve reel ücretlerin yaşam masraflarını karşılamaya yetecek kadar artmamasıyla doğrudan ilişkilidir.[10] Tüketici kredisi zamanla çeşitlenmiş ve bu başlık altında geliştirilen finansal ürünler çoğalmıştır. Genel kullanım amaçlı ihtiyaç kredisi, taşıt alım kredisi, eğitim kredisi gibi farklılaşan finansal ürünlerin arasında en önemlisi uzun vadeli konut kredisinin yaygınlaşmasıdır. Konut kredisinin yaygınlaşması ve düşük gelirliler tarafından da kullanılabilir hale gelmesi, 2000’li yıllarda derinleşen finansal içerilmenin temel öğelerinden olmuştur.
Tüketici kredilerinin yaygınlaşmasındaki bir diğer unsur ise son dönemde gerçekleştirilen finansal yeniliklerle sayesinde finansal kesim üzerindeki risklerin azaldığı ve bu risklerin metalaştırılarak transferinin mümkün olduğu düşüncesidir. Özellikle geliştirilen menkul kıymetleştirme (securiticization) mekanizması sayesinde, güvenilirlik derecesi, vadeleri ve kullanım amaçları farklı olan kredileri tek bir havuzda toplayıp, sonradan bunları dilimlere bölerek yeni ürünler haline getirmenin ve bu yolla finansal sistem üzerindeki riskin bu ürünleri alanlara transfer edebilmenin mümkün olduğu varsaymaktaydı. Finansal sistem üzerindeki risk, borçluların borcunu ödeyememesidir. Borçlunun borcunu ödeyebilmesi yani sürekli bir nakit akışının olup olamayacağı ise kredi alan çalışanın gelirinin sürekliliğine bağlıdır. Ancak borçlunun borcunu ödeyememesi halinde dahi borç veren banka üzerindeki riskin menkul kıymetleştirme mekanizması yoluyla yaratılacak yeni ürünleri alanlara transfer edilebileceği düşüncesi, gerçekleşen finansal inovasyonlar sayesinde finansal sistemin iflas riskinden özgürleşmiş bir şekilde çalışabileceği yanılgısının doğmasına neden olmuştur. Kredi veren kuruluşların kredi riskini dışsallaştırabilecekleri düşüncesinin imkânsızlığı, finansal sistemin genelinde oluşabilecek sistemik riskler düşünüldüğünde daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Nitekim ABD’de 2008’de patlak veren ekonomik kriz tam bankaların risklerinden özgürleşmelerinin imkânsız olduğunu kanıtlamıştır.[11]
Tüketici kredilerinin yaygınlaşması ve alt gelir grupları için de kullanılabilir hale gelmesinin dolaysız sonucu bireysel borçlanmada patlama yaşanmasıdır. Giderek istihdam, gelir, emeklilik ya da sağlık güvencelerinin aşındığı bir ortamda çalışmak zorunda kalan ve reel gelir kayıplarını finansal enstrümanların gelişmesi sayesinde borçlanarak ikame etmeye başlayan hanehalkları için “yönetmeleri gereken riskler” de artmıştır. Bir başka ifadeyle nüfusun daha geniş bir kısmının finansal sistem tarafından içerilmesi, bu süreçte ortaya çıkabilecek risklerin yönetimi ve transferi konusun daha çok gündeme gelmesine neden olmuştur.
Örneğin, IMF’in 2005 Küresel Finansal İstikrar Raporu, finansal riskin yönetimi, yeniden dağıtımı ve transferi konularını ele alıyor ve odağın geleneksel olarak risk yönetiminin öznesi olan bankacılık sisteminden hanehalkı sektörüne kaydırılmasını öneriyor. Rapora göre, kamu ve özel finansal sisteminin paydaşı olan hanehalkı, her zaman nihai olarak risklerin son taşıyıcısı konumundadır. Ancak artan borçlulukla beraber hanehalklarının yönetmesi gereken uzun dönemli sorumlulukları ve riskleri giderek artıyor. Rapora göre piyasa riskinin hanehalkını içerecek şekilde yaygınlaştırılması, hanehalkı sektörünün “son şok emici mercii” (shock absorver of last resort) haline gelmesi nedeniyle, finansal sistemin dayanıklılığını artıracaktır.[12] Raporun önemi, gündelik hayatın finansallaşmasıyla birlikte finansal risklerin daha fazla çalışanların üzerine yıkıldığının altının çizilmesi. Ancak raporun talihsizliği, yayınlandıktan 3 yıl sonra bu risklerin gerçekleşmesi ve hanehalkı borçluluğunun 2008 krizinin patlak vermesinde önemli bir rol oynamasıdır.
IMF raporunda işaret edilen hanehalkının üzerindeki finansal risklerin artışı, hem finansal içerilmenin derinleşmesi hem de ekonomik güvencesizliğin yaygınlaşmasının sonuçlarından biri. Bu bağlamda, D. Brayn ve M. Raffety sermayenin esnekleşmesi ve akışkanlaşması ile emek piyasalarının esnekleşmesi ve güvencesizlik aynı sürecin farklı görünümleri olduğunu ileri sürer.[13] Bunun en tipik göstergesi iş sözleşmesinin mantığının giderek türev ürünlerin mantığına benzemesidir. Nasıl ki finans piyasasındaki türev ürünlerde, temel ilişkiye dayanarak türetilen yeni ürün ile risk transferi mümkün hale geliyorsa, iş sözleşmeleri de alt sözleşme ve taşeronluk ilişkileri yoluyla çalışma yaşamından kaynaklanan riskler esas firmadan alt üstlenicilere ve nihayetinde de çalışanlara aktarılmaktadır.
Toparlamak gerekirse, çalışmanın bu kısmında 1970’li yıllardaki kriz sonrasında çalışma ilişkilerindeki değişimlerle gündelik hayatının finansallaşması arasındaki bağlantılara işaret etmeye çalıştım. Bu kısa özetin ortaya çıkardığı temel sonuç, finansallaşma sürecinin borçlan(dır)ma ağları aracılığıyla ekonomik güvencesizliği derinleştiğidir.
4. 2000’li Yıllarda Neoliberal Popülizmlerin Yükselişi ve Tıkanması
Geniş toplum kesimlerinin güvencesizlik ve borçlanma sorunlarını daha yoğun bir şekilde deneyimlemeleri 2000’li yıllarda gündeme gelmiştir. Bunun nedeni hem neoliberal politikaların hem de finansal içerilmenin geçtiğimiz 15 yılda daha da derinleşmesidir. Bu sürecin özelliklerini açıklamaya girmeden önce 1980-2000 arası süreci, özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından kısaca değerlendirmek gerekir. 1970’lerdeki kriz daha çok erken kapitalistleşmiş ülkelerde temellense de, özellikle ABD’de ve İngiltere’de krizden çıkış için uygulanan politikaların etkileri sadece bu ülkelerle sınırlı kalmamıştır. Özellikle ABD’de enflasyonun önlenmesi için faizlerin sert bir şekilde artırılması Küresel Güney’deki borç krizlerini tetiklemiş ve bu borç krizleri bu ülkelerde uygulanan kalkınma stratejilerinin değişiminde etkili olmuştur. Dolayısıyla 1980’li yıllardan itibaren emek piyasasındaki katılıkların giderilmesi başlığı altında toplanabilecek emek karşıtı program dünya genelinde uygulanan neoliberal paketin temelini oluşturmuştur.
Sürece “yükselen piyasalar” olarak kodlanan geç kapitalistleşen ülkeler açısından bakarsak 1980’li ve 1990’lı yılların büyük ölçüde kamu borç çevrimi ve yüksek enflasyon gibi sorunlara karşı IMF patentli kemer sıkma politikalarının uygulanmasıyla geçtiğini söyleyebiliriz. Özellikle kamu borcunun çevrilmesi ve bunun için oluşturulan borçlanma araçları, geç kapitalistleşen ülkelerde finansallaşmanın katalizörü olmuştur.[14] 1980-2000 arasında yaşanan bir diğer gelişme ise, bu ülkelerin tamamının küresel finansal çevrime dahil olmasıdır. Kamu borcunun çevrimi ve küresel finans piyasalarıyla entegrasyona ek olarak kamunun daraltılması, özelleştirmeler ve emek piyasalarının esnekleştirilmesi gibi başlıklar IMF’in uyguladığı tipik kemer sıkma paketlerinin içinde yer almaktaydı.
2000’li yıllara gelindiğinde, uluslararası konjonktür ve özellikle ABD merkezli gelişmeler, aralarında Türkiye ve Brezilya’nın da olduğu bir kısım gelişmekte olan ülkedeki siyasi iktidarlar için ilginç bir fırsat penceresinin açılmasına neden oldu. Bu fırsat penceresi, bir yandan ekonomik güvencesizliği artırıcı neoliberal politikaların uygulanması, diğer yandan da bu politikaların yaratacağı sosyal risklerin asgariye indirilebilmesi ya da toplumsal hoşnutsuzlukların törpülenebilmesi için sosyal politikaların uygulanabileceği bir uluslararası ekonomik konjonktürün ortaya çıkması idi.
Gerçekten de 2000’li yıllar “yükselen piyasalar” için neoliberal paketin eksiksiz uygulandığı yıllar oldu. Özelleştirmelere devam edilmesi, emek piyasasında esnek çalışma biçimlerinin ve alt sözleşme ilişkilerinin yasal değişikliklerle hukuki hale getirilmesi, kamuda sözleşmeli istihdam biçimlerinin yaygınlaşması gibi piyasa reformları ardı ardına hayata geçirildi. Ancak bu uygulamaların hayata geçirildiği başka dönemlerden farklı olarak 2000’lerde bu ülkeler göreli bir siyasi ve ekonomik istikrar durumu ortaya çıktı. Neoliberal politikaların uygulanmasıyla beraber toplumsal tepkilerin artması beklenen bir durumdur, keza 1980’li ve 1990’lı yıllar ekonomik ya da siyasal istikrarsızlıkların yoğun olarak yaşandığı yıllar olmuştu. Ancak 2000’li yıllarda bu neoliberal paketi harfiyen uygulayan ülkelerin bazılarında aynı zamanda ekonomik ve siyasi istikrarın da sürdürülebildiğini görüyoruz. Birbirine karşıt gibi görülen bu iki gelişmenin aynı anda yaşanmasını mümkün kılan iki temel neden bu ülkelerin uyguladığı sosyal yardım programları ve bu ülkelerde finansal içerilmenin artmasıdır. Kısaca “neoliberal popülizm” olarak nitelenen[15] bu uygulamaları 2000’li yıllarda mümkün kılan ise ABD merkezli kredi genişlemesinin sağladığı olanaklar idi.
Neoliberal popülizmler için yukarıda değindiğim fırsat penceresinin açılabilmesi, sermaye hareketlerinin yükselen piyasa ekonomilerine doğru kaymasıyla mümkün oldu. Bunun gerisinde, ABD’de ekonomik büyümeyi yeniden canlandırma amacıyla faizlerin hızla düşürülmesi yatmaktadır. ABD’de faizlerin düşürülüyor olması, özellikle büyük ölçekli fonların daha yüksek getiri vaat eden yükselen piyasalara yönelmeleri için teşvik edici bir etken oldu. Küresel ekonomik krizin 2008’de patlak vermesiyle bir süreliğine kesintiye uğrayan bu sermaye akımları, ABD’de krizden çıkış için uygulanan miktarsal genişleme programlarıyla birlikte yeniden canlandı. 2008-9 çöküşünün hemen ardından 2010 ve 2011’de yükselen piyasa ekonomilerinde yaşanan kuvvetli ekonomik büyümeyi sağlayan yine bu sermaye akımlarının canlanması idi.
Bu dönemde neoliberal popülizmler için sosyal yardım programları ya da şartlı nakit desteği gibi çeşitli programların uygulanabilmesinin yanında, ortaya çıkan ekonomik güvencesizlik durumunun yarattığı tahribat yine bu kesimlerin finans piyasası tarafından içerilmesi sayesinde hafifletilebildi. Örneğin 2000’ler boyunca Türkiye’de tüketici kredisi ve kredi kartı kullanımı yaygınlaştı ve hanehalkı borçlanması katlanarak arttı. Bu durumun kendisi, finansallaşma ile güvencesizliğin iç içe geçmesinin önemli uğraklarından birini oluşturuyordu. Çalışma karşılığında istikrarlı ya da yeterli gelire sahip olamayan geniş toplum kesimleri, yaşamlarını sürdürebilmek ya da barınma gereksinimlerini karşılayabilmek için finans piyasasının geliştirdiği yeni ürünleri tüketmek yani giderek artan oranda borçlanmak zorunda kaldı. Kısacası 2000’lerde uygulanan ekonomik program bir yandan ekonomik güvencesizliği artıcı etkide bulundu, diğer yandan da sosyal yardım programları ve finansal içerilme yoluyla bu kesimlerden kaynaklanabilecek sosyal hoşnutsuzluklar törpülendi.
Ancak 2012 itibariyle 2000’lerde yükselişe geçen neoliberal popülist modellerin tıkanıklıklarla karşılaşmaya başladığını görmekteyiz. Söz konusu modellerin tıkanıklıklarının en önemli göstergesi bu ülkelerdeki ekonomik büyümenin tempo kaybetmeye başlaması oldu. Bunun hemen ardından Türkiye’de ve Brezilya’da 2013’de patlak veren sosyal isyanlar ekonomik istikrar kadar siyasi istikrarın da 2000’lere göre zemin kaybettiğini ortaya koydu. Her ne kadar sosyal yardım programlara kesintisiz bir şekilde devam edilse de, bunun sürdürülebilirliği bütçe olanaklarına, o da genel olarak ekonomik büyümenin sürdürülmesine dayanmaktadır.
2012 sonrası yükselen piyasa ekonomilerindeki ekonomik büyümenin tempo kaybetmeye başlamasının temel nedeni, 2008’de ABD’de patlak veren küresel ekonomik krizin derinleşme aşamasına geçmesi idi.[16] Küresel krizin derinleşmesi, ABD’deki ılımlı toparlanma dışında dünya ekonomisinin genelinde ekonomik toparlanmanın bir türlü sağlanamaması anlamında kullanılmaktadır. Gerçekten de Avro Bölgesi ülkelerine baktığımızda ekonomik büyümenin canlandırılamadığını ve deflasyonun giderek daha çok artan bir risk olarak belirginleştiğini görebiliriz. Avrupa’ya benzer şekilde Japonya’da krizden sonra iktidara gelen Abe hükümetinin uyguladığı ekonomik canlandırma programlarının parlak sonuçlar üretmekten uzak olduğu ortada. Avrupa ve Japonya dışında dünyadaki bir diğer önemli üretim üssü olan Çin’de de ekonomik büyüme tempo kaybetmeye devam etmektedir.[17] Tüm bu gelişmeler, gerek dünya ticaretindeki daralma, gerekse sermaye hareketlerinin azalmasıyla sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla küresel ekonomik krizin derinleşmesi, neoliberal popülizmlerin 2000’ler boyunca yükselişini sağlayan küresel konjonktürün tersine işlemeye başladığına işaret etmektedir.
Son olarak küresel krizin derinleşmesi sürecini daha da belirginleştiren, ABD merkez bankası FED’in faiz artışına girme sinyallerini vermesidir. FED’in faiz artıracağını açıklaması, 2000’ler boyunca neoliberal popülizmlerin ekonomik temelini oluşturan kredi genişlemesi sürecinin sonuna gelindiğine işaret etmektedir. Söz konusu faiz artışı henüz gerçekleşmese de bunun yapılacağının ilan edilmiş olması, sermaye hareketlerinin yönünü ABD’ye doğru çevirmiş ve 2013’ten itibaren yükselen piyasa ekonomilerinde faizler artış trendine girmiştir. Faiz oranlarındaki artış, neoliberal popülizmler için hayati derecede önemlidir. Bunun nedeni, 2000’ler boyunca uygulanan ekonomi politikası sonucunda güvencesizleştirilen çalışma koşulları ve reel ücretin artmaması sonucunda çalışanların üzerlerindeki borç yükünün artmış olmasıydı. Dolayısıyla faiz oranlarındaki olası artışlar, uygulanan ekonomik programın yarattığı olumsuzlukların ucuz krediyle giderilmesi yolunu kapatıcı etkiler yapacaktır.
Sonuç
Bu yazıda ana hatlarıyla da olsa ekonomik güvencesizlik olgusu ile finansallaşma sürecinin bağlantılı olarak ele alınabileceğini ileri sürdüm. Yazının başında, öncelikle güvenceli istihdam biçimlerinin 1945-1980 arası dönemde kapitalist toplumsal ilişkilerin özgün bir tarihsel dönemine denk geldiğine dikkat çektim. Ardından da 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik kriz sonrasında, krizden çıkış için geliştirilen neoliberal politika paketinin özünün emeğin örgütlü ve kurumsal gücünü azaltmaya ve daha önemlisi örgütlenme kapasitesini zayıflatmayı hedeflediğine değindim. Sonrasında iki önemli gelişmenin birbiriyle bağlantılı olarak geliştiğine işaret ettim. Bunlardan ilki ekonomik güvencesizlik ortamının derinleşmesi ve reel ücretlerdeki artışların gündelik yaşam gereksinimlerini karşılamada yetersiz kalması iken, ikincisi toplumun gelir düzeyi yüksek olmayan kesimlerinin de finans sektörü tarafından içerdiği, gündelik hayatın finansallaşması sürecidir. Bu iki gelişmenin sonucunda ortaya çıkan tablo bireysel borçlanmada patlama yaşanması ve çalışanların yaşam masraflarını karşılayabilemek için giderek daha fazla borçlanmak zorunda kalmasıdır.
Yazıda son olarak 2000’li yıllarda daha görünür olan neoliberal popülizmlerin, neoliberal politikaların uygulanması sonucunda ortaya çıkması muhtemel olan toplumsal hoşnutsuzlukların törpülenmesinde, sosyal yardım programları kadar finansal içerilme mekanizmalarını da kullandıklarına dikkat çektim. 2000’li yıllarda yükselen neoliberal popülizmlerin gerek sosyal yardım programlarını hayata geçirebilmelerini, gerekse finansal içerme mekanizmalarını devreye sokabilmelerini mümkün kılan gelişmenin ABD merkez kredi genişlemesi olduğuna işaret ettim. Son olarak 2015 itibariyle küresel ekonomik krizin derinleşmesiyle beraber 2000’lerde görülen ucuz kredi olanaklarının ortadan kalkmaya başlayabileceğini ve bunun neoliberal popülist rejimleri istikrarsızlıklara sürükleyebileceğinin altını çizdim.
***
[1] Bu yazı daha önce Saha Dergisi’nin Eylül 2015 sayısında yer almıştır.
[2] Akçay, Ümit ve Güngen, Ali Rıza (2014) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, Ankara: Notabene Yayınları.
[3] Palloix, C. (1977) “Conceptualizing the Internationalization of Capital”, Review of Radical Political Economics, 9(3): 17-28.
[4] Akçay, Ü. (2013) “Sermayenin Uluslararasılaşması ve Devletin Dönüşümü: Teknokratik Otoriterizmin Yükselişi”, Praksis, Sayı: 30-31: 11-39.
[5] Panitch, L. (1994). "Globalisation and the State", Socialist Register, 30: 60-94
[6] Güngen, A.R. (20133) “Devletin Finansallaşması: Avrı Bölgesi Krizi ve Yunanistan Örneği”, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, 3 (1-2), 47-62.
[7] En son yayımlanan ILO raporunde yer alan bulgular, güvenceli çalışma biçimlerinin özellikle 2008 krizi sonrası daha da yaygınlaştığına işaret etmektedir. Detaylar için bkz: ILO (2015) World Emloyment and Social Outlook, Geneva: ILO
[8] Haiven, M (2014) Cultures of Financialization, New York: Palgrave, s. 59.
[9] Lapavitsas, C. (2009) “Financialised Capitalism: Crisis and the Financial Expropriation”, Historical Materialism, (17): 114–148.
[10] Karaçimen, E. (2015) Türkiye’de Finansallaşma: Borçlanma Kıskacında Emek, İstanbul: Sav Yayınları.
[11] Akçay, Ümit ve Güngen, Ali Rıza (2014) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, Ankara: Notabene Yayınları.
[12] IMF (2005) “Household Balance Sheets”, Global Financial Stability Report, Erişim: http://www.imf.org/external/pubs/ft/gfsr/2005/01/
[13] Bryan, D. ve Raffety, M. (2014) “Financial Derivatives as Social Policy Beyond Crisis”, Sociology, 48(5): 887– 903.
[14] Güngen, A.R. (2012) Debt Management and Financialisation as Facets of State Restructuring: The Case of Turkey in the post-1980 Period, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara: ODTÜ.
[15] Weyland, K. (1999) “Neoliberal Populism in Latin America and Eastern Europe”, Comparative Politics (31): 4; Weyland, K. (2003) “Neopopulism and Neoliberalism in Latin America: How Much Affinity?” Third World Quarterly 24(6): 1095-1115. Türkiye bağlamında neoliberal popülizm tartışması için bkz: Yıldırım, D. (2009) “AKP ve Neoliberal Popülizm”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu içinde, Der: İlhan Uzgel, Bülent Duru, Ankara: Phoenix Ya-yınevi, s. 66-107; Bozkurt, U. (2013). “Neoliberalism with a Human Face: Making Sense of the Justice and Development Party's Neoliberal Populism in Turkey”, Science & Society: 77(3): 372-396.
[16] Akçay, Ü. (2015) “Küresel krizin 2015 manzarası ve Türkiye ekonomisi”, Perspectives, 11: 4-9
[17] Akçay, Ü ve Güngen, A.R. (2014) “2008 Krizi Bitti Mi? Dünya Ekonomisi Üzerine Bir İnceleme”, Almanak 2012-2013 Analizleri, İstanbul: Sav Yayınları, s. 77-97.