Yaz aylarında Amerika ile başlayan, sonbahar ve kışla birlikte Avrupa'yı etkisi altına alan ekonomik kriz, bir kışla bitmeyecek gibi görünüyor. Buna karşın krizden çıkış için geliştirilen stratejiler ve önerilere baktığımızda tutarlı bir çerçeve hala görünmüyor. Kriz, IMF tarafından bile 1930'lu yıllardaki krize benzetilse de, krizden çıkış için önerilen politikaların 1930'lardakilerle ilgisi yok.
Geçtiğimiz günlerde birbiriyle bağlantılı birkaç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, İtalya'daki teknokrat hükümetin hazırladığı ekonomik önlemler paketi, sokaktaki grevlere rağmen, parlamentodan çok sorun çıkmadan geçti. Yunanistan'da ise, hala sürecin nasıl işleyeceği açık değil. Bir diğer önemli gelişme de, geçtiğimiz cuma günü (9 Aralık) yapılan Avrupa Birliği zirvesiydi. Zirvenin sonuçlarını detaylı olarak değerlendirmek başka bir yazının konusu olsun. Ancak burada söylenebilecek olan, zirveden çıkan en önemli karar olan bütçe kısıtlaması şartının kabul edilmiş olması. Bu aslında tam bir liberal ütopyaya dayanıyor. Yani, Avrupa'da, daha doğrusu Euro alanındaki para politikasının yürütülmesi, bu ülke vatandaşlarının herhangi bir şekilde etkileyemeyeceği ya da değiştiremeyeceği bir şekilde, Avrupa Merkez Bankası tarafından, neredeyse "otomatik pilotta" sürdürülüyordu. Şimdi bunun yanına, siyasi olarak denetlenebilen, gerektiğinde açık, gerektğinde de fazla vermesinin mümkün olduğu bir maliye politikasının, artık siyasetçilerin ve toplumun erişiminin dışında bir noktaya konumlandırılması ekleniyor. Maliye politikası alanında "otomatik pilot" olarak adlandırılabilecek olan bu uygulama, bütçe açıklarının daraltılması ve bir daha olmaması için karar altına alınmış durumda.
Aslında İngiltere dışında kalan Avrupa'nın ne üzerine anlaştığını daha iyi anlamak için Yunanistan ve İtalya'ya bakabiliriz. Her ikisinde de önerilen klasik harcama daraltıcı, gelir artırıcı önlemler. Yani, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi "harcama" alanlarının daraltılması ve KDV gibi adaletsiz vergilerin artırılmasına dayanıyor. Yani içeriğine bakıldığında, açıkça çalışanların uzun yıllardır verdikleri mücadeleler sonucunda edindikleri kazanımların geri alınması yönünde, Avrupa (Alman) sermayesinin yeniden karlılığının sağlanması ve rakipleri karşısındaki rekabet üstünlüğünü koruması yönelimli olduğu görülebilir.
Tüm bunlar yaşanırken, Avrupa Merkez Bankası'nın yeni başkanı Draghi, yaptığı ilk açılş konuşmasında, yukarıda kısaca özetlediğimiz noktalara vurgu yaptı ve krizden çıkış için mali disiplinin önemini vurguladı. Benzer bir şekilde IMF başkanı Lagarde da disipline edilmiş bir maliye politikasının altını çizdi.
Tüm bu gelişmelerin ışığında birkaç tespit yaparak tartışma sürdürülebilir:
İlki, kriz 1930'lardaki benzetilmesine rağmen, çözüm önerilerinde Keynesyen tedbirler yer almıyor. Yani öneriler hala daraltıcı önlemler paketinden ibaret. Tıpkı elinde çekiç olan birinin tüm sorunları çivi olarak görmesi gibi.
İkinci olarak, eğer mevcut öneriler, öngörüldüğü şekilde uygulanabilirse, bu Avrupa'daki "sosyal devlet" hayaletinin tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Sosyal devletin ne kadar var olduğu, kime ne yararı olduğu ayrı bir tartışma konusu, ancak böyle bir gelişme, yine de dengenin çalışanlar aleyhine değiştiğinin bir işaret olarak görülebilir.
Son olarak, Keynesciliğin ve sosyal devlet uygulamalarının, gerçekten de 1945'ler ile 1980'ler arasını kapsayan bir "parantez" olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade etmek gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde birbiriyle bağlantılı birkaç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, İtalya'daki teknokrat hükümetin hazırladığı ekonomik önlemler paketi, sokaktaki grevlere rağmen, parlamentodan çok sorun çıkmadan geçti. Yunanistan'da ise, hala sürecin nasıl işleyeceği açık değil. Bir diğer önemli gelişme de, geçtiğimiz cuma günü (9 Aralık) yapılan Avrupa Birliği zirvesiydi. Zirvenin sonuçlarını detaylı olarak değerlendirmek başka bir yazının konusu olsun. Ancak burada söylenebilecek olan, zirveden çıkan en önemli karar olan bütçe kısıtlaması şartının kabul edilmiş olması. Bu aslında tam bir liberal ütopyaya dayanıyor. Yani, Avrupa'da, daha doğrusu Euro alanındaki para politikasının yürütülmesi, bu ülke vatandaşlarının herhangi bir şekilde etkileyemeyeceği ya da değiştiremeyeceği bir şekilde, Avrupa Merkez Bankası tarafından, neredeyse "otomatik pilotta" sürdürülüyordu. Şimdi bunun yanına, siyasi olarak denetlenebilen, gerektiğinde açık, gerektğinde de fazla vermesinin mümkün olduğu bir maliye politikasının, artık siyasetçilerin ve toplumun erişiminin dışında bir noktaya konumlandırılması ekleniyor. Maliye politikası alanında "otomatik pilot" olarak adlandırılabilecek olan bu uygulama, bütçe açıklarının daraltılması ve bir daha olmaması için karar altına alınmış durumda.
Aslında İngiltere dışında kalan Avrupa'nın ne üzerine anlaştığını daha iyi anlamak için Yunanistan ve İtalya'ya bakabiliriz. Her ikisinde de önerilen klasik harcama daraltıcı, gelir artırıcı önlemler. Yani, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi "harcama" alanlarının daraltılması ve KDV gibi adaletsiz vergilerin artırılmasına dayanıyor. Yani içeriğine bakıldığında, açıkça çalışanların uzun yıllardır verdikleri mücadeleler sonucunda edindikleri kazanımların geri alınması yönünde, Avrupa (Alman) sermayesinin yeniden karlılığının sağlanması ve rakipleri karşısındaki rekabet üstünlüğünü koruması yönelimli olduğu görülebilir.
Tüm bunlar yaşanırken, Avrupa Merkez Bankası'nın yeni başkanı Draghi, yaptığı ilk açılş konuşmasında, yukarıda kısaca özetlediğimiz noktalara vurgu yaptı ve krizden çıkış için mali disiplinin önemini vurguladı. Benzer bir şekilde IMF başkanı Lagarde da disipline edilmiş bir maliye politikasının altını çizdi.
Tüm bu gelişmelerin ışığında birkaç tespit yaparak tartışma sürdürülebilir:
İlki, kriz 1930'lardaki benzetilmesine rağmen, çözüm önerilerinde Keynesyen tedbirler yer almıyor. Yani öneriler hala daraltıcı önlemler paketinden ibaret. Tıpkı elinde çekiç olan birinin tüm sorunları çivi olarak görmesi gibi.
İkinci olarak, eğer mevcut öneriler, öngörüldüğü şekilde uygulanabilirse, bu Avrupa'daki "sosyal devlet" hayaletinin tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Sosyal devletin ne kadar var olduğu, kime ne yararı olduğu ayrı bir tartışma konusu, ancak böyle bir gelişme, yine de dengenin çalışanlar aleyhine değiştiğinin bir işaret olarak görülebilir.
Son olarak, Keynesciliğin ve sosyal devlet uygulamalarının, gerçekten de 1945'ler ile 1980'ler arasını kapsayan bir "parantez" olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade etmek gerekiyor.