6 Ağustos 2018 Pazartesi

10 Soruda 2018 Ekonomik Krizi

Türkiye ekonomisi hızla bir ekonomik daralmaya doğru ilerliyor. Resesyonun ne kadar sert olacağı ve ne kadar uzun süreceği henüz netleşmiş değil. Durumu daha da zorlaştıran, daralmanın yüksek enflasyon ortamında gerçekleşme ihtimalinin yükselmesi, yani stagflasyon riski. Bu yazıda ekonomik darboğazı yaratan somut işleyiş mekanizmalarını, son dönemdeki ekonomik ve siyasal gündem ile birleştiren bir değerlendirme yapacağım. 


2018, Bir Kriz Yılı Olabilir Mi? 

Evet. Özellikle III. çeyrekten itibaren ekonomik daralmanın görülmesi olasılığı giderek artıyor. Örneğin son yayımlanan Mayıs ayına ait PMI (imalat sanayi satın alma yöneticisi endeksi) verilerinde imalat sanayinin hızla daraldığı görülüyor. 50’nin altındaki değerlerin daralma anlamına geldiği endeksteki Mayıs verisi, Nisan 2009'dan beri görülen en düşük değer. 

Olası Krizin Nedeni Ne? 

Türkiye ekonomisinin güncel kriz dinamiği, döviz-faiz kıskacı tarafından şekillendiriliyor. Ana akım yaklaşımlarda bu açmaz, finansal istikrar ile fiyat istikrarı arasındaki gerilim olarak da adlandırılıyor. Bunun temel nedeni, nominal faizlerin düşüş eğiliminde olmasına rağmen TL’nin değerli kalabildiği 2002-2013 arası küresel konjonktürün sona eriyor olması. 2013 sonrasında Türkiye ekonomisi üç kere stagflasyonist bir krizin eşiğine geldi, ikisinde aşabildi, şimdi üçüncüye doğru ilerliyoruz. 

Döviz Krizi Mi? 

2013’ten beri, ekonomi yönetiminin ekonomik büyümeye zarar vereceği gerekçesiyle faiz artışı yapmakta ayak sürümesi, ironik bir şekilde, 2014, 2017 ve 2018’de üç defa yüklü miktarda faiz artışı yapılması ile sonuçlandı. Bunun nedeni, faiz artışının gecikmesi ile ülkenin döviz krizinin eşiğine gelmesi idi. Bir döviz krizinin somut mekanizması ise özel sektörün döviz borcunu çevirmede karşılaştığı sorunlar ve bunun bankacılık sistemine yansıması şeklinde işliyor. 

Yani döviz krizi aynı zamanda bir bankacılık krizi anlamına geliyor. Hatırlatmak gerekirse, firmaların döviz borçları hükümet tarafından 2008 krizinin etkilerini azaltmak ve büyümeyi desteklemek için özel sektörün döviz biçiminde borçlanmasına olanak veren düzenlemeyi hayata geçirmesinden sonra hızla arttı. 

Böyle bir sorun varken, TL’nin hızlı ve büyük oranlı değersizleşmesine izin vermek, döviz borçlusu firmaların batmasını göze almak anlamına geliyordu. Bunun bankacılık sisteminin üzerinde oluşturduğu baskının yanında ekonomiye maliyeti, enflasyon artışı ve cari açıktaki tırmanma olarak görüldü. Döviz borcu olan firmaların batmasının önüne geçmek için yapılan faiz artışı ise, genel olarak ekonomik yavaşlamanın yaşanmasını hızlandıracaktır. Bir başka ifadeyle zaten yavaşlayan bir ekonomide yapılan sert faiz artışının etkisi, yavaşlamanın hızını artırıcı olacaktır. 

Kriz Nasıl Gelişebilir? 

Türkiye ekonomisi 15-31 Mayıs 2018 arasında bir döviz krizinin eşiğinden döndü. Ancak bu, firmaların zora düşmesini engelleyemedi. 2018’deki kriz dinamikleri açısından daha kritik olan konu, döviz şoku nedeniyle sallantıda olan firmaların bankacılık sisteminin üzerine yıkılmaları riskidir. Ülker ve Doğuş gibi dev grupların banka borçlarının yeniden yapılandırılması ile başlayan bu süreç, geldiğimiz noktada 20 milyar doları bulmuştur. İşin daha kötüsü, borç yapılandırması için sırada bekleyen daha kaç tane firma olduğunun bilinememesi. 

Geçtiğimiz haftanın ikinci yarısında, kredi değerlendirme kurumu Fitch’in 25 Türk bankasını “negatif izlemeye” almasında yukarıda açıkladığım “döviz krizi” senaryonun gerçekleşmesi riski büyük rol oynamıştır. Her ne kadar Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Mehmet Ali Akben, "Bankalarımız konjonktürel dalgalanmaya karşı kendini koruyacak yapıdadır” şeklinde açıklamalar yapsa da, şimdiden 20 milyar doları aşan bir yeniden yapılandırma baskısı altında bankacılık sisteminin dayanabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Kısacası, ekonomi yönetimi döviz krizinin eşiğinden döndü ancak bu sadece yaklaşan ekonomik daralmayı ortaya çıkaracak mekanizmada değişikliğe neden olacak. 

Döviz Krizi Değilse Daralma Nasıl Gelecek? 

Ekonomik daralmanın ikinci mekanizması, Mehmet Şimşek’in ifadesiyle “yeniden dengelenme”dir. Bunun anlamı, ekonomi yönetiminin döviz krizinin yaşanmasını engellemek için ekonomik daralmaya gitmeyen bir yavaşlamayı gündemine almasıdır. Faiz artışı ve mali disiplin, bu amaca gitmek için kullanılan iki yol olacak. 

Ancak meseleyi daha da karmaşıklaştıran, ekonomik daralma ihtimalinin; kredi genişlemesinin reel olarak durduğu, siyasi istikrarsızlığa bağlı olarak kurun yeniden yükseldiği ve enflasyonun artmayı sürdürdüğü bir ortamda belirmesidir. Yani karşı karşıya olduğumuz, tıpkı 2014 ve 2016 yıllarında olduğu gibi, stagflasyonist bir sıkışmadır. Ekonomik durgunluk ortamında yüksek enflasyonun yaşanması riski artmaktadır. 

Buraya Nasıl Geldik? 

2013 yılının Mayıs ayında, dönemin FED başkanı Ben Bernanke’nin ABD merkez bankasının “miktarsal kolaylaştırma” (quantitative easing) uygulamasını yakında sonlandıracağı ve faizlerin aşamalı olarak arttırılacağı açıklaması, esasında 2002-2013 arasında AKP’nin uyguladığı neoliberal popülist modeli mümkün kılan küresel konjonktürün sonlandığını ilan eden bir açıklamaydı. Bu açıklama sonrası çekirgenin ilk sıçrayışı 2014 sıkışması sırasında yaşandı. Özellikle 17-25 Aralık 2013’te “Yeni Türkiye’nin” en önemli iki bileşeninin mutlak devlet iktidarı için yaptıkları mücadelenin daha da şiddetlenmesi, TL’deki hızlı değersizleşme ile sonuçlandı. 

Yüksek oranlı ilk faiz artışı, Ocak 2014’te merkez bankasının yaptığı olağanüstü bir toplantı ile ilan edildi. Bu faiz kararı sonrasında, stagflasyonist eğilimlerin yoğunlaşması beklenirdi ancak gerek ABD ekonomisinin beklendiği kadar hızlı bir şekilde toparlanamaması, gerekse Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın miktarsal kolaylaştırmaya devam ediyor olması gibi etkenlerle, ekonomik büyüme üzerinde çok büyük hasar yaşanmadan bu süreç atlatılabildi. 

Çekirgenin ikinci sıçrayışı 2016’nın ikinci yarısında gerçekleşti. 2013 sonrası eğik düzlemde hareket eden AKP iktidarının Gülencilerle giriştiği mücadelenin son halkası olan 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimi ile oluşan siyasi istikrarsızlık, 2016’nın III. çeyreğinde ekonomik daralmanın yaşanmasını beraberinde getirdi. 2008-9 krizinden beri ilk kez yaşanan daralma sonrası ekonomi yönetimi tarafından uygulamaya sokulan “geleceğe kaçış planı” ile çekirgenin ikinci sıçrayışı gerçekleşti. 

Madem Kriz Geliyor Neden Seçimleri Erkene Aldılar? 

Mehmet Şimşek’in deyimiyle “fırtınada çatı onarmamak için”. Bildiğiniz gibi Şimşek, geçtiğimiz Mart ayında, henüz erken seçim gündemi ortada yokken “çatıyı güneşli havada onarmak gerek” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Aslında şimdiden bakıldığında, erken seçim startının bu konuşma ile verildiği söylenebilir. 

Seçimlerin erkene alınmasında MHP’nin inisiyatif alması belki bir etken olarak görülebilir. Ancak temel etken, 2019 yılında ekonominin krize girme ihtimalinin hükümet tarafından tespit edilmiş olmasıdır. 24 Haziran gibi, MHP’nin teklifinden dahi erken bir tarihte belirlenmesi ise ekonomik sorunların giderek ağırlaşacağının görülmüş olmasıdır. 

Neden Müdahale Edemiyorlar? 

Ekonomi yönetimi 2013 yılından itibaren zaten kriz yönetimi ile ülkeyi yönetiyordu. Şimdi yaşanan kriz yönetiminin krizidir. Kriz yönetiminin krizini niteleyen denklem şu idi: Erdoğan yönetimi için hem seçimlerde yüzde 50+1 almak hem faiz artışı yapmamak hem de TL’nin değersizleşmesini önlemek aynı anda mümkün değil. 

Bir başka ifadeyle, birikim rejiminin krizi ekonomi politikasını kilitlenmiştir. “Kontrol kaybı” görüntüsünün oluşması, ne bir iletişim kazası ne de ekonominin bilinçli olarak kötüleştirilmesi ile açıklanabilir. Yaşanan, yönetimin elindeki seçeneklerin daralması, bugüne kadar işleyen iktidar mekaniğinin ilk kez işlemiyor hale gelmesidir. 

Kısmi Düzelmenin Nedeni Neydi? 

23 Mayıs sonrasında döviz krizinin eşiğinden dönülmesini mümkün kılan gelişme, Londra Mutabakatı idi. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekonomi heyetinin Londra’ya yaptıkları ziyaretin tam bir bozgun ile sonuçlanmasının ardından gerçekleştirilen II. Londra Seferi, küresel finans kapital ile Erdoğan yönetimi arasında bir mutabakat ile neticelendi. Londra Mutabakatı’nın üç maddesi var: 

(i) Seçimlere kadar kur istikrarının sağlanması (finans kapitalin taahhüdü), (ii) Bunun bedeli olarak yüksek reel faiz getirisi (AKP’nin taahhüdü), (ii) Seçim sonrası uygulanmak üzere bir kemer sıkma programının hazırlanması (AKP’nin taahhüdü). Tarafların bu anlaşmanın koşullarına riayet edip etmeyeceklerinin test edileceği ilk olay, beklentilerin üzerinde gelen enflasyon verisi sonrasında faiz artışının gelip gelmeyeceğidir. Bu açıdan 7 Haziran’daki merkez bankasının faiz kararının ne olacağı büyük önem taşımaktadır. 

Seçim Sonrası Bizi Ne Bekliyor? 

Ne beklemediğini biliyoruz: Seçimlerin geride kaldığı ve ekonomik toparlanmanın yaşanacağı bir dönem bizi beklemiyor. Ne beklediğini ise büyük ölçüde seçimin nasıl sonuçlanacağı belirleyecek. Ancak sonuç nasıl oluşursa oluşsun, Türkiye önemli bir değişimin eşiğindedir. Bunun nedeni, Türkiye ekonomisinin 2013 yılından beri bir yapısal kriz konjonktüründe olmasıdır. 

Bu yapısal krizin ekonomik, siyasal ve toplumsal sonuçlarının ortaya çıkabilmesi ise dar tanımıyla bir ekonomik krizin (resesyonun) yaşanıp yaşanmamasına bağlıdır. Bu bağlamda 2018 krizi, sadece ekonomik sorunların ağırlaştığı ve kısa süreli bir ekonomik daralma olarak kalmayabilir. 

Bu süreci yavaşlatabilecek temel gelişme ise ABD merkez bankası FED’in ilan ettiği faiz artış takvimine uymayarak parasal sıkılaştırmayı 2019’a sarkıtması ile gerçekleşebilir. Bu ise, Türkiye’deki yapısal kriz konjonktürünün sürmesine ancak sorunların bir süre daha ertelenebilmesine neden olacaktır.

-------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı, 05.06.2018 tarihinde Gazete Duvar’da yer aldı. Erişim: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/06/05/10-soruda-2018-ekonomik-krizi/